Necati Avcı: Zilletle ele geçen âb-hayat, tıpkı Cehennem gibidir. İzzetle Cehenem ise, medar-ı iftihar bir menzilim olur.” Dîvânü Antere (Tarihçe-i Hayat) İzah eder misiniz?
Mü’min İzzetlidir
Mü’min değerlidir. Kıymetlidir. İzzetlidir. Şereflidir. Kerimdir. İman ona emsalsiz bir şan ve şeref kazandırmıştır. Bu sebeple mü’min, bir yudum suya sahip olmak için yolunda eğer zillet varsa, ona sahip olmak istemez. Yokluğu tercih eder. Sabreder; ama menfaatine asla eğilmez. Yokluk ve sabır onun izzetine yakışır, ama eğilmek ve zillete girmek onun izzetine yakışmaz.
Buradaki izzet, “gurur” ve “kibir” değildir. Bu izzet, imandan doğan, küfre ve zındıkaya boyun eğmemeyi gerektiren yüksek bir iman halidir.
Dolayısıyla, en mühim bir mesele de olsa, zillet verdikten sonra, insanı ezdikten sonra, insanı değersizleştirdikten sonra, izzet sahibi insan için, o şey artık cehennem kadar değersiz bir şey olur. İzzet sahibi bir insan izzetini hiçbir menfaatle değiştirmez. Cehennem de olsa, Cehennemi iftihar menzili bilir, ama izzetinden taviz vermez.
Muktesıt İhtiyarın İzzeti
Risale-i Nur’da Hatem-i Taî örneği vardır. Hatem, Tay kabilesinin reisidir. Onu cömert ve zengin bir kadın olan annesi yetiştirmiştir. Hatem küçük yaştan itibaren cömert olduğu için cevad olarak da anılmıştır.
Lem’alar’da, zengin birsine karşı, rezillik bahasına izzetten vazgeçilmediği hususuna şöyle bir misal verilir: “Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hatem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor.
Hatem ona dedi: “Hatem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hatem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?” Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”1
Said Nursi’nin İzzeti
Dünyevî geçici nimetler için bile izzet terk edilmezse, iman gibi yüksek bir dava için izzet ve şereften asla taviz verilmeyeceği anlaşılmış olur. Bu konuda en güncel örneğimiz Said Nursi hazretleridir. Kendisine mebusluk, doğuya umumi vaizlik, bir köşk ve üç yüz altın lira gibi o gün mebusların bile almadığı bir maaş teklif edildiği halde2, o Anadolu’ya halkın içine, insanların sinesine inmeyi bunca tekliflere tercih etmiştir. İzzetini ve şerefini dünya menfaatine değiştirmemiştir.
1952 yılında kendisini ziyarete gelen Eşref Edib’e söylediği şu sözler ibret vericidir:
“Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehâmet-i İslamiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.”3
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 254., 2- Tarihçe-i Hayat, s. 160.,
3- Tarihçe-i hayat, s. 645