Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Şiir ve direniş

“Beyanda sihir vardır; şurası muhakkak ki şiirde hikmetler vardır.” Hadis-i şerif

ur’ân-ı Kerim nazil olduğunda, onun i’cazındaki beleğat, nazmındaki cezalet, beyanındaki beraat, lafzındaki fesahat, mânâsındaki kuvvet ve hakkaniyet, Cahiliyye Araplarını şaşkına çevirmişti. Hz. Ömer’in deyişiyle şiirden başka ilmi olmayan Araplar, Muhammedü’l Emin diye çağırdıkları Efendimizin şiirle uğraşmadığını, hatta okuma yazması olmayan bir ümmî olduğunu biliyorlardı.

Okuduğu bu sözler şiire benziyordu; ama şiir değildi. Çünkü şiirin hayalâtının ulaşamayacağı hakikatlerden haber vermekteydi. Muhammed (asm) şair olamayacağına göre ne olabilirdi peki!

Düşünüp taşındıktan sonra ona ancak ‘sahir’ denilebilir diye karar verdiler. Ve bunu halk arasında yaymaya çalıştılar. İşte burada bu çirkin iddiayı tekzib eden şu ayetler nazil oldu.

“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür. Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir o. Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hakka Sûresi 40.41.42. âyetler.)

Şuara Sûresinin son âyetleri ise, şairleri yalancı olmakla zecreder. Onları her vadide başı boş gezen ve yapmadıkları şeyleri söyleyen serserilere benzetir. Ve bunlara uyanları da ‘sapıklar’ olarak vasıflandırır. Bu ayetler nazil olduğunda, Abdullah bin Revaha, Hassan bin Sabit, Kaab bin Malik (r.a) gibi Müslüman şairler telâşa kapılırlar. Kullarının gizli açık her halini bilen Cenabı-Hak, aynı sûrenin son âyeti olan 227. ayette bir istisna yapar.

“Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır....”

İslâm, şiiri düşmana karşı kullanılabilecek bir propaganda aleti olarak görmüş ve teşvik etmiştir.

Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam güzel şiiri övmüş ve “Allahu Tealaya yemin ederim ki, onun (Abdullah bin Revaha) sözleri müşriklere ok yağdırmaktan daha çok tesir eder” diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de yine Abdullah bin Revaha’yı muhatap alarak “Müşrikleri şiirinle hicvet; bil ki Cebrail de seninle baraberdir” diye buyurmuştur.

Ka’ab bin Züheyr adlı şaire ise üzerindeki hırkasını hediye etmiştir*.

Evet, sözlerini silah yapıp hakkın savunucusu olarak kullanan şairler müstesnadırlar.

Onlar, hakkın bükülmez kollarıdırlar.

Cengaverlerin savaş meydanlarında kılıç şakırdatması gibi, onlar da fikir meydanlarında yağız bir at gibi koşarlar. Kahramanca haykırdıkları sözlerini birer ok yapıp düşmanın kalbine saplarlar. Mısraları gülle gibi iner zalimlerin, müstebitlerin, ehl-i dalaletin kafalarına! Katman katman bir tükürük olur hainlerin yüzüne!

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,

Hakkın da bükülmez kolu vardır”

Ziya Paşa

Onlar, mukaddes vatanı gasp edenlere karşı gelen fedailerin kalbine öyle bir kıvılcım atarlar ki, bu kıvılcım büyür de etten ve kemikten saraylar kuran vahşi ruhları yakıp kül eder.

Kemikten taslarla şarap yerine

Şehidler kanını içenleri vur!

Vur, sen de mukaddes hürriyet için,

Dünyanın diktiği bayrak için vur;

Her dinin sevdiği adalet için,

Her yerde haykıran bir hak için vur !

Mehmed Emin Yurdakul

Onlar, medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar tarafından dört bir yanı işgal edilmiş bir vatan halkına, hürriyet muştusunu fısıldayarak umut verirler.

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

Mehmed Akif

Medemki Hakkın bize vaad ettiği haktır.

Şarkın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.

Mehmed Akif

Onlar, vatanından kovulmuşların veya derd-i maişetle gurbet ellere düşenlerin vatana bağlılıklarını en yalın şekilde dile getirirler. Vatan sevdalıların ruhlarının derinliklerinde bulunan geri dönüş umudunun nüvelerini mısralara taşırlar.

Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da o köy bizim köyümüzdür.

Orda bir yol var uzakta, o yol bizim yolumuzdur

Dönmesek de, varmasak da, o yol bizim yolumuzdur.

Ahmet Kudsi Tecer

*Ka’ab bin Züheyr (ölüm M.645): Muallakat-ı Seb’a şairlerinin en meşhurlarından Züher bin Selman’ın oğludur. Cahiliyye devrinin meşhur şairlerinden olup, İslâma girmeden önce Efendimizi ve Müslüman kadınları hicvetmekle tanınmıştır. Bu fiilinden dolayı Rasulullah (asm) Ka’ab bin Züheyr’in öldürülmesini mübah görmüştür. Bunu duyan şair, büyük korkuya kapılmış ve ne yapması gerektiğini sormuştur. Kendisine yapılan tavsiye üzerine, Efendimizin huzuruna çıkarak yapmış olduğu hicivlerinden dolayı pişmanlığını dile getiren ve aynı zamanda da Efendimizi (asm) öven bir kaside okumuştur. ‘Kasidetü’l Bürde’ adıyla meşhur olacak olan “Banet Suadü” pişmanlık kasidesinden hoşnut olan Efendimiz, Müslüman olan şaire üzerindeki hırkayı (Bürde) çıkarıp hediye etmiştir.

Kaynaklar:

Türk Dili Dergisi (Türk şiiri özel sayısı) Şubat 1992

Arap Kültür Tarihi 2.cilt. (Arapça ter.) Prof. Fuad Sezgin/ Riyad

Suna DURMAZ

12.06.2008


Diş kirası

Kendinizi emniyete aldığınızı zannettiğiniz bir anda, tehlikenin yanı başınızda olduğunu fark etseniz, ne hissedersiniz?

Dışarıdaki tipi ve soğuktan kurtulmak için, birlikte sığındığınız inde, aç kurtlar tarafından parçalanan arkadaşınızı yiyip karınlarını doyurdukları için artık size ilişmeyeceklerini tevehhüm ettiğiniz canavarlardan nasıl emîn olabilirsiniz? Üstelik, onlara şirin görünerek iştihâlarını kabartacak hareketlerde bulunmak, Hz. Üstâd Saîd Nursî’nin ifâdesiyle: “Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen, merhametini değil; iştihâsını açar.”

Bu hâl değişmeyen ictimâî bir kaidedir. Târihten ders almak gerekmez mi? Bilhassa son yüz yıllık yakın geçmişimiz bize yeterince nasîhat etmekte değil midir? Bir musîbeti, bin nasîhattan evlâ gören eskiler; yaşasa idiler, şimdikilerin başlarına gelene gülsünler mi, ağlasınlar mı şaşırırlardı… Biz sanıyoruz ki, demokrasi iliklerimize kadar işlemiştir ve artık ferd ve müesseseler bu ni’metten ayrılamazlar! Maalesef, bizler henüz “kendimize demokratız”; bize faydalı ise a’lâ! Bize yaramıyorsa, at gitsin!

Şimdiye kadar kimse, karşısındakine alabildiğine rüşvet vererek oturduğu koltuğu muhâfaza edemedi. Tam tersine, yapabildiği kadar istibdâd ile de hedefine ulaşamadı. Çâre, insanların hür irâdeleri ile istediklerini, ekseriyetin kararları istikametinde tatbîk etmek… İnsanoğlunun bugüne kadar bulabildiği en iyi yol olan demokrasi de işte bundan başka bir şey değil!

Duruma insanı yaratan ve onun maddî – mânevî kabiliyetlerine göre kanun koyan Cenâb-ı Hâlık nazarından bakmaya kalksak, emînim - davulu beceremediklerinden veyâ anlayışlarına yakıştıramadıklarından - mahallede teneke çalmaktan elleri şişenlere bir ipucu da bendeniz vermiş olurum. En iyisi o tarafını atlamak…

Öyle ise, yapılacak iş, bu demokrasi denilen “medeniyet-i fâzıla” dâiresinde, herkesin bulunması gerekli yerde durmasını sağlamaktır. Bunu da halkın yapmasını beklemek, oyunun kaidelerine göre oynanmasını istememek demek olacaktır. Halk size istediğiniz yetkiyi sandıkta verdi ise, ötesi size âittir. Fedâkârlık etmek size düşer. Ücretinize mukabil külfete katlanmanız gerekir. Davul milletin omzunda, çomak milletin elinde, parsayı toplamak başkasına âit! Bu olamaz…

Kanûn kime, ne yetki vermişse ona karşılık bir mes’ûliyet de yüklemiştir. Kanûnların hukûka uygun olup olmamaları ayrı bir mevzu’dur. Sandıktan çıkan irâde size, kanûnları hukûka uygun hâle getirme salâhiyeti de vermiştir. Buyurun, işte meydân! Hukûk, yalnızca size lâzım olduğunda akla getirilirse, pek çok geç kalınmış demektir. Kanûn işinize yaradığı sürece, demokratik olmasa bile, hoşunuza gidiyorsa; başkalarının işine geldiği gibi kullanıldığında şikâyete hakkınız kalmaz.

Hz. Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin o gayet güzel tavsîfiyle, “fenâ ve fânî bir adamın, güzel ve bâkî” şöyle bir mısrâı da var: “Kanûn diye, kanûn diye, kanûn tepelendi.” Muhâlefette iken yakınıp durulan hukûksuzluklar, usûlsüzlükler, hatâlar; iktidâr ni’metine eriştikten sonra hep hoşa gitmiş olmalı ki, o şikâyetler sona erdiği gibi, son sür’at eski tatbîkata devâm olunmuştur. Bu bâbda yapılan bütün îkazlara kulak tıkanmıştır. Bütün işâretler görmezden gelinmiştir. Tabiî, hâlden anlamayıp “kör gözüm parmağına” diyenlerin de defterleri dürülüverilmiştir. Müddeîlerin sesleri kısılmış, ekmekleri kesilmiştir.

Hukûkun baş tâcı olduğu zamanlar hâkimler; kudretli, fâtih pâdişâhlar ile âciz, gadre uğramışlara hükümlerini çekinmeden teblîğ ve tatbîk etmişlerdir. Hak ve hakîkat hesâbına canlarını hukûka siper etmişlerdir. Güce tapınmanın, Hakk’a kulluktan önce geldiği zamânımızda, hakîkat tecâvüze uğramıştır. Kanûnlar tepelenmiş, en tabiî haklar ihlâl edilmiş, hukûk zulme kalbedilmiştir.

İnananlar için bütün bunların hesâbının görüleceği bir Mahkeme-i Kübrâ bulunması büyük bir tesellî kaynağıdır. Bu inanç onlara sabır ve dayanma gücü vermektedir. Îmân ümîdi doğurmaktadır. Ümîd emeli beslemektedir. Emel gayreti büyütmektedir. Gayret netîceye ulaştıracaktır.

İnanmayanlar burada yaptıklarının yanına kâr kalacağını sanmakla yanıldıklarını, son nefeslerinde anlayacaklardır. Ama, iş işden geçtikten sonra…

Ekrem KILIÇ

12.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır