Uslu kelimesini lugate uygunca, yalnız “akıllı” olarak kabul ettiğimizde, yazımızın başlığı elbette doğru kaçmaz.
Örfte; halk kabulündeki “Uslu” kelimesinin manası ise, etliye sütlüye pek karışmayan olunca, elbette uslu değildi, Halil Ağabey. Sübhan’ın eteklerinden, Başed’in zirvesinden kopan nasıl uslu kalabilirdi ki… Ahmed Ramiz’in Üstada atfen dediği gibi; hürriyetin en geniş manasını soluyan coğrafyanın çocuğu, suya-sabuna karışmayan bir hayat tarzına yönelemezdi.
Çok çocuklu şark ailesinde, genellikle küçükler, tahsil veya san’at için şehirdeki fedakâr akrabalarına koşarlar. Başed’in eteklerinden Van’a, Bitlis’e veya Hakkâri’ye tahsile gidilemezdi. At veya katır sırtında, karlı dağlar yol verirlerse en az 10-12 saat…Medeniyetin güzelliklerinden olan yol, elektrik ve hızlı ulaşım o günlerde henüz Doğunun dağ köylerine selâm verememişti. İşte bu şartlar içinde Halil Ağabey 8-9 yaşında iken Konya’daki halasına geliyor. Ortaöğretim… Okul vakitleri dışında manifaturacıda tezgâhtarlık yaparken bu ateşîn çocuk, nur bahçesindeki bahtiyarların komşuluğuna düşüyor: Halıcı Sabri, Rıfat Filizer, Sadullah Nutku ve sık sık Konya’ya uğrayan Zübeyir Gündüzalp. Halil Ağabeyin hatıralarında bu kutup insanlar çok, ama pek çok canlı yaşarlardı. Çok farklı ve fakat birbirlerini tamamlayan dünyalar… Ehl-i ilim ve ekabirle oturup kalkmasını bilen, zekâveti kadar hassas ve dâvâsında musır Karlıovalı Halıcı Sabri Ağabey... Karadenizin içli, müttaki, müstakim ve fedakâr insanı Sadullah Nutku… Hz. Mevlânâ ve arkadaşlarının bu şehre taşıdıkları iklime gelmiş Seyda’nın doktor talebesi… Dikkatli, derin ve ilimde zirve insanı Abdülmecid Nursî… Ve Halıcı Sabri Ağabeyin celâlinden kaçarken Halil Ağabeyin cemaline sığındığı Zübeyir Gündüzalp… Elbette o günün Konya’sı bundan ibaret değil. Cehaletimiz Halil Ağabeyin şehadet âleminden itiraz edemeyeceğini düşünerek, bize bu kadarını yazdırıyor. Onun çocukluğundan ta olgunluğuna kadar birlikte cepheden cepheye koşuşturdukları merhum Özsoyları, Çiçekleri, Canellerini, Ambarlıları, Daniyarları ve daha nice kahramanları da bu vesileyle rahmetle analım.
Elbette dad-ı Hakk ra kabiliyet nist! Fakat sebepler dünyasında yaşıyoruz. Z. Gündüzalp gibi bir kahramanın nüvesinin uyanmasında, Rıfat Filizer’i düşünemez miyiz… Bediüzzaman gibi talebelerinin istidat ve kabiliyetlerinin inkışafına Kur’ân ile merkezîlik yapan bir Üstadı burada hariç tutarak bir tesbitte bulunmak istiyoruz: Risale-i Nur’u anlamada bize yardımcı olan Ağabeylerin renklerini farkına varmadan taşıyoruz. Nurlarla temayüz etmiş ve istikamet üzere saadet ülkesinin rıhletine mazhar olmuşların hayatları bu yönüyle incelenseydi, onların da ustabaşıları tesbit edilebilinirdi. Halil Uslu’da Rıfat Filizer’den Zübeyir Ağabey’e geçen korkusuz cengâver ruhunu gördükçe, yukarıdaki sırrı düşünmüşümdür. Halıcı Sabri Ağabeydeki, dikkat, takva, disiplin ve gelenek adabı… Abdulmecid Nursî’deki incelik, mülâyemet ve ikram duygusu... Konya’da halitaya dönüşmüş bu çizgiyi bilmeyenler farklılıkları zıtlıklar olarak görür ve rahatsız olabilirler… Halbuki o güzel beldede yalnızca hoşgörü ile koşulmazdı: Hikmet, adalet, rikkat, doğru hürriyet ve muhabbet orada farklı boyutlarda birbirlerine sarılmış olarak yükselirler.
ÇUBUĞUN ARKASINA GİZLENEN EVLİYA
Meşhur bir hikâyedir… Halk bilgesi Hakk dostu, sözünü esirgemez, adaletten ayrılmaz ve nasın bakışlarını fazla nazara almaz bir ehl-i kalp ile bir medrese ve tekye ehli dostturlar. Tekyenin pek de hoş karşılamadığı çubuğu içtiğinden arkadaşına devamlı takılan sofi hoca bu çubuğundan dolayı arkadaşının mana âlemindeki tekâmülünü fark edemez. Devamlı tenkitler, ikazlar ve lâtife dolu karşılıklı atışmalarla geçer hayat… Hocanın arkadaşı gün gelir vefat eder. Techiz ve tekfin işini de hoca arkadaşına havale eder. Çubuk içen arkadaşının cenazesini istemeye istemeye yıkamak zorunda kalmıştır. Teneşirdeki arkadaşını yıkarken görüyor ki arkadaşı, kendiliğinden sağa sola dönüyor, başını kaldırarak gasline yardım ediyor, Hoca’nın… Bu durumu müşahede eden arkadaşı söylenmeye başlar: bunca yıldır bir çubuğun arkasına gizlendin durdun… Bu arkadaşlık vefasına sığar mı!
Halil Ağabey binin üzerinde konferans vermişti. Verdiği konferanslarda mesajının alkışlanmasını isterdi... Temsil kabiliyetini her yerde İslâm için sergilerdi. Her türlü imkânı nurlar için kullanırdı. Bir çoğunun ilk anda yanlış anlayabileceği bir hale bürünürdü, bütün bunları yaparken. Hemşehrisi, candostu Mikail Ağabey’in de yazısında belirttiği gibi tabutu parmaklar üzerinden sür’atle kabre koşarken, dikkatli olanlar şaşmış, kalmış… Başlar üzerinde onun kabrine uçuşunu müşahede edenler, Halil Ağabey’in arkasına gizlendiği o anlaşılmaz hallerini düşünüp durmuşlar. Zahiren bizi vartadan vartaya düşürecek haller, onu istikametinden, cemaatinden, gazetesinden, içtimaî ve siyasî çizgisinden bir parça bile uzaklaştıramadı…
Hepimizin başı sağolsun…