Avrupa’da “Türk” kelimesi, genellikle Müslüman manasında kullanılır. Türkler aleyhindeki bir yazı veya kasıtlı habere bütün Müslümanlar tepki gösterirler.
11 Eylül’le birlikte “Arap” isminin de, İslamiyet’in tarih ve teferruatıyla karşılık bulduğunu artık dünya kamuoyu biliyor. BOP’un enstitülerin raflarından indirilip yavaş yavaş realizeye başlandığı günden beri, insaniyet ve İslâmiyet düşmanlarının Müslümanları ve bilhassa Arapları hedefe koyduklarından kimsenin şüphesi olamaz. Bizim “Arap soykırımı” ifademizi mübalâğalı bulanlar, Müslüman katliâmı da diyebilirler söz konusu felâketlere… İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmiyor.
Bir önceki yazımızda, ortadaki facialardan Türkiye hükümetini de sorumlu tuttuğumuz doğrudur. Geçen altı sene zarfındaki mevzuyla alâkalı yazılarımız arşivlerimizdedir. Birkaç kıvılcımla bir coğrafyanın tutuşarak kül olması hikâyesini oralardan okuyabilrsiniz. Mevcut iktidarın bu süreçteki icraatlarını delilleriyle yazmışız. Dünya kamuoyuna mal olmuş doğru bilgileri biz yazmasaydık da, Batılı gazeteci ve araştırmacılar zaten yazıyorlar.
MÜBALÂĞA VE CERBEZE YAPMADIK…
Mevcut hükümeti, mütemadiyen tarif ve tavsif ettiğimiz ikinci Avrupa zalim ve dinsizleriyle hiçbir zaman eşit tutmadık. İnisiyatifsiz siyasetlerin Türkiye’yi hangi anaforlara çektiğini yazdık. Bediüzzaman Hazretlerinin; “Bizdeki siyaset müteharrik-i bizzat değil, Avrupa üflüyor, bizdekiler oynuyor” hakikatli ifadesinin yansımalarını seyrettik dış politikamızda…Yeni iktidarın geleneksel dış politikayı rafa kaldırması ve global ihtilâlcilerle- tam tanıyamadığından- iş tutması, dostlarımızı da kaybetmemize sebep olmuştur. Yeni Asya olarak bu güne kadar, iktidarın yetersizliğinden, tecrübesizliğinden, iktidarsızlığından ve iktisatsızlığından bahsettik, fakat ihanetinden asla bahsetmedik.
Kimliksizlikle, Kemalizme yakın görünmekle, mukaddesleri siyasete alet etmekle ve iktidarda kalma uğruna birçok tarafa rüşvet dağıtmakla ilânihaye hükümet olunamayacağını yazdık. İktidar kadroları genellikle dindar kardeşlerimiz olduğundan; hep uyarıcı, fakat şefkatli üslûplar kullandık. Bu kadroların sebep oldukları zararlara “kardeşlerimiz” diye göz yumacak değildik, elbet. Şu on dört sene zarfında meydana gelmiş bütün menfilikleri de mevcut hükümete vermedik. Zamanın beraberinde getirdiği, daha önceki zamanlarda oluşmuş ve global konjonktürün gereği olan hadiseleri iktidarın kendi iradesiyle işlediği hatalardan tamamen ayırdık.
Bu meselede anlaşılması gereken en önemli nokta; “dindar” kadroların iktidarında; dışarıda Müslümanların ve bilhassa Arapların, içeride ise Türkiye Müslümanlarının uğradığı maddî ve manevî zararlar olmalı. Arapların, AKP iktidarına güvenerek maalesef düşmanın tuzağına düştüğünü birçok gazeteci ve yazar çoktan yazmaya başladı. Türkiye İslâmının “dindar” iktidar rehavetinde içine yuvarlandığı tereddi, dejenerasyon ve cehalet de dışarıdaki felâketten geri kalır halde değil.
İKTİDAR OLURSUNUZ, MUKTEDİR OLAMAZSINIZ DEDİK…
Türkiye’yi idare eden kadrolara kalsaydı Libya paramparça olur muydu? Petrollerine Sarkozy’nin Fransa’sı konar mıydı? Mısır evlât acısıyla kıvranır mıydı? Zayıflayan istibdat, İhvan’ın hatasıyla tekrar kuvvetlenir miydi? Şam-ı Şerif ile Musul arasında IŞİD canavarı hortlar mıydı? Ya Irak… Basra’dan Kerkük, Tikrit ve Felluce’ye kadar… Her hane yangın yerine döner miydi? Rusya uçağını düşürüp ticaretteki en iyi ve kuvvetli dostunu düşman yapar mıydı? Arap, İran ve Afganistan coğrafyalarında on binlerce insan kandırılıp Avrupa yollarına düşürülerek helâk ettirilir miydi? Akdeniz ve Ege, bir Arap kabristanına döner miydi?
“Dindar” hükümetler, elbette bu cinayetleri zinhar istemezler. Fakat acı olan, düşmanlarımız Müslümanların başına felâketlerin kapılarını bu “dindar” kadrolara açtırıyorlar. Hem bize ve hem de kardeşlerimize ıztırap üstüne ıztırap yaşatıyorlar. Ne soykırımları, ne katliâmları ve ne de ümmetin içine süfyaniyetçe yerleştirilmiş fitne ateşini kimse inkâr edemez. Fakat felâketi durdurmak her zaman mümkündür. Yeter ki kaybedilen feraset ve basiret hasletleri ile meşveret esasına tekrar dönülsün.