Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Orada onlar için meyveler ve diledikleri her şey bulunur. Rahmet sahibi Rablerinden onlara selâm vardır.

Yâsin Sûresi: 57-58

18.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Misafir, bir topluluğa geldiğinde rızkıyla beraber gelir. Ayrıldığında da o topluluğun günahlarını bağışlatmış olarak ayrılır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 335

18.08.2007


Âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Risâle-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir suâl-i mânevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi; Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”

Endişeli sual: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyâzet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedâmet ve teslimât yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir.

Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır.

Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle tâate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir.

Ve ehl-i ibâdet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzâk-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyâzet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvâ ile değil, rızâ ile karşılamaktır.

Umum kardeşlerime, hususan musîbetzedelere çok selâm ve selâmetlerine duâ ediyorum.

Kastamonu Lâhikası, s. 104

Lügatçe:

kaht: Kıtlık, kuraklık.

vech-i rahmet: Rahmet yönü.

küfran-ı nimet: Cenab-ı Hakkın ihsan ettiği nimetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme, nankörlük.

riyazet-i diniye: Az gıda yiyerek nefsini terbiyeye çalışmak.

tâat: İbadet.

Bediüzzaman Said NURSÎ

18.08.2007


Bâis

Allah (c.c.), Bâis’tir. Yani öldükten sonra tekrar ihyâ eden, yeniden hayat veren ve diriltendir. İnsanların ölmeleri hak olduğu gibi, öldükten sonra dirilmeleri de hak ve gerçektir. Ölenlerin Bâis-i Bâkî olan Allah’ın emri ve kudretiyle dirilmeleri ve yeni bir hayata doğmaları Kur’ân’ın en büyük vaatleri arasındadır. Bediüzzaman’a göre, öldükten sonra dirilmek ve haşirle ilgili hakikatlerden bahseden bölümler, Kur’ân’ın asıl unsurlarının ve takip ettiği maksatlarının dörtte birini teşkil etmektedir.1

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği2 Bâis ismi, Kur’ân’da pek çok âyette fiil hâlinde gelmiştir. Kur’ân, öldükten sonra dirilme konusuna o kadar ehemmiyet verir ki, bazen kâfirlere bunu ispat eden şiddetli bir üslûp kullanır, bazen yemin ve te’kid ifâdeleri ile dirilişe kuvvet verir, bazen Allah’ın sonsuz kudretini ve kuvvetini nazara vererek inkârcıları ikna veya ilzam eder.

Kur’ân, “Kâfirler tekrar dirilmeyeceklerini zannettiler. De ki: ‘Hiç şüphe yok! Rabbime and olsun, muhakkak diriltileceksiniz. Sonra, yaptıklarınız muhakkak size bildirilecektir. Bu, Allah’a kolaydır’ ”3 âyetiyle veya “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir nefis gibidir. Muhakkak Allah Semî’ ve Basîr’dir”4 âyetiyle ve daha pek çok âyetle dirilişi Cenâb-ı Bâis-i Bâkî’yi özne yaptığı fiillerle bildirir.

Bir kalbî seyahat neticesinde, insanlığın ebediyete uzanıp giden emel, arzu, istek ve ihtiyaçları ile, dünya hayatının kısacık ömür serüveninin hiç de örtüşmediğini ve bundan dolayı insanlığı zifiri karanlık içinde gördüğünü ve dehşet aldığını beyan eden Bediüzzaman, kalp, ruh ve aklıyla beraber bütün insânî duyguları ve bütün vücudunun zerreleri ile feryat edip ağlamaya hazır iken, birden Cenâb-ı Hakkın muhtelif isimlerinin muhtelif burçlarda birer güneş gibi doğduğunu; bu çerçevede Bâis isminin de Vâris burcunda imdada yetiştiğini, yani dünyanın da âhiretin de hakîki vârisinin Cenâb-ı Hak olduğu ve Cenâb-ı Hakkın da bâkî bir âlemde insanları yeniden dirilteceğini vaat etmiş olduğu hakîkatinin bir güneş gibi insanlık âlemini aydınlattığını, nurlandırdığını, karanlıklı insanlık dünyasına nurlar serptiğini ve nûrânî âhiret âlemine pencereler açtığını kalp gözüyle izlediğini kaydeder.5

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, mü’min için, Allah’ın Vâris ve Bâis-i Bâkî oluşuna îmân büyük bir mânevî güç ve kuvvet teşkil etmektedir. Öyleyse, dostların ayrılıklarından ve ölümlerinden dolayı “Âh!” çekilmemelidir. Çünkü onlara vâris olan ve onları tekrar dirilteceğini vaat eden Cenâb-ı Hak Bâkî’dir.6

Risâlelerinin büyük bölümünü yeniden dirilişin hak olduğunu ispat etmeye ayıran Bediüzzaman Saîd Nursî, bütün insanların tek bir insan kolaylığında diriltileceğini bildiren Lokman Sûresinin 28. âyetinin tefsîrinde; Allah’ın kudretinin zâtî olduğunu, zâtî kudrette mertebe bulunmayacağını, binâenaleyh Allah’ın kudretine hiçbir şeyin hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğini, Onun kudretine göre bir baharı halk etmenin bir çiçek kadar kolay olacağını, bir çiçeğin de san’atça ve yaratılışça bir bahardan geri kalmadığını izah eder.7

Haşirde ruhların cesetlerine gelmesini ve cesetlerin canlandırılmasını, büyük bir şehirde yüz binlerce yerleşim birimine tek bir şartele ve merkeze bağlı elektrik akımının, şarteli açmak sûretiyle bir anda verilebileceği ve tek bir merkezden komut verilerek idâre edilebileceği mîsâli ile izah eden Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakkın dünya misâfirhânesindeki elektrik gibi bir mahlûkunun, hizmetkârının ve mumdârının, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu özelliğe mazhar oluşu gibi, elbette elektrik gibi binler nûrânî hizmetkârların etrafında döndükleri büyük haşrin de, Allah’ın yüksek kanunları dâiresinde, Allah’ın emri geldiği anda göz açıp kapayana kadar meydana geleceğini kaydeder.8

Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsnâ

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 17

2- Tirmizî, Daavât: 86

3- Tegâbun Sûresi: 7

4- Lokman Sûresi: 28

5- Mektûbât, s. 399

6- Şuâlar, s. 77

7- Sözler, s. 86

8- A.g.e., s. 105

18.08.2007


İstikrar

“Kararlı olma” ve “yerleşme” gibi anlamlara gelen “istikrar” ifadesi özellikle düzenliliği ve planlı oluşu simgelemesi bakımından çok önemlidir.

Zaman ve Ömür Sermayesinin bize verilen nimetlerin başında yer aldığı bilinen bir husustur. Bu sermayeyi düzenli kullanmak; ya da düzenli kullanmaya gayret etmek yapılması gereken işlerin başında gelir.

İstikrarsız işlerden “iyi” sonuç alınmadığı herkesin malumudur.

Bir gün yüz sayfa kitap okuyup yüz gün kitabın kapağına bile dokunmayan bir kimsenin “iyi okuyucu” olamayacağı kesin gibidir.

Bir gün on kilometre koşup günlerce tembel yatanın “iyi sporcu” olduğu söylenebilir mi?

Hatta bir günün yirmi dört saatini bütünüyle ibadetle geçirip günlerce bu vazifeyi ihmal etmenin “kitapta yeri olduğundan” söz edilebilir mi?

Ders çalışan öğrenciye bile tavsiye edilen düzenli ve istikrarlı tempodur. Örneğin, her gün düzenli olarak kendisine: “Bugün ne okudum?” ve “Yarın ne okuyacağım?” sorularını yönelten talebenin başarısızlığından bahsedilemez.. Çünkü, günlük dersini tekrarlayıp ertesi günkü derse de hazırlıklı gittiğinden ayrıca ders işlerken öğretmenini de dinlediğinden “üç dikişli” ve “sağlam hazırlanmış ürün” misali bilgilerin buharlaşması ya da unutulması mümkün değildir. Oysa bütün çalışmasını “sınav gecesine” inhisar eden çok sıkıntı çekeceği herkesin bildiği bir husustur.

Vücudunun “bir yıllık” yağ veya tuz ihtiyacını “bir gecede” gidermeye çalışan insanın düşeceği durum ve karşılaşacağı problemi izah etmeye gerek var mıdır? Öyle ya, bir yıl boyunca bir insan gerçekten kayda değer miktarda yağ ve tuz almaktadır. Ancak istikrarlı ve düzenli aldığından bu miktarın farkında bile değildir.

Bu yüzdendir ki ibadetlerde bile “az da olsa devamlı olan” tavsiye edilmiştir.

Ancak, istikrarı yanlış değerlendirip farklı sonuçlar elde etmek doğru değildir. Derslerinden sürekli zayıf alan, sınıfa sürekli geç giden, rızk kapısı olan işyerini/tezgahını her zaman geç açıp erken kapatan, her gece gereksiz yere geç uyuyup geç uyanan, annesini ve basını sürekli olarak üzen, çoluk çocuğunu sürekli olarak ihmal enden kişi ya da kişilerin bu davranışlarını olumlu bir istikrar olarak değerlendirmek mümkün değildir.

Nasrettin Hoca’nın, “Er kişi sözünden dönmez” esprisi aslında bu tip olumsuzlukları çok güzel tasvir etmektedir. Bu bakımından, sürekli olarak ilerlemeyi hedeflemek istikrardır. “İki günü eşit olan ziyandadır” hakikatini ilke edinmek istikrardır.

Her gün “bir şeyler” öğrenmeyi prensip haline getirmek istikrardır.

Anne-baba rızasını amaçlamak ve bunu devam ettirmek istikrardır.Aile efradının maddi-manevi tüm ihtiyaçlarını gidermeyi ya da gidermeye çalışmayı ana gaye haline getirmek istikrardır.

Dükkânını bir kamu hizmeti görüp hizmete erken sürmeyi ve onu geliştirmeyi hedeflemek istikrardır. Sorumluluklarının farkında olmak ve bu farkı fark etmek istikrardır.

İnsanlığa yararlı olmayı gaye haline getirmek istikrardır. Üretken olmak ve bu üretkenliği insanlığın hizmetine sunmak istikrardır.

Güzel alışkanlıkları devam ettirmek ve bu güzelliklerin sayısını çoğaltmak istikrardır.

İbadetlere devam etmek ve sürekli olarak günahlardan kaçınmak istikrardır.

Komşusuna karşı duyarlı ve saygılı olmak ve bunu devam ettirmek istikrardır.

İstikrarlı olmak dileğiyle…

Mehmet C. GÖKÇE

18.08.2007


Nalıncı Baba

Yıl 1592. Osmanlı Padişahlarından Üçüncü Murat, bir gün, veziri Siyavuş Paşa ile birlikte tebdil-i kıyafet ederek hoca kılığında halkın arasına çıktı. Bayezıd, Vefa derken, Zeyrek’ten Unkapanı’na indi.

Bir de ne görsün; Unkapanı’nda yerde bir ceset yatıyordu. Sordu:

“Kimdir bu?”

İnsanlar:

“Aman hocam! Hiç bulaşma!” dediler.

Üçüncü Murat:

“Neden?” demeye kalmadan her ağızdan değişik cevaplar geldi:

“Ayyaşın tekidir...! Her gece evine fıçı fıçı şarap taşır…!”

Üçüncü Murat:

“Nerden biliyorsunuz?” deyince, ahali:

“Kırk yıllık komşumuz!” dediler.

Halk dağılıp gidince Üçüncü Murat vezirine:

“Kimseye bir şey diyemem. Fakat bizim vatandaşımızdır. Ortada bırakamayız. Defnini tamamlayıp, ortadan kaldırmalıyız.” dedi.

Siyavuş Paşa ile birlikte cesedi yüklenip Fatih Camiine getirdiler. Burada yıkadılar, kefenlediler. Vezir:

“Padişahım! Bu cenazenin hanımı ve yetimleri vardır herhalde. Sorup soruşturmadan getirdik buraya. Takdir buyurursanız bir soralım.” dedi.

Üçüncü Murat:

“Doğru dersin paşa! Sen cenazeyi bekle. Ben mahalleyi bir dolanayım.” dedi ve mahalleye doğru yürüdü. Cenazenin evini sordu, soruşturdu. Ona bir ev gösterdiler. Evin kapısını çaldı.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Adamın öldüğünü duyunca şaşıran kadın, kapının eşiğine yığılıp kaldı. Bir süre yutkundu, konuşmadı, konuşamadı. Bir süre sonra:

“Biliyor musun oğlum?’ dedi, “Bizim adam bir âlemdi. Akşamlara kadar nalın yapar, para kazanır; ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir, satın alırdı. Sonra getirip Ümmet-i Muhammed içmesin diye helâya dökerdi. Bir gün cenazen ortada kalacak dedim. Seni ayyaş sanacaklar dedim. Helâya döktüğünü kim bilir dedim. Padişahın işi ne dedi bana oğul. Allah seni padişah yapsın.”

Üçüncü Murat:

“Başınız sağ olsun anacığım.” Dedi ve ses çıkarmadan evden ayrıldı.

Nalıncı Babanın cenaze işlerini bizzat gören Padişah, sonradan kabri üzerine bir de türbe yaptırdı.

Adsız sessiz Allah dostlarından olan Nalıncı Babanın türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikasının arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

Süleyman KÖSMENE

18.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri