Garip olmak, gariplik…
Görülmedik, olmadık bir örneği ve de benzeri…
Çıkmıştı bir İnsan
Tek başına Hakk’ı arayan
Hakîkatin gizlendiği içinde o en koyu karanlıkların…
Mekânı çöl, kendisi Ümmî, herkes Ona muârız ve de düşman
Kendi kabîlesi en başta
Ve de amcası…
Bir kavim ki, putlara tapan
Bağlı son derece âdetlerine
Hem de atalarına
Bir de törelerine
Mutaassıp…
Vazgeçmez kolay kolay
Vahşi, gömecek kadar toprağa diri diri kız çocuklarını
Ve de bir o kadar acımasız, kaskatı kalpleri taşıyan…
Karşısında kos koca iki büyük devlet, iki büyük din…
Sasani ve Bizans
Hiristiyanlık ve Mecûsilik…
Ve beş büyük medeniyet
İran, Eski Mısır, Yunan, Hint ve Çin…
Tek başıyla bir insan…
Diyordu: “Ey İnsanlar!
Size en son ve en büyük elçisiyim Allah’ın ben
Görevliyim en son ve en mükemmel bir dîni tebliğle size ben…”
Ediyordu dâvet herkesi…
Büyüktü vazîfesi vazîfelisi kadar…
Emirler de şiddetli…
Geçen bir dokuz yıl işkencelerle, ambargolar, açlık ve de hicretlerle
En zor, en sıkıntılı…
Olmuş sayısı henüz 40’a yeni bâliğ inananların kendisine…
Dolmuş 13 senesi, iblâğ olmuş 200’e sayısı ancak Müslümanların…
Vazgeçmemiş, dememiş: “Bu iş zor, dinlemiyor insanlar beni, olmayacak; imkânsızlık!”
Düşünmüş belki daha ziyâde çalışmak gerektiğini…
Bırakıp kendi vazîfesini
Deyip: “Dinlesin herkes beni!”
Karışmamış vazîfesine Hakk’ın…
Düşünmemiş çokluğunu tâbi olanların
Aramış keyfiyeti, bırakmış kemiyeti…
Almış da her dâveti
Başkanlığı devletin, mal-mülk, servet
En güzelleri kadınların…
Denilmiş: “Vazgeç…”
Etmemiş itibar, demiş de hem de: “Güneşi bir elime, verseniz de ayı diğer elime, vazgeçmem bu dâvâdan ben…”
Emir almış hicrete o sevgili yurdundan
Gönderilmiş sürgüne…
Giderken, yolda
Dönüp bakarken son bir defa o sevgili şehrine
Demiş de ağlayarak: “Sevgili Ey Mekkem!
Kim bilir Rabbim beni
Yine döndürür sana geri
Hem de en güzel bir şekilde…”
Kaybetmemiş ümîdini
Düşmemiş hiç ye’se…
Medîne…
Bir Şehr-i Mübârekin…
Ensâr ve de Muhâcirîn…
Tesisi bir büyük kardeşliğin…
Haslet-i îsâr
Boşayabilecek
Düşünebilecek kadar boşamayı
Birden çok hanımını kendinin…
“…(O kimseler ki)
Oldukları hâlde daha muhtaç kendileri
Ederler onları kendi nefislerine tercih …”
Mazharı o hitâbın…
Gerçekleşmesi yıllar sonra o kuvvetli ümîdin…
Geri dönüş Mekke’ye…
Fetihle hem de…
Görüş evini yeniden, yurdunu hem de…
“Yaşatan ümitmiş insanı, öldüren de ye’s…”
İslâmiyet…
Fert fert, içten içe, kalpten kalbe…
Kulaktan kulağa, dilden dile…
Akan bir nehir gibi dilden yine gönüle…
Hutbesi bir Vedâ’nın…
Dinleyenleri var yaklaşık 120.000 kişi…
“Ey insanlar!
Bırakıyorum iki emânet size
Şaşırmazsınız yapıştıkça onlara sımsıkı kesinlikle
Düşmezsiniz dalâlete…
Kitâbullah ve de benim Sünnetim…”
Diyordu O Peygamber-i Zîşân Efendimiz…
Çok yakın, fazla değil
30 yıl gibi kısa bir süre içinde
Fethetmiş İran, Bizans ve Mısır
Hatta Hindistan’ın bir kısmı…
Dayanmış kapılarına Çin’in…
“Kök söktürmüş” dünyanın en büyük, en köklü düveline…
Etmiş de yerle bir…
Az bir zaman önce “çöl bedevileri” ismine lâyık
Yeni bir dînin o “azıcık” mensupları…
“Vardır nice az topluluk ki
İzniyle gelirler Allah’ın gâlip, sayıca nice çok topluluklara…”
Mazharı o esrârın…
İnşâsı birden bire en yükseği medeniyetin…
***
Vardı birisi…
Haykırıyordu tek başına: “Sönmez ve söndürülmez ebedî bir güneş olduğunu edeceğim ispat
Hem de göstereceğim bütün dünyaya Kur’ân’ın ben…”
Karar verildiği hengâmda söndürülmesine Kur’ân’ın …
Hem de en büyük, en güçlü, en yetkili ve de etkili ağızlardan…
Düşmüyordu ümitsizliğe
O ümidin tükendiği en ümitsiz anlarda…
Başkalarının: “Âhir Zaman’dır zaman!
Azaldı da ulemâ; korkarız ki sönecek yakında dinimiz de…” dedikleri hengâmda…
Diyordu: “Olunuz ümitvâr!
Olacaktır şu istikbal inkılâbı içinde en müthiş gür sadâ sadâsı İslâm’ın!”
Bırakılmamış o da rahat…
Gönderilmiş sürgüne…
Yolu yok, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağda…
İdi “Yarım Ümmî” o da…
Dağlarda, başlarında ağaçların
Derelerde…
Yazıyordu en zor şartlarda eserlerini…
Takiplerde, hatta tayyârelerle…
Zehirlenmeler ve de içinde muhbirlerin…
Geçiriyordu hatta kâtiplerden biri içinden: “Şaşıyorum bu hâline Üstâd’ın!
Yazıyor, yazdırıyor başında bu dağın
Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde bu kadar ciddî ve ilmî eserleri…
Okuyacak kim bunları, dinleyecek kim, anlayacak kim!” diye…
O Zât da: “Etme merak! Parlayacak O Nurlar!”
Diyordu en büyük bir ümitle…
Yapılmıştı ona da her türlüsü teklîfin…
Âzâlık Diyânet’te, Umûmi Vâizliği şarkın
Tahsîs-i köşk ve de maaş, vekilliği milletin…
Denmişti hem de: “Gel çalış bizimle!”
Demişti o da: “O çalışmaz sizinle; ama karışmaz size de…”
Karışmamıştı
Karıştırmamıştı işlerine…
Artmıştı sıkıntıları, sıkıldıkları…
“Sevmediği ve ona dost olmadığı idi tek suçu da
Diğerleri ise bahaneydi sadece…”
Öyle ya!
“İşlemişti bir insanı sevmemek
Ve de ona dost olmamak gibi büyük bir cürmü…
Değildi mümkün affı elbet!..”
Gösterilmişti herkese “öcü”…
Verilmemişti bile fırsat ifâde etmeye kendisini…
Zannedilmişti O “skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası…”
Etmişti halbuki O, tahsil, gençliğinde
Kimya, fizik, coğrafya, matematik, astronomi, felsefe, mantık…
Tamamını ulûm-u müspetenin…
Halletmiş bu konularda en derin meseleleri…
Hatta etmişti telif bazı eserler bile…
Tâlîkât ve de Kızıl İ’câz gibi…
6.000 küsûr sayfa eser toplam…
600.000 elyazması eser bir de…
“Bulundurmamıştı yanında Kur’ân’dan başka kitap yazarken eserlerini…
Etmişti hepsini istihrâc Kur’ân’dan, hem de istinbât…”
Bugün ise çevrilmiş eserleri elliden fazla dünya diline…
Konu olmuş tezlere kürsülerinde üniversitelerin…
Düzenlenir olmuş hakkında milletlerarası sempozyumlar…
Orjinal metninden sonra Kur’ân’ın
Elde etmiş en fazla basılan, satılan
Ve de okunan “İslâmî Eserler” unvânını…
Evet: “İslâmiyet geldi garip, gariptir giderken de…”
Buyuruyordu O Kâinât Fahri Efendimiz…