Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Kurban bir imtihandır

Hz. İbrahim'in (a.s.) peygamberliği, İslâm peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), insanlık ve peygamberlik zincirinin ilk halkası Hz. Adem (a.s.) gibi bütün insanlığı etkilemiş, insanlık ve İslâmlık şahs-ı mânevîsinin tarihî ve mânevî gelişiminde önemli bir dönüm noktasının temsilcisi olmuştur. Onun ve ailesinin yaşadıkları bütün insanlık için mânevî âlemlere açılan bir pencere hükmüne geçmiş ve mülk boyutunda Hz. Adem'in (a.s.) melekût boyutunda Hz. Muhammed'in (asm) çekirdeği olduğu, fihristeliğini yaptığı şecere-i hilkat ya da İslâmiyet'in akis hali olması gereken insaniyetin kolektif şuurunda derin izler bırakmıştır.

Hz. İbrahim (as) ve ailesinin yaşadıkları onların, dolayısı ile bizlerin ve bütün insanlığın Rabb-i Rahim'lerine, Hâlık-ı Kerim'lerine yakınlaşma yani bir akrebiyet-i İlâhiye serüvenidir. Yaratılış gayemizin hayat serüveninin nihaî meyvesinin ortaya çıkış hali olan bu durum, asırlardır tekrar sembolize edilip yaşanmaktadır.

İnsanlık sembolik de olsa Yaratıcısına, Mahbubuna yakınlaşma serüvenini her yıl tekrarlamaktadır. Bu yüzden bir yıllık süre içinde Ramazan ve Hac dönemlerinin ayrı bir coşku ve heyecanı vardır. İnsanlık ve İslâm âlemi Rab'lerine kavuşmanın heyecanını büyük bir coşku ile yaşar, Mahbub-u Ezeli'nin aşkı ile yanıp tutuşmanın ve bu hal ile bir pervane gibi Kâbe güneşi etrafında dönmenin sıcaklığını iliklerine kadar hissederler. Muhabbet halka halka olur, sevgi yumaklaşır ve Kâbe etrafını saran insan helezonu ve sevgi sarmalı kalplerden bütün insanlığa, dünyaya ve kâinatın tamamına uzanan bir sevgi yumağına dönüşür. Bu muhabbet serüveninin sonu, coşkulu halin sonu çetin bir imtihanın sembolize edildiği halin yaşanması ile biter. Bu imtihanı en çetin şekli ile Hz. İbrahim (a.s.) yaşamıştı. Çöllerden, ateşler içinden, susuzluktan geçen bir serüvenin sonunda "salihlerden olacak bir evlât" niyazı ile Rabb'ine yönelmişti. Rabb'i yıllarca süren bekleyişin ardından Kur'ân'da "İşte o zaman biz onu uslu bir oğulla müjdeledik" saffeti hitabıyla niyazını işittiğini ve kulunun farkında olup onu sevdiğini ifade ediyor. Ancak sevginin asıl kaynağı, sevmeyi veren ve sevenlerin sevgisi ile seven, sevdiğini hissettiren Mahbub-u Mutlak bunun şuur sahipleri ayinesinde ne ölçüde makes bulduğunu görmek istiyor. Bu sonsuz sevgi karşısında onlar nelerini feda edebiliyorlar, görmek istiyor. Kaç tanesinde eşini ve çocuklarını kaybettiği halde, pervasızca Resulullah'ı soran, mal, mülk ve evlâttan geçip Allah ve Resulü'nün aşkı ile yanan annenin hali var diye imtihana tabi tutuyor. Nefis ve mallar, ene ve tabiat gibi kesretin, mülk boyutunun şekillendirdiği haller, mânâ-i harfi ile Sani-i Hakiki'lerini işaret etmek yerine, kendi başlarına bir değer gibi ayinelik değil gölgelik, perdelik edip mânâ-i ismi ile algılandıklarından, şuur sahipleri böyle bir imtihanla yüzleşiyorlar.

Esmanın eşyaya dönüştüğü, mücessem hâle geldiği tabiat ve benlik, en belirgin şekilde hayat etrafında şekilleniyor. Sanki kâinat çarkları, mülk kanunları hayatı etrafında dönüyorlar. Bu yönüyle hayat, mânâ-i harfi ile algılanmadığında bir tağuta dönüşüyor. Firavunlaşmış nefisler bazen, rahmet-i İlâhiye'nin önüne geçmiş gibi ifade edilen sevgi cümleleri ile Allah yolunda akıtılan kanı belki bu yüzden cinayet, katl olarak algılama ölçüsüzlüğüne ve ahmaklığına girebiliyorlar. Sanki hayat veren, idame ettiren Hayy-ı Kayyum değilmiş, O'nun merhameti ve sürekli inayeti olmaksızın hayat devam edebilirmiş gibi canlıları Malik-i Hakiki'lerinden korumak gibi ahmakça bir tavır sergileyebiliyorlar.

Bu yönüyle kurban, gerçek sahibini unutmuş, Rabb-i Rahim'den bağları kopmuş gibi gözüken ene, tabiat gibi tağutların temerküz ve tecessüm ettiği hayatı, yani insanın en değer verdiği varlığı Allah yolunda feda etmek imtihanı. Nefis ve malların O'nun yolunda feda edilebildiğine, O'ndan geldiğine ve O'nun tasarrufunda olduğuna inancın sembolü, insanlar arası dayanışma, beslenme ile pek çok hayvanın insaniyet mertebesine yükselmesine hizmetin yanında kurban, kulluğun idrak edildiği, tekrar fark edildiği muhteşem bir an. Hayvanın boğazına sürülen bıçak aslında nefsimize, hevamıza, masivaya veya tabiata yönelik. Bütün bunları en parlak şekliyle temsil eden, hayatın mülke bakan yönünden melekût yönüne çevrilmesinin sembolik bir hali. O bedenden akan kanla birlikte şüphelerimizin, kinlerimizin, nefretlerimizin, siyahlıkların, ruhumuzdaki bütün kirlerin de akması gerekiyor. Hayy-ı Kayyum'un arzusu doğrultusunda en değerli varlığımız olan hayatımızın farazi olarak feda edilmesi ile O'na muhabbetimizin, O'nun için neleri feda edebileceğimizin bir göstergesidir. Bu sebepledir ki, Hz. İbrahim'in (as) çetin imtihanı her yıl bütün mü’minler ve insaniyet şahs-ı mânevîsi tarafından yaşanır. O zat ki, Halilullahtır ve bunu yıllardır beklediği, canından çok sevdiği evlâdını Allah yolunda fedayı göze alarak, evlât sevgisinin Ona olan sevginin önüne geçmediğini göstererek isbat etmiştir. O evlât ki, öyle bir babaya lâyık olduğunu, Rabb'inin emri doğrultusunda canını tereddütsüz ortaya, başını bıçağın altına koyarak Mahbub-u Hakikiye olan sevgisinin nefsinden, hevasından, bedeninden ve babasından çok daha üstte olduğunu göstermiştir. Evet imtihan çetin ve hayat zahiren çok tatlı. Hayatı, onu verenin yolunda O'na olan sevgimizin ifadesi olarak feda edebilmek çok zor.

Cenâb-ı Erhamürrahimin'e hadsiz hamd ü senalar olsun ki, hayatımızı, malımızı, mülkümüzü, heveslerimizi feda etmekte zorlandığımız bir âlemde bizi evlâtlarımızla imtihan etmemiş. İnşallah, kestiğimiz kurbanlar, akıttığımız kanlar sembolize ettiği mânâları yaşatır ve nefsimizi, hevamızı, tabiatı ve sebepleri terkin başlangıcı olur. Biliyoruz ki, evlâdımızı fedada zorlanacaktık. Biliyoruz ki, hayatımızı fedada zorlanacağız.

Ey Rabb'imiz! Sen bizlere Senin için sevme, Senin için idraki nasip eyle. Kestiğimiz kurbanların nefsimiz, hevamız, tabiatımız ve masivanın Senin yolunda terk edildiği idrak haline vesile olmasına yardım et. Senin yolunda olmayan sevgileri kalbimizden al ve Senin sevginden başka sevgiye yer bırakma!

29.12.2006


 

Abdurrahim Zapsu (1890-1958)

Bediüzzaman’ın Rusya’da esarette iken, kampı teftişe gelen kumandana ayağa kalkmaması olayını ilk defa Abdurrahim basına duyurdu. Bilindiği gibi bu hadise 1917 yılında Moskova’nın kuzeydoğusundaki Volga Nehri kenarında bulunan Kosturma’da cereyan etti. Zapsu, bu hadiseyi bir subaydan dinlemişti. Buna karşılık Bediüzzaman, aradan otuz yıl geçmesine rağmen olayı kimseye anlatmamıştı. Abdurrahim, bu hadiseyi 1948 yılında Ehl-i Sünnet mecmuasında yayımlattığı makalesi ile duyurdu. Neşredilen makale Bediüzzaman’a okununca şunları söylemiştir:

“O esaret hadisesinin aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manganın beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Ruşça bir şeyler söyledi, ben bilmedim. Demek, hazır bulunan ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eder Müslüman Yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar ‘affet’ demiş.” (http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?id=2) Yıllar sonra Emirdağ’ında sürgün tutulan Bedizzaman’ı burada ziyaret eden Abdurrahim böylece irtibatını devam ettirmiştir. Buna karşılık 1958 yılında İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın, Abdurrahim Zapsu’ya misafir olduğu nakledilmektedir.

Abdurrahim Zapsu’nun adı direkt olarak Risâle-i Nurda geçmemekte, Pakistan’dan yazan Seyyid Salih’in bir mektubunda geçmektedir. Seyyid Salih, Pakistan’da Bediüzzaman’a karşı büyük bir saygı ve sevginin varlığına işaret etmiş, Üstadla olan irtibatından dolayı burayı ziyaret eden Abdurrahim Zapsu’ya büyük hürmet gösterildiğini, Üstadımız (Bediüzzaman) yerine Zapsu’nun ellerini öptüklerini ve duâ talebinde bulunduklarını belirtmiştir. (Emirdağ Lâhikası, s. 304).

Abdurrahim, soyadı kanunundan sonra, Zapsu soyadını almıştır. Bu adı, Hakkari il sınırları dahilinde bulunan Zap Suyu’na atfen aldığı belirtilmektedir. Hidayet Hanımla evlenmiş ve evlilikten ikisi kız ve ikisi erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya gelmiştir. Abdurrahim’in torunu olan Cüneyt Zapsu’nun babası ise büyük oğul Mustafa Pertev’dir.

Abdurrahim Zapsu 1947-48 yıllarında bir kızını Alman, diğerini Fransız lisesinde okutmuştur. Bu yabancı okullarda okutulma konusu, Cüneyt Zapsu’nun başbakan danışmanı olduğu yakın dönemde, eleştiri konusu yapılmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek’in öncülüğünde kurulan Büyük Doğu Cemiyeti’nin kurucu üyesi olan Abdurrahim Zapsu, İstanbul’da bulunan Dicle Talebe Yurdu’nda yöneticilik yaptı. Bu yurtta daha çok Doğu Anadolu’dan gelen öğrenciler kalmakta idi. Musa Anter de bu yurtta kalmış ve daha sonra Abdurrahim Zapsu’nun kızı olan Ayşe Hale ile evlenmiştir.

Hakkında çok fazla ayrıntılı bilgi bulunmayan Abdurrahim Zapsu’nun adı, Başbakan danışmanlığını yapan ve dedesine ait olan iki ciltlik “Büyük İslam Tarihi”ni yeniden neşrettirerek milletvekillerine dağıttıran Cüneyt Zapsu ile gündeme gelmiş ve hakkında muhtelif yazılar yazılmıştır. Abdurrahim Zapsu’nun Bediüzzaman’ın “talebesi”, “arkadaşı”, Ruslara karşı Bitlis’te Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte savaşan kişi olduğu ifade edilmiştir. Cüneyt Zapsu, eseri yeniden neşrederken önsözde dedesinin vasiyetine de yer vermiştir. Bu vasiyetinde hakkını helâl etmeyi, namaz kılmaları şartına bağlamış ve özellikle namaz hususunda ısrarcı olmuştur.

Cüneyt Zapsu’nun basında yer alan ifadelerine göre; Abdurrahim Zapsu Kürt Talebe Ümit Cemiyeti’ni kurmuş, Kürt Teali Cemiyeti’nin üyeleri arasında yer almıştır. Ancak, Şeyh Said hadisesine karışmamış ve katılmamıştır. Kürt talebelerle ilgilenmiş, eğitimleriyle uğraşmıştır. Bu uğraşta ağırlık mânevî ve dini eğitim olmuştur. Ayrılıkçı bir faaliyet içinde bulunmamıştır. Cüneyt Zapsu, dedesinin dostları arasında Hem Said Nursî’nin hem de Necip Fazıl’ın olduğunu ifade etmiştir.

Abdurrahim Zapsu 1958 yılında vefat etmiş ve Edirne Kapı mezarlığında defnedilmiştir. Bazı eser ve makalelerinin yanında şiirleri de neşredilmiştir. Bunlardan örnekler:

Ulu Rabbim, bizi affet, ne kadar noksanız.

Aciziz kulluğu yapmakta, evet, insanız.

Tanırız, ümmetiyiz, Ahmed’ine hayrânız.

Gönül ümitle dolu; ağlıyoruz, nâlânız.

Başka bir güzel manzumesi:

Selâhaddin-i Eyyubî’lerin, Târık’ların nerede?

Uyan ey âlem-i İslâm, sana gafil diyen vardır.

Evet, silkin bu cehlinden, sana cahil diyen vardır.

Cihana ilmi öğrettin, neden cehlin esirisin.

Senin nurunla âlem, ilmi öğrendi, terakkîler.

Senin mahsûl-i feyzindir, temeddünler, taharrîler.

Hani Sıddîk u Faruk’un, hani Osmân, hani Haydar!

Gazâlilerle Râzîler, ne oldu İbni Sinâlar!

Hani Osman Gazi’ler, büyük Fatih’lerin nerede?

O Yavuz’lar ne oldu, nerede kaldı azm ile iman?

Neden ilmi bıraktın, bunu mu emrediyor Kur’ân?

29.12.2006


 

Bediüzzaman'a göre Avrupa Birliği-1

1- GİRİŞ

İnsanlık âleminin sık sık alt üst oluşlarla yaşadığı, bazen epey bir mesafe alınmışken başa da dönülen beşeriyet devirlerini;

* Kabile/topluluk devri-yarı vahşi, yarı bedevî, 

* Kölelik ve esirlik devri,  

* Ücretli çalışma ve serbestiyet devri1 olarak tasnif etmek, dikkatleri yoğunlaştırıcı bir başlangıç olacaktır.

2- AVRUPA TARİHÇESİ

2.1. ESKİ AVRUPA

Eski Avrupa, Yunan medeniyeti ve Latin kültürüne dayanan, Hıristiyanlıkla değişim geçiren, Roma hukukuyla hukûkî temelleri atılan Avrupa’dır.

Yunan ve Roma medeniyetlerinde Doğu kültürünün derin izleri ve etkileri mevcuttur. Orta Çağda, tahrif olmuş kilisenin güdümüne giren ve fikrî özgürlüğünü yitiren dogmatik Avrupa, en karanlık devirlerini yaşamıştır. Bu karanlık devirde, içlerinde barış ve huzuru oturtamayan Avrupa arayış içerisine girmiş, sonuçta sömürgecilik anlayışını hâkim kılmışlardır. Çıkarların çatıştığı bu ortam ise, Avrupa’yı içinden çıkılması zor bir kaos ve iç savaş ortamına sürüklemiştir.

Bediüzzaman’ın; “Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır” cümlesinde yerini bulan ve Avrupa’yı karanlığa gömen bu devre eş zamanlı olarak İslâm medeniyetinde ise, fikrî bir aydınlık dönemi yaşanmaktadır. İslâm medeniyetinin, İspanya (Endülüs), Sicilya ve Balkanlar üzerinden Batı Avrupa’ya etki ve katkısı küçümsenemez.

2.2. YENİ AVRUPA (SON 300 YIL)

300 yıl öncesine kadar dogmatik bir anlayışın karanlıklarında kalan Avrupa, Rönesans ve reform hareketleri ile Doğu Medeniyetinden aldığı ilham sonucu, tahrif olmuş kilisenin etkisinden çıkmıştır. Özgür düşünce ve bilimsel yaklaşımlarla bilim ve san’at yönünde büyük atılımlara imza atmıştır. Ancak dini, hayattan uzaklaştıran seküler bir dünya görüşü yüzünden maddî anlamda kalkınan Avrupa, manevî bakımdan bir çöküşün eşiğine gelmiştir. Bununla beraber özgür düşüncenin gelişmesiyle demokrasi ve insan hakları ve hukuk anlamında ise, evrensel değerlere yakın bir sistem geliştirebilmiştir.

Avrupa’nın açmazları, Bediüzzaman’ın; “Marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor” dediği sürece girdi. Ciddi anlamda olumlu değişimler geçiren Avrupa’da bütünleşme sürecine ivme kazandıran ilk oluşum 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasıdır. Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) Belçika, Batı Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda’dan oluşan 6 üye ile kuruldu. Bu ülkelerdeki kömür ve çelik sanayii ile ilgili alınan kararlar, bağımsız ve devletler üstü bir kuruma devredildi. Söz konusu kurumun ilk başkanı ise, Jean Monnet oldu. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması (1951), Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (Euratom) kuran Roma Antlaşmaları (1957), Avrupa Tek Senedi (1986) ve Maastricht Avrupa Birliği Antlaşması (1992), üye devletleri egemen devletler arasındaki geleneksel anlaşmalardan daha sıkı bir biçimde birbirine bağlayan AB’nin hukûkî temellerini meydana getirdi. Avrupa Birliği, 1995’te ekonomi, sanayi, siyaset, yurttaş hakları ve dış politika alanlarını kapsayan çok sektörlü bütünleşmenin en ileri safhasına ulaşmıştır. Avrupa Birliği, doğrudan uygulanma imkânı olan bir mevzuat oluşturabilmekte ve yurttaşları lehine özel haklar ihdas edebilmektedir.

Başlangıçta kömür ve çelik ortak pazarı kurulmasıyla sınırlı olan ve savaş ertesindeki günlerde savaşın galip ve mağlûplarını, eşitler olarak işbirliğinde bulunabilecekleri bir kurumsal yapı içinde bir araya getiren Topluluk, temelde barışı güvence altına almanın bir aracı olarak da algılanıyordu. Altılar’ın özellikle tarım ve ticaret politikaları olmak üzere, ortak politikaları 60’lı yılların sonunda yerli yerine oturmuştu. Altılar’ın başarısı Birleşik Krallık, Danimarka ve İrlanda’yı Topluluk üyeliğine başvurmaya yöneltti. Çetin bir pazarlık dönemini takiben, bu üç ülke 1972 yılında üyeliğe kabul edildiler. Üye devlet sayısını altıdan dokuza yükselten ilk genişleme ile birlikte, Topluluk sosyal, bölgesel ve çevresel konularda üstlendiği sorumluluklarla yeni bir derinlik kazandı. Böylece günümüzde 25 ülkeye varan ve hâlâ kapısında bizim de beklediğimiz AB’nin ilk genişleme hareketi de yaşanmış oldu.

Avrupa’nın aslında Türkiye’yi istemediği, ama boş bırakmak da işine gelmediğinden, menfaatleri doğrultusunda kuyrukta beklettiği yorumları sürekli yapılmaktadır. Bekleme odasındaki Türkiye’nin mi, yoksa ailedeki bir Türkiye’nin mi Avrupa’nın faydasına olacağı değerlendirmesi ayrıca incelenmeye muhtaç bir konudur.

Dönemin Avrupa Topluluğu Komisyon Başkanı Jacques Delors, “Tatilde inceledim, Avrupa’nın temelleri; Yunan kültürüne, Latin medeniyetine, Roma hukukuna, Hıristiyan ahlâkına dayanıyor. Türkiye bunların hiçbirinde yok. Onun için AT’ye giremez” veya “Biz Hıristiyan klübüyüz, başkası giremez” yolundaki-o zaman da çok tepki alan-söylemleri bugün dile getirmek ve savunmak hiçbir aklı başında Avrupalı liderin ne harcı, ne de düşüncesidir. Aynı Delors bugün, “Türkiye’nin üyeliğini reddetmek büyük hata olur. Medeniyetler çatışmasına zemin hazırlayacak tehlikeli sonuçlar doğurur” demektedir. Kohl ve Gencher gibi önemli figürlerin bile siyaset sahnesini terk etmesine, Türkiye aleyhine girdikleri polemiklerin sebep olduğu unutulmamalıdır. Türkiye aleyhtarı odaklar, bundan 25 yıl kadar önce Fransa Cumhurbaşkanlığı yapmış Valery Giscard d’Estaing gibileri sözcü olarak ancak bulabiliyorlar ve diğer Avrupa liderlerinden azar işitiyorlar.

Bugünkü Avrupa’nın temelleri ise, daha önce de vurgulandığı gibi, insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa üzerine kuruludur. Kabuk kırmada Avrupa epey mesafe almıştır. Bir süre (24 Kasım 2002) önce İngilizlerin Pazar gazetesi The Observer’da dışişleriyle görevli Devlet Bakanı Denis Mac Shane, Liberation’da ise, Fransa eski başbakanlarından Michel Rocard, Avrupa’nin İslâmı Türkiye’nin AB üyeliği yoluyla kucaklaması ve Türkiye’nin bu vetirede cesaretlendirilmesi lâzım geldiği temasını işleyen birer makale yayınlamışlardır. Fransa’nın bir Müslüman hanıma bakanlık koltuğu sunması, İngiltere’nin ilk Müslüman büyükelçisini görevlendirmesi bu çerçevenin bir sonucudur.2

Bugün siyasî literatür ve medeniyet yapısını adlandırma anlamında kullanılan “Avrupa” terimi ile coğrafi kıt’a ismi olan “Avrupa” özdeşleşmiştir. Avrupalılar, bugün sahip oldukları, teknoloji ve bilim öncelikli devlet yapılanmalarının ve bunu hazmedecek demokrasi birikiminin uzun yıllara yayılmış maliyetini ödeyerek gelmiştir.

Karşımızda kendini sorgulayan, dinî taassubundan arınan, problemlerine yeni çözümler arayan, etnik çatışmaları bir dönem körükleyen ve acı sonuçlarından dersler çıkaran, eski acı tecrübelerinden yararlanarak daha adil ve hürriyetperver olan, bununla beraber parlamenter sistemi kurumsallaştıran bir Avrupa vardır.

3- AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNİ

OLUŞTURAN DİNAMİKLER

3.1. SANAYİ DEVRİMİ VE SONRASI

Buharlı makinenin İngiltere’de icadı ile birlikte elektrik ve telefonun icadı, buna paralel olarak da diğer bütün alanlardaki teknolojik devrimler, Avrupa Birliğine bir hazırlık dönemi olarak düşünülebilir. Kapitalizmin geliştiği bu süreçte; işçi hakları ve sendikalaşma, sosyal hakların artması belirtilebilecek hususlardır.

Sanayi devrimi ile birlikte, ekonomik anlamda yeni kaynaklar bulma maksadıyla sömürgecilik anlayışına girilmiştir. Bu sırada sömürgeciliğin de getirdiği zenginlik, silâhlanmayı arttırmış ve devletler arasında çıkar çatışmaları da tetiklendiğinden, bu durum büyük savaşlara yol açmıştır.

Avrupa Medeniyetini tetikleyen unsurları kısaca şu başlıklar altında inceleyebiliriz:

1) Arazinin darlığı ve nüfusun kalabalıklığı sebebiyle insanların, yeni kazanç alanları bulma çabaları,

2) Buharın keşfi, üretim teknolojisine başlama, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş, san’at ve tekniğe yönelme,

3) Kan damarları hükmündeki akarsuların bol ve nakliyata elverişli olması,

4) İklimin soğuk olması sebebiyle insanların sıcak iklimlerin heyecanlı yaratılışı yerine, soğukkanlı bir yapıya sahip olmaları,

5) Kömür ve demir başta olmak üzere, sanayi devriminin temelini teşkil eden madenlerin bolca bulunması,

6) Sömürgeleştirilmiş toprakların kaynaklarının açgözlüce akıtılması, (Anwers’teki atölyeler için, eski Belçika Kongosu Zaire’nin elmas madenleri 90 yıl yetecek kadar limana taşınmış, Avrupa’nın fukarası Portekiz bile, Angola ve Mozambik’in 1976’da istiklâliyetini kazanmasıyla, sömürgelerini en son terk eden ülkeler arasına girmiştir),

7) Emek mücadelesi ve sendikalaşma, kapitalizmin sadece kazanç odaklı baskıları,

8) Kiliseyi yönetimden alaşağı eden Rönesansı yapabilmiş olmaları.3

3.2. İKİ DÜNYA SAVAŞININ ÖĞRETTİKLERİ

Hayatı maddiyattan ibaret görerek maddî zenginlikleri elde etmek adına insan hayatını bile hiçe sayan anlayışa sahip olan Avrupa’nın bu menfî tutumu, insanlığa pahalıya mal olmuştur. Felâketle sonuçlanan iki büyük dünya savaşı Avrupa’ya büyük dersler vermiş ve bundan sonra devletler muvazenesinde savaşların bütün taraflar için pahalıya mal olduğu anlaşılmış, bu sebeple ortak bir düzen sağlamak, barış ve huzuru temin etmek için birlik olmak fikri önem kazanmıştır.

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi; “İki dünya savaşında insanlık öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.” Bu gerçek, artık Avrupa’nın büyük devletlerine milyonlarca insanın ölmesine sebep olan savaşların tekrarlanmaması konusunda barışı adeta dayattı.

Sömürgeciliğin acı tecrübeleri sonucu gelinen nokta:

1- Sömürülen halkların dünya barışını tehdit etmeleri,

2- Irkçılığın çatışmacı mizacının verdiği zararlar,

3- Kolektif düşünmenin ve ortak çözüm üretmenin gerekliliği,

4- Emek aleyhine işleyen sermayenin aldığı tepkiler,

5- Gelir adaletsizliğini adil bir dengeye dönüştürme çabaları,

6- İnsânî değerleri ortak hedef kabul etme zarureti,

7- Temel hak ve hürriyetlerin vazgeçilmezliğini ortaya koyma iradesi,

8- Dünya barışına katkı yapacak ülkeler arası organizasyonlar kurma girişimlerinin kaçınılmazlığı,

3.3. AVRUPA ÖZNESİNDE BİRLİK

Birlik arayışına giren Avrupa’nın süper güçleri, ortak noktaları olan “Avrupalılık” çatısı altında beraberce hareket etmeye karar vermişlerdir. Bu arada Amerika’nın dünya dengeleri üzerinde aktif hale gelmesiyle birlikte Avrupa devletlerinin bütünleşmesi siyâsî dengeler kurmak bağlamında daha da önem kazanmıştır.

Millî bazdaki bazı yetkilerin, millî hükümetlerce bir üst kimlik olan Avrupa Birliğine devri Avrupa Birliğinin temel mantığını oluşturur. Burada yapılan, millî kimliğini korumakla beraber bir üst kimlik olarak da “Avrupalılık” kimliğinin benimsenmesidir. Yani bunu, ülke ve ırk eksenli liderlik yerine, kurumsal liderlik, anlaşma noktalarını güçlendirme ve örgütsel şemsiye altında beraberlik, din ve medeniyet havzasında yeni yüzyılın katılımcı demokrasisi içinde “biz” entegrasyonunda kendini hissetmek olarak açabiliriz.

Bu süreçte, yeni ülkeler kültürel coğrafyayı zenginleştirdiği gibi, statik yapıyı değişim dinamiklerine dönüştürmektedir. Her ülkenin farklı öncelikleri ve değişen toplum talepleri karşısında çözüm bulma ve Avrupa Birliğine entegrasyon sürecini devam ettirme çabaları, sürekli ödevine çalışan ve çözüm üreten büyük bir aileyi ve âkiller takımını aktif halde tutmaktadır. Beraber düşünme arzusu ve ortak akla emanet edilmiş çözümler, dünyanın farklı kıt’a ve bölgelerinde birlik projelerine yöntem katkısı yapmakta ve başka entegrasyonlarda da kurumsal temsillerin ve demokratik katılımların başarılmasına örnek olmaktadır.

3.4. DİNAMİKLERİN ETKİNLİĞİ

Avrupa’nın temel dinamiklerinin başında dînî ve kültürel değerler gelmektedir. Sonraları siyâsî ve ekonomik birlik daha etkili olmaya başlamıştır. Eski Avrupa’da kilise çatısı altında bir birlik anlayışı (Haçlı zihniyeti) hâkimken, yeni Avrupa düzeninde, Katolikliğin etkisini yitirmesi, Protestanlığın, Ortodoksluğun ve ateistliğin ortaya çıkmasıyla birlik dinamikleri de değişmiştir. Artık dînî birliktelikten ziyade, ekonomik ve siyâsî birliktelikler ön plana çıkmaya başlamıştır. Hak ve hürriyetler, demokrasi ve birey merkezli düşünceler yükselen değerler haline gelmiştir.

Yeni Avrupa’nın bu yapılanması, birliğin ana dinamiklerine ekonomik üstünlük ve siyâsî açılım getirmiştir. Buna mukabil, toplumun ahlâkî dejenerasyonu ile birlikte dînî değerleri aşınmış ve mutsuz bir sosyal yapı baş göstermiştir. Bir anlamda ekonomi ve sanayide elde edilen dönüşüm ve sonuçları, sosyal tahribi engelleyememiştir. Bireyci ve bencil yapıyı, toplumsal fedâkârlığa dönüştürememiştir. Sahip olduğu demokrasisini, kıt’ası dışındaki ülkelere yansıtmada gereken duyarlılığı göstermemiştir. Buna göre yeni demokrasi laboratuvarlarına ihtiyaç duyulmuştur. Türkiye bu yönüyle Avrupa için iyi bir öğrenme merkezidir. Avrupa Birliği, korumacı ve yaşlı Avrupa psikolojisinden çıkarak, bu eşiğini aşması halinde, dünya entegrasyonunda ötekini fark etme ve onlarla birlikte ortak değer üretme noktasına gelmiştir. İslâm dünyası ile Türkiye üzerinden sağlanacak olan “ara söz” olma olgusu, Avrupa’nın faaliyet ve duyarlık parametrelerini arttıracaktır.

Dipnotlar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s: 131, Mektûbât, s:312.

2- www. abgs.gov.tr

3 - Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, s: 77.

29.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004