Medine Havaalanı’nda kontrollerden sonra, nereye gideceğimi bilmiyor ve kimseyi tanımıyordum. Uzaktan birini fark ettim. Bana el sallıyordu. Bu zât yanıma geldi ve beni İrfaniye Medresesi’ne götürdü ve yerleştirdi. Sohbet ilerledikçe kendisini daha çok tanıdım, meğer hemşehriymişiz, Osmaniyeli Osman Yılmaz. Osman kardeşim havaalanına başka birini karşılamaya gelmiş. Ancak beklediği misafir gelmeyince, uzaktan beni görmüş ve Türk olduğumu anlamış bundan dolayı bana yardımcı olmuştu. Akşam istirahate çekildiğimde bütün bu yaşadıklarımın “Risale-i Nur’un istihdamı olduğunu ve tevafukların birbirini takibini daha iyi anlamıştım.”
İlerleyen günlerde Camia’tül İslâmiye’ye (İslâm Üniversitesi) başvurmak için girişimlerde bulunuyordum. Medine’de Ali Ulvi Kurucu Bey ile tanışmıştım. Kendi isteğiyle tercümanım olarak beni üniversiteye götürdü. Bana “Ömer kardeşim, üniversitede Vahhabilik hakim olduğu için üniversiteden bazıları beni sevmezler, ama yine de beraber gidelim” demişti. Üniversiteye vardığımızda henüz kayıt işlemlerini tamamlamamışken, diğer öğrenciler etrafımı sarmıştı. Hepsi ile tek tek tanışmıştım. Sonradan anladım ki, Hilâfetin merkezi Osmanlı bakiyyesi Türkiye’den geldiğim içindi bu ilgi. Öğrenciler iştiyak ile bana soru üzerine soru soruyorlardı. İçlerinden birisi “Türkiye Komünistti, Müslüman mı oldu?” deyince, en azından buradakilerin nazarında dışarıdan Türkiye’nin nasıl göründüğünü orada anlamıştım. Bende kendisine “Türkiye her zaman Müslüman’dır. İslâm’ın merkezidir” dedim. Yine arkadaşlardan bir kısmı “Bediüzzaman’ı tanıyor musun? Bize eserlerini / kitaplarını verebilir misin?” sorusuna karşılık “tanıyorum, kitaplarını da verebilirim” demiştim. Hatta Nijeryalı Abdul Vahab “eğer Bediüzzaman olmasaydı, biz Türkiye’yi Komünist tanıyorduk” cümlesini sarf edince, Üstadımın ve Risale-i Nur hizmetlerinin önemini bir kez daha anlamıştım. Demek ki Nur Talebelerinin yükü çok ağırdı. Sonunda üniversiteye kaydımı yaptırmıştım. Ancak Kur’ân, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usûl-ü Tefsir ve İslâm Tarihi olmak üzere toplam altı dersten imtihan edildim. Sorular çok kolaydı. Ancak İmtihan Komisyon Başkanı’na “sorular çok kolay, fakat ben Arapça ifade etmekte zorluk çekiyorum” dediğimde, kendisi de “sen bildiğin lisanda yaz biz tercüme ettiririz” şeklindeki cevabıyla beni rahatlatmıştı. Ben de bütün cevapları Osmanlıca yazdım ve imtihanı birincilikle kazanmıştım. Eğitime başlamış ve aynı sınıfta yirmi iki farklı ülke/millet öğrencilerle bir aradaydım. Elbette bu durum Risaleleri onlara vermemde büyük bir kolaylıktı. Risaleleri verdiğim kişiler kitapları ülkelerine de götürüyorlar ve oradakilerin tanımasına da vesile oluyorlardı. Ancak bendeki kitaplar azalmaya başlayınca Türkiye’deki Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Av. Bekir Berk vd. Ağabeylere durumu bildirdim. Ağabeyler de Umre ve Hac dolayısıyla Medine’ye gelenlerle bana eserleri gönderirlerdi.
Türkiye’den, Risaleler geldikçe, kitapların dağıtımını öncelikle İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Muhammed bin Baz’a hediye ediyordum. Rektör Bey’in gözleri kör olduğu için ziyaretine gittiğimde parola olarak “Ashab-ın Nur” der selâm verirdim. Böylelikle beni tanırdı. Bediüzzaman’ı anlatmamı ister, bende kendisine bahsederdim. Rektör Bey, bir yudumda içilen “mürre” adındaki acı kahvesinden ikram edince, Risaleleri daha rahat bir şekilde üniversitede dağıtabileceğime kanaat getirmiştim. Rektör Bey’den sonra Risaleleri üniversitenin Polis Müdürüne, sonra Profesörlere ve akademisyenlere daha sonra yine öğrencilere dağıtırdım. Eserleri bu sıralama ile dağıtınca, üniversitenin koyu Vahhabi ortamında Risalelerin yaygınlaşmasına kimse karşı çıkmazdı. Yine profesörlerden birisi Tarihçe-i Hayat Risalesi’ni benden talep etmişti. Bende kendisine “Hocam, Tarihçe-i Hayat kitabında Üstadın resmi var. Resim ise sizin anlayışınızda haramdır. Bu kitabı size vermem uygun olmayabilir” demiştim. Çünkü benim üniversiteye kaydımı fotoğrafsız yapmışlardı. Hocamız da bana gülümseyerek “sen kitabı bana ver, ben yalnız okur kimseye göstermem” diye cevaplamıştı. Üniversite yönetimi ile karşılıklı güven sağlayınca, bana kampuste kalacak bir oda tahsis etmişlerdi. Ancak ben Kubbe-i Hadrada Rasulullah’a (asm) yakın olan eski Türk Medresesi İrfaniye’de kalmaya devam ettim. Buradaki odama, Risale verdiğim bir çok öğrenci ve akademisyen gelir ve sohbetler yapardık. Risaleleri Eskişehirli Abdurrahman Osman ile anlatmaya çalışırdık. Sohbetlere Ali Ulvi Kurucu da hemen hemen her gün katılırdı.
İslâm Üniversitesi’nde öğrenciyken 1963 yılı Hac mevsiminde Âlem-i İslâm’dan Kafilerle Hac ibadeti için Müslümanlar geliyordu. Gelenlerle sohbetler ve toplantılar yapılmaktaydı. Bendeniz ve Hilâl Dergisi’ni yayınlayan Salih Özcan (Seyyid Salih) Bey bu sohbetlere Türkiye Nur Talebelerini temsilen katılıyorduk. Bu sohbetler kapsamında Ebu Ala El-Mevdudi’yi ziyaret etmek üzere kaldığı apartmana gitmiştik. Ancak apartmanın önünde bizim gibi farklı ülkelerden elli kadar grup görüşmek için sıra beklemekteydiler. Mevdudi’nin yakın talebelerine “biz Türkiye Nurcularını temsilen geldik, muhterem Mevdudi ile görüşmek istiyoruz” diye söyleyince bizi bekletmeden hemen Mevdudi’nin odasına buyur ettiler. “Mevdudi’ye selâm verdik kendisi de bizleri yanına oturttu. Bize hoş geldiniz Mehdi’nin talebeleri dedi. Üstad Bediüzzaman şüphesiz Mehdi’dir. Sizler de onun gibi olun. Uzun sohbetinden ardından, eğer tefsirimi yazmadan önce Bediüzzaman’ı tanısaydım, tefsirim çok daha farklı ve güzel olurdu” demişti. Sonraki günlerde Mevdudi, iade-i ziyaret olarak kaldığım Medrese’ye Sekreteri Gulam Muhammed’i gönderdi. Gulam Muhammed, bana “Nur Talebelerinden beş kişiyi masrafları Cemiyet-i İslâm’dan karşılanmak üzere Pakistan’a dâvet ediyoruz” diyerek vedalaşmıştı. Pakistan dâvetine ben katılamasam da Salih Özcan Bey iştirak etmişlerdi. Mevdudi ile yaptığımız aynı görüşmeyi, Filistin Müftüsü El-Hüseyin’le de gerçekleştirmiştik. El-Hüseyin de Bediüzzaman’ı çok takdir ettiğini ve bizlerin aracılığıyla Nur Talebelerine saygılarını bildirdiğini kaydetmişti. Böylece Bediüzzaman’ın, İslâm âlimleri tarafından da Mehdiliğinin ve ilmi şahsiyetinin kabul edildiğini bizzat görmüş oldum. Aynı yılın Hac döneminde ben de Hac ibadetini yapmaktaydım. Hac esnasında Adanalı Nakşi Şeyhlerinden Hacı Sami Ramazanoğlu ile birlikte aynı çadırda kalmıştım. Hac süresi tamamlanınca üniversite de tatil olmuştu. Sınıfımı pekiyi derece ile geçmiştim. Bir gece rüyamda Bediüzzaman Hazretleri’ni görmüştüm. “Üstad bisiklet sürerek üniversitenin civarından Medine’ye doğru geliyordu. Yanımda durdu ve beni de bisikletin arkasına bindirerek Türkiye’ye doğru sürmeye başladı.” Daha sonra uyandım ve buradaki Risale-i Nurlar’ı dağıtım ve sohbet vazifemin sona ermiş olduğunu anladım. Türkiye’ye dönme kararı aldım.
8 Temmuz 1962’te Hatay Cilve Gözü Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaptım. Köyüme gitmeden doğruca Adana’ya varmıştım. Adana’da Yeni Cami civarında Borsa Çıkmazı denilen mevkideki Nur dershanesinde birkaç gün kaldıktan sonra köyüme gitmiştim. Bir müddet sonra Ankara’ya giderek, Said Özdemir Ağabeyin Bent Deresi’ndeki evinin birinci katı dershaneydi, burada bir hafta kaldım. İlk olarak Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz bana hoş geldin Ömer kardeşim diyerek karşılamıştı. Birlikte Ankara Kalesi’ne gitmiştik. Suudi Arabistan’da yapmaya çalıştığımız Nur hizmetleri hakkında benimle konuşmuştu. Bu görüşme Zübeyir Ağabeyim ile tanışmama vesile olmuştur. Görüştüğümüz günlerde 1960 ihtilâlinin baskıları fazlasıyla hissedilmekteydi. Bundan dolayı Zübeyir Ağabey beni Cahid Nural olarak isimlendirmişti. Abdullah Yeğin Ağabey de bana Ömer Örnek diye hitap ederdi.
Ankara ziyaretimden sonra İstanbul’a Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci olmak için gitmiştim. Süleymaniye’de bulunan Kirazlı Mescit Sokak 46 Numaralı dershanede ilk dönemlerimde Ağabeylerim Zübeyir Gündüzalp, Abdulvahid Mutkan, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci, Mehmet Kutlular, Ahmet Aytimur, Rüştü Sakallı ve Eyüp Ekmekçi kalıyorlardı. Ben de onlarla birlikte kalmaya başladım. Yüksek İslâm Enstitüsü imtihanlarını kazanarak ikinci üniversite hayatım başlamış oldu.
Bir rüya ile başlayan Medine’deki öğrencilik, Risale-i Nur dağıtım ve sohbetlerini, yine bir rüya ile Türkiye’ye geri gelerek Nur’un ilk dershanelerinden Kirazlı Mescit’te devamı nasip olmuştu.
Cenâb-ı Allah bizleri bu yolda istihdam etmeye devam etsin İnşallah. Amin.