Hayat ile ölüm arasındaki mesafeyi sordular... Yanındaki arkadaş acele davrandı: Ayrılık ile kavuşmak kadar... Hayret etmedim değil...
Mevsimler arasındaki uzaklığı, meselâ kış ile bahar arasındaki uzaklıkları sorsaydım da, mutlaka aynı cevapları alacaktım...
Dünyamızın birbirine en uzak köşeleri nasıl da bitiştirilmiş. Ölüm ile hayat... Vuslat ile firak... Ve bahar ile kış...
Yanıbaşımdaki arkadaşımın sanki acelesi var... İkide bir mevsim-i rebi’dir, diyor... Nisan yağmurlarından bahsediyor. Nisan’ı beklemeden uçanların geriye döndüklerini anlatıyor... Bahar diyor, baran diyor, Nisan diyor Rebi’ Rebi’ diyerek... İhsas ediyor bana...
Baharı beklemeden uçanlar... Ardı sıra hüzünlü dünyalar bırakıp gidenler mi dönmüş geriye... Mart soğuklarının geçici olduğunu bilmeyenler, benim gibi hayrette kalırlar. Mevsim-i rebi’nin bir nefes ötede olduğunu bilmeyenler, ufuklara hiç bakmamışlar. Dünyalarındaki fırtınalarla uğraşmış durmuşlar... Bilenlerin dünyası başka imiş. Mart sonunda ayrılanların baharda döneceklerini biliyorlarmış... Güllerin seherinde, papatyaların fecrinde, lâlelerin sabahında onların aramıza döndüklerini sonradan öğrendim.
Uçup gittiklerini zannettiklerim demek ki çok da uzaklara gitmemişler. Şöyle kolaçan etmişler öteleri, berzahları ve her iki diyara bakan tepeleri... Sonra hal-i pür melalimizi görmüşler ve dönmüşler aramıza... Yıldızımızdaki çatışmanın gürültülerini, mazlûmların feryatlarını ve Mesih’in nefesini duyarak bize gelmişler... Gelmişler ve yeniden koyulmuşlar kaldıkları yerden... Tehlikenin büyüklüğü, gafletimizin derinliği ve düşmanın merhametsizliği onları tedirgin ettiğinden, yeniden öne geçmişler ve yoldaşlarını uyandırıp teşvike başlamışlar, diyorlar...
Dün 23 Mart’tı... Sonra 2 Nisan’dı ve 4 Nisan’dı... Mevtim hayatımdan daha çok size faydalı olacak demişti Seyda... Biz, mevt ile hayat arasına öyle uçsuz bucaksız coğrafyalar koymuşuz ki dünyamızda... İşte onun için dönüşünü fark edememişiz. Fark edenlerin bir kısmı da rüyalarında uyandırılmışlar. Ufuklara çöken kara bulutların bize nefes aldırmamaya çalıştığı karanlık bir gecede dönmüşler. Seyda’nın yanında Hafız Ali’leri, Asım’ları, Feyzi’leri, Tahirî’leri ve Zübeyir’leri görenler hiç, ama hiç şaşırmamışlar.
Düşmanın, dünyamızın mahremiyetlerini istilâsını duymuşlar... Gafletin derinleştiği zifiri gecelerin korkunç rüyalarında, tehlikenin saldırısı karşısında uzuvlarımızın işleyemez, elimiz ve ayağımızın tutamayacak hale geldiğini yaşamışsınızdır. İşte gezegenimize sihirbazların çalıntı son teknoloji ile saldırdıklarını görünce gidenler, şefkat ve merhametlerinden tekrar dönmüşler aramıza...
Güneşe rağmen cildimizi alev alev yakan soğuğu hiç yaşadınız mı? İşte öyle bir mevsimin yangınında, mevsim-i rebi’yi rüyamızda sayıklarken, yanıbaşlarımızdan saçlarımızı okşayarak geçmişler. Güneşli günlere zemherir hiç yakışmıyor. Etraf, mü’min kimlikleri ile bilinen milyonlarla çevrili iken, amansız ve emansız düşman nasıl girmiş olabilir harim-i ismetlerimize... Haramdan kaçınmayan mü’minlere, sanki cinler ve periler musallat olmuş... Öz kardeşinin boynunu vuruyor, Fizan’da, Yemen’de ve büyük Sahara’da... Anadolu’daki manzara daha da ürkütücü... Ölmüş kardeşlerinin etlerini çiğneyen mü’min yığınlarının dehşetli hallerini seyretmeyi, her kalp kaldıramıyor artık.
Mart sonu veya Nisan başıydı, ama henüz mevsim-i rebi değildi... Güneşe rağmen yakıyordu ahirzaman soğuğu. Ve labirentlerinde bitkinken, ümit tepeleri bitmişken ve inananlar dünyamızın en derin çukurlarının etrafında kendilerinden geçmiş haldeyken gelmiş serdengeçtiler... Bizi tenvim eden gafleti süpürüp temizleyecek iksirlerle gelmişler... Henüz haşir başlamışken koşturulmuşlar yardımımıza... Kur’ânî ve Peygamberî nurlarla gelenlerin ellerinde, henüz tomurcuklanan ağaçların meyveleri varmış... Turfanda mı desem, bahara bizden önce ulaşmış diyarlardan mı desem veya ötelerden mi...
Onların gelişini gören şerirler, bizleri teknolojinin son icatlarıyla teshir edip; elimize kelepçeler ve ayağımıza demir halkalar takanlar, yardım istemememiz için ağızlarımızı bantlayanlar öyle kaçmışlar ki... Gelenlerin ellerinde Hz. Musa’dan (as) asalar varmış. Asaların ucundaki nurlar, uçurmuşlar şeytanların giysilerini... Velilerden, kutuplardan ve bazen de meleklerden çaldıkları giysilerin bir kısmı uçmuş, diğerleri erimiş ve coğrafyamızı kana bulayanların şeytani silüetleri ortaya çıkmış... Atmosferi zehirleyen uyutucu maddenin tesiri azaldıkça uyanan mü’minler, dehşet içinde yeni yeni manzaraları seyrediyorlar... Feryad ü figanın sırası şeytanlara gelmiş... Nurlarla dönen serdengeçtilerin ellerindeki ışıklarla en karanlık manzaralar, en doğru şekilde görünür olmuşlar artık...
Mevsim-i rebi’dir, zaman temizlenme zamanı... Tabiatı pirupak ederken mâ-i Nisan, biz hâlâ kışın kerih kokularıyla mı dolaşacağız? Bak Nisan yağmurları bizi çağırıyor. Yalnızca sümbülün mü ihtiyacı var baran-ı Nisan’a... Kalbimin, ruhumun, duygu coğrafyamın ve vicdanımın sümbülden de, nergis ve çiğdemlerden de çok bu bütün kirleri iksirleriyle temizleyen ve gidenleri dâvet eden Nisan yağmuruna ihtiyacı var...Ya sizin...