Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ve sûr üflenir. Ve onlar kabirlerinden kalkıp

Rablerinin huzuruna koşarlar.

Yâsin Sûresi: 51

20.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Merhamet etmeyene merhamet edilmez, bağışlamayan bağışlanmaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3759

20.10.2006


Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri Ramazanda zuhur etti

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyali-i aşere olan mübarek o geçmiş gecelerinizi ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle, Risâle-i Nur’un tab ve intişarına ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın tevafuklu tab’ına sizleri muvaffak eylesin. Âmin.

Saniyen: Risâle-i Nur’un bir hülasası olan Ayetü’l-Kübra ve Hizb-i Nuriyenin bir hülasatü’l-hülasası hükmünde otuz üç kelime-i tevhidin namaz tesbihatındaki eskiden beri okuduğum ve Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri namaz tesbihatında inkişaf etmesiyle hayalim fazla tevessü ederek, o otuz üç kelime-i tevhid, herbirisini kâinatın bir tabaka-i mahlukatının lisan-ı haliyle söylediği o kelimeyi ben o lisan ile söylüyorum gibi, o külli lisan-ı hal, benim cüz’î lisan-ı kalimin aynı olur. Ben, kemal-i zevkle okuyorum. Size de suretini gönderiyorum.

Benim şüphem kalmadı ki: ...”Tefekküri sâatin” sırrını taşıyan Hizb-i Nuriyenin on beş dakika zarfında bu Hülâsatü’l-Hülâsası dahi aynı sırrı taşıyor. Arabî bilmeyenler, Ayetü’l-Kübrâ’nın mertebelerini güzelce anlasalar, bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen, birkaç defa ikisine baksa, tam anlayacak. Bunu ben yirmi dört saatte bir defa ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte, en ziyade usandığım ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana ulvî bir inşirah verir, usancı izâle eder. Âyetü’l-Kübrâ ve Hizb-i Nuriyenin ahirinde yazılsa, münasip olur. Manidardır ki, Ayetü’l-Kübrâ ve Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri, Ramazan’da ve tesbihatında zuhuru gibi, bu Hülasatü’l-Hülâsa, aynen Ramazan’da ve tesbihatta zuhur etti.

Salisen: Bugünlerde haber aldım ki, Heyet-i Vekile, benim nüfusumu Kastamonu’dan alıp Emirdağına nakletmeye karar vermişler. Anlaşılıyor ki, Risale-i Nur’a ve talebelerine ilişmeye bahane bulamıyorlar, yalnız ehemmiyetsiz şahsıma ehemmiyet veriyorlar, kayıtlar altına alıyorlar.

Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki, ben ruh u canımla, onların, Risâle-i Nur ve talebelerine ilişmeye bedel bana ilişmelerini iftiharla kabul ediyorum. Güya başka yerlerde birden bana iltihak ediyorlar ve men’ine çare bulamıyorlar, fakat burada tam çare bulmuşlar zannedip böyle muamele oluyor. Siz hiç müteessir olmayınız. Benim bu vaziyetim, Risâle-i Nur şakirtlerinin fütuhatlarına bir vesiledir. İnayet-i merhamet-i İlahiye, hakkımda ehl-i dünyanın haksızlıklarını büyük bir hayra çevirecek kanaatindeyim. Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mani olamaz. Şarkta, garpta, hatta ahirette, berzahta olsa da beraberiz. Meselâ, berzahta Hafız Ali (r.h.) hergün mânen yanımızdadır. Bu hakikate binaen, sûrî ayrılmaya, hatta ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.

Emirdağ Lâhikası, s. 83

Lügatçe:

leyâli-i aşere: On mübarek gece.

zuhur: Ortaya çıkma, meydana çıkma.

20.10.2006


Namazı tavsiye etmenin ölçüsü

İslâm’da en önemli ibadetlerden birisi, belki de birincisi namazdır. Namaz dinin direğidir. Namaz imanın kalpte karar kılması için en önemli vasıtadır. İnsan her gün beş defa namaz yoluyla Cenâb-ı Hakkın huzuruna çıkarak iman ve teslimiyetini tekrar eder. Bu tekrarlar imanın kalpte kök salmasına yol açar. Daha o imanı kalpten söküp atmak mümkün olmaz.

Namaz aynı zamanda insanın hayatını düzene sokar. İnsan her gün düzenli olarak yaptığı bu ibadetle kâinatta geçerli olan nizam ve intizama uyum sağlamış olur. Namaz insanı maddî ve manevî çirkinliklerden, kötülüklerden alıkoyar, kalp, ruh ve nefsin temizlenmesine vesile olur. Bütün peygamberler ümmetlerine öncelikle namazı tavsiye etmişlerdir. Resûl-i Ekremde (asm) ümmetine ve yakınlarına namazı birinci görev olarak tavsiye ve teşvik etmişlerdir. Hatta Dar-ı Bekaya intikal ederken en son tavsiyeleri de “Namaz, namaz, namaz… Namaz kılmaya devam ediniz” olmuştur.

İşte namaz kılmak böylesine önemli ve hayatî bir ibadettir.

Lâkin bu asırda bu mühim ve kıymetli ibadetin ifasında sıkıntılar var. Ehl-i iman, mü’min ve inançlı insanlar olmasına rağmen, namaz ibadetini yerine getirmek yolunda tembellik yapabiliyor, bu mühim ve hayatî ibadeti ihmal edebiliyor. “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor” tarzında bahanelerin arkasına sığınarak saadet-i ebediye hesabına ciddi zararlara giriyorlar.

Böyle düşünen mü’min kişileri münasip şartlar içinde irşat ve ikaz etmek gereği açıktır. Elbette ki öncelikle iman ve teslimiyeti güçlendirmek daha uygun olacaktır. Zira ibadet zaafının çoğu, iman esaslarını ve hakikatlerini bütün duygu ve lâtifeleriyle tam olarak massedememekten kaynaklanan bir iman zayıflığı sonucu ortaya çıkıyor. Cenâb-ı Hakk’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyarak imanını kuvvetlendiren bir mü’min elbette ki, namaza devam etmekte zorlanmayacaktır.

Ardından namaz ibadetini makul ölçüler içinde teşvik ve tavsiye etmek gerekiyor. Bazen imanı güçlü birisi dahi nefsin ve şeytanın desiselerine kapılıp ibadeti terk edebiliyor veya aksatıyor. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken hususlar var. Namazı tavsiye ve teşvik ederken dikkatli olunmalı. Ölçüye dikkat edilmeli. Kişinin aklının alabileceği şekilde, gücünün yetebileceği kadarı tavsiye edilmeli. Çıtayı çok yükseğe koymamalı. Kişi daha yüksek atlamaya yeni başlamışsa, siz onun önüne dünya şampiyonunun atladığı yüksekliği çıkarırsanız, meseleyi baştan kaybetmiş olursunuz.

Bazı ehl-i irşadın sözlerinden duyuyoruz. Çoğu kez Cuma vaazlarında da anlatılıyor. Hikâye bu: Bir gün Hz. Ali Efendimizin ayağına bir hançer saplanmış. Çevresindekiler hemen o hançeri çıkarmaya koşmuşlar. O mübarek insan demiş ki, “Durun, ben namaza durayım siz o zaman o hançeri çıkarırsınız, o zaman acı duymam.” Bu doğru ve hak bir hadisedir. Elbette ki çok yüksek bir iman taşıyan bir insan, Allah’a böyle bir teslimiyet gösterecek ve maddî âlemin sınırlarını aşacaktır. Fakat günümüzdeki insanlara böyle bir namaz kılması gerektiğini söylemek, faydadan çok zarara yol açabilir. Zira sahabeler tarzında namaz kılmak çok büyük evliyalara bile nasip olmaz. Nerede ki, bu gün bir sinek ısırmasından namazı bozanlara nasip olsun.

Büyük bir evliya zât bir gecede bin rekât namaz kılmış. Ve yine mühim bir evliya kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını eda etmiş. Bu ve benzeri misâller de sıkça verilen misâllerden. Elbette ki tamamen doğru ve hak olan bu tür misâller insanları namaza teşvik için, iyi niyetle söyleniyor ve gerektiği yerde söylenebilir de. Fakat dikkat edilmesi gereken; daha yeni namaz kılmaya başlayan veya namaz kılmayan kişiden beklenecek haller değil bunlar. Zira bu tür haller, daha bir günlük kırk rekâtı kılmayı başaramayanların zihninde mevhum barikatlar ortaya çıkarabiliyor. Kişi, Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?” gibi vesveselere kapılarak daha namaza başlamadan yorulabiliyor.

Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin çok güzel teşvik ve tavsiyeleri var. Özellikle 9. Söz ve 21. Söz’de namaza dair çok hoş hikmetlerden bahsedilmiş. Hatta Üstad Hazretlerinin bu konuda ilginç uygulamaları da var.

Denizli hapishanesi esnasında idamlık bir mahkûm namaz kılmaya başlıyor. Nur talebelerinin bulunduğu bölümde namaz kılan bu mahkûm sadece vakit namazlarının farzlarını kılıyor, sünnetleri terk ediyordu. Ona sormuşlar, “Niçin böyle yapıyorsun” diye. Cevap bir hayli ilginç: “Hoca efendi bana namaz kılmamı söyledi. ‘Sen sadece farzları kıl, ben senin yerine sünnetleri kılarım’ dedi. Ben de sadece farzları kılıyorum.”

Gördünüz mü tavsiyedeki inceliği?

Ne kadar makul, ne kadar akılcı ve hale uygun bir namaz tavsiyesi. Tam da kaldırabileceği bir yük. Şayet o kişiye daha işe başlamadan gel kırk rekât kıl dense idi, belki de bu çok ağır bir yük olacaktı, kişi eski yoluna devam edecekti.

Sonra hatıralardan öğreniyoruz ki, o kişi sünnetleri de kılmaya başlıyor. Ardından kaza namazlarını da îfâ edip, ebedî hayatını ihyâ ediyor. Önemli olan kişiyi namaza bir noktadan başlatabilmek. Sonrası kendiliğinden geliyor. Namazın lezzetini alan namaz kılmaya doyamaz elbette.

Risâle-i Nur’da geçen “Yirmi dört saatten birisini namaza sarf edin. Günde bir saat abdestle birlikte namaza kâfî gelir” sözleri ne kadar güzel, ne kadar makul ve akılcı bir teklif şeklidir.

İşte namazsız insanlara namazı tavsiye ederken bu yol takip edilmeli. İnsanların yapabileceği en kolay ve en hafif şekli tavsiye edilmeli. “Kolaylaştırmalı, zorlaştırmamalı.”

Şimdi bir kişiye, “Sabah yatağından kalkarsın, bitkilerin, böceklerin, çiçeklerin ve tüm kâinatın uyandığı bir anda uyanırsın. Kalkar abdestini alır, vücudunu günün yorucu zahmetlerine hazırlarsın. Sabah namazını edâ edersin. Bu senin ancak on dakikanı alır. Ardından öğle vaktinde, gün dönümünde, hem dinlenir, hem de öğle namazını kılarsın. Bu da yaklaşık on-on beş dakikanı alır. Gün batımına doğru ikindiyi ifa eder, akşam namazında ise kısa bir nefsî hesap yaparsın. Hem akşam namazını kılar, hem de gün içinde isteyerek veya istemeyerek kazandığın günahlardan tövbe edersin. Yatsı namazını ise gecenin sessizliğinde, ahirette çok daha güzel bir hayat umudu ve beklentisi içinde ifa edersin. Bütün bu namazlar senin bir saatini almaz” diye makul ve akıl dairesinde bir teklif yapılsa netice alınması kuvvetle muhtemeldir.

Allah tüm mü’minlere namaz ibadetinde daim olmayı nasip etsin.

Halil AKGÜNLER

20.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

HUCURAT:

1. Ey bize îmânı sevdiren, onu gönüllerimizde süsleyen, küfrü, fıskı, isyanı da iğrenç gösteren; böylece bizi doğru yolda bulunduran! (7)

2. Ey âdil olanları seven! (9)

3. Ey göklerin ve yerin gaybını bilen ve onların yaptıklarını gören! (18)

KAF:

1. Ey gökten bereketli bir su indiren ve onunla bahçeler ve daneli ekinler bitiren! (9)

2. Ey insanı yaratan, nefsinin ona ne vesvese verdiğini bilen ve ona şah damarından daha yakın olan! (16)

3. Ey katında söz değişmeyen ve kullarına asla zulmedici olmayan! (29)

20.10.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Risâle-i Nur, ikna kabiliyetini geliştirir

Risâle-i Nur’u okuyanların ikna kabiliyeti artar, akıl ve mantığı işler ve kuvvet bulur. Herhangi bir mevzuu seviyesi nisbetinde muknî bir surette ifade edebilmek meziyetine sahip olur. Zira o Nurcu baştanbaşa aklî, mantıkî ve muknî bir şâheserin şâhâne dersleriyle tenevvür ve tefeyyüz etmektedir.

20.10.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Ona (asm) gelen şifa buldu

Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek eli Hekim-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa; ve nev-i beşer çok musibet ve belâlara giriftar olsa, elbette Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî Katiyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ne kadar mecnun gelmişse, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuşsa, katiyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.

İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kati ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette müracaatlar binler olacaktır.

Mektûbât, s. 144

20.10.2006


ESMA-İ HÜSNA

Mülâkkin

Allah (c.c.), Mülâkkin’dir. Yani yaratıklarına ve mahlûkata vazifelerini telkin eder, kullarına istikâmeti gösterir ve hidâyet verir. Bilhassa hayvanâtın hemen hepsi dünyaya geldikleri zaman nasıl hareket edeceklerini, rızıklarını nelerden ve nasıl elde edeceklerini, hastalıklarında nasıl şifâ bulacaklarını, hayat şartlarına nasıl ayak uyduracaklarını, sevk-i İlâhî ile, yani telkin edilmiş bilgi ile beyinlerinde hazır bulmaktadırlar. Cenâb-ı Hak tüm canlılara ihtiyaçları olan şeyleri telkin ve ilham etmektedir.

Mülakkın ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebir’de vârit olmuştur.

İnsanın ilhama ve vahye mazhar olmakla beraber fıtrî vazifesinin ilim öğrenmekle kemâle ermek olduğunu vurgulayan Bedîüzzaman, hayvanın aslî vazifesinin ise tâlim ve öğrenmekle kemâle ulaşmak olmadığını, onlara ihtiyâcı olan bilgilerin doğrudan ilhâm edildiğini, onların yalnızca istidatlarına göre amel etmekle mükellef bulunduklarını beyan eder.

Cenab-ı Hakkın vahiy ve ilham yoluyla tüm mahlûkatına tâlimâtlar ve bilgiler gönderdiğini nazara veren Saîd Nursî, âlem-i gaybın her tarafında vahiylerin hakikatının her zaman hükmettiğini, âlem-i şehâdette ise Cenab-ı Allah’ın peygamberlerini vahiyle ihâta ettiğini, Kur’ân’ın ve semâvî kitapların sırf vahiyden ibâret olduğunu, Cenab-ı Hakkın Kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuştuğunu, böylece ilmiyle ve kudretiyle olduğu gibi kelâmıyla da her yerde hâzır ve nâzır bulunduğunu kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, vahiy gölgesiz ve sâfîdir. İlham ise gölgelidir, renkler karışır ve umûmîdir. Melâike ilhamları, insan ilhamları, hayvan ilhamları gibi muhtelif ilhamlar Allah kelâmının, denizlerin köpükleri kadar sonsuz tasarruflarındandır. “Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi” (Kehf Sûresi: 109) âyeti buna işâret etmektedir. Cenab-ı Hakkın kullarıyla ve mahlûkatıyla konuşmaları, onları sevdiğinin ve duâlarına fiilen ve kavlen cevap verdiğinin alâmetidir.

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

20.10.2006


Sorularla Risale-i Nur

Mü’minin mü’mine duâsı nasıl olmalıdır?

Esbâb-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimâı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

* Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek,

* Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur dualarla dua etmek; meselâ,

“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74); “Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.) gibi câmi duâlarla dua etmek

* Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,

* Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

* Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

* Hem Cumada, hususan saat-i icabede,

* Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

* Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadir’de duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me’muldür.

O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir sûrette kabul edilmiş denilir.

Mektubat, s. 270

esbâb-ı kabul: Kabul sebepleri.

şerâit: Şartlar.

20.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004