Ey Heyet-i Hâkime! Gelecek beyanatımda, belki vazifenizce lüzumsuz şeyler bulunacak. Fakat, bu meseleler ile umum memleket, belki dünya alâkadardır. Yalnız siz değil, onlar dahi manen dinliyorlar. Hem, beyanatımda intizamsızlık göreceksiniz. Sebebi ise, mühim bir hakkım bana verilmedi. Benim hüsn-ü hattım yok. Çok rica ettim ki, bu hayat-memat meselesidir, bir yazıcı bana veriniz; tâ hakkımı müdafaa için bir istida yazdırayım. Vermediler. Belki beni iki ay, gayet insafsızcasına bütün bütün konuşmaktan men ettiler. Onun için, gayet noksan ve müşevveş yazımla intizamlı yazamadım.
İşte âhir beyanatım budur:
Eğer farz-ı muhal olarak, müfsidlerin, muhbirlerin ihbar ettikleri gibi, Risale-i Nur, hükûmetin birtakım siyasetiyle ve bazı kanunlarıyla tevfik edilmiyor, muâraza ediyor; belki başka siyasî kanaatlerdir ve ayrı ayrı fikirlerdir; ve umum risaleler, imandan değil, belki siyasetten bahseder diye, gayet zâhir bir iftira farz ve kabul edilse, cevaben derim:
Madem hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise Cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla, Cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdad altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun?
Haydi, farz-ı muhal olarak, ben, perde altında kendi kendime kanaat-i siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder, siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.
B. S. N. Tarihçe-i Hayatı, Eskişehir Hayatı, s. 246
LÛGATÇE:
efkâr-ı saibe: İsabetli görüşler.
hüsn-ü hat: Güzel yazı.
istida: Dilekçe.
muâraza: Karşı çıkma.
müfsid: Bozguncu.
müşevveş: Karışık, düzensiz.
sukut: Alçalma.
tevfik edilme: Muvafık ve mutabık getirme.
zulmet: Karanlık.
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediyedir
(Dünden devam)
• Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safî bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hassalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî isminin arkasında ism-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hayy nasıl bir İsm-i A’zam olduğunu bil.
Hem anla ki, bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zat-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.
(Devamı var)
Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (Eskişehir Hapishanesi’nin Bir Meyvesi), Beşinci Nükte, s. 629
LÛGATÇE:
hassa: Özellik.
hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat, ahiret hayatı.
hilkat-i âlem: Âlemin yaratılışı.
ism-i Hayy: “Ezelî ve ebedî hayat sahibi olan” manasında Allah’ın bir ismi.
Muhyî: “Hayat veren” manasında Allah’ın bir ismi.
münkirâne: İnkâr edercesine.