"Gerçekten" haber verir 20 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Hüzün ve utanç veren rekorlar

Bir haftada 18 mahkûmiyet ve 2 milyon YTL’ye yakın tazminat! Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) kendisine ait olan rekoru bir kez daha yeniledi.

Ve mahkumiyet kararları o kadar sıradanlaştı ki, basın hep aynı başlıklarla (“AİHM, Türkiye’yi yine mahkûm etti”, “AİHM, Türkiye’ye yine ceza yağdırdı” gibi) ve tek sütunluk haberlerle geçiştirmeye başladı.

Haksız sayılmaz. Çünkü Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, Strasbourg’daki mahkeme son 6 yılda Türkiye’yi 1.606 davada mahkûm etti, 869 başvuruyu dostane çözüme bağladı. Mahkûmiyetlerin bedeli olarak 73.5 milyon YTL’ye yakın tazminat ödendi. Halen 1.024 dava da devam ediyor. Hepsi bu kadar da değil; henüz ele alınmamış davaların sayısı da 9 bini geçiyor.

***

Adil yargılama hakkı

Kabul; mahkûmiyetlerin büyük bölümü Türkiye’nin AB uyum paketleriyle yasalarını iyileştirdiği dönemden öncesiyle, yani özellikle 1990-2000 arasıyla ilgili. Ancak AİHM’de bugün de aynı hızla hak aramaları devam ediyor. Yine Adalet Bakanlığı’na göre 7 ayda 254 başvuru yapıldı.

Bu da Türkiye’de yargının işleyişinden kaynaklanan sorunların ağırlaştığını gösteriyor. Çünkü AİHM kararlarının ezici çoğunluğunda Türk adalet sisteminin “Adil yargılama hakkını ihlal ettiği”, “Türkiye’de hukuk mücadelesinin uzun sürdüğü” vurgulanıyor.

Adalet Bakanlığı, AİHM’deki mahkûmiyetlerin sayısını düşürmenin çözümünü bazı yasaların değiştirilmesinde görüyor. Örneğin, İnfaz Hâkimliği Kanunu’nda yapılacak düzenlemeyle TürkiyeStrasbourg trafiğini azaltabileceğini umuyor.

***

Nasıl bir neşter?

Bu tür bir önlem belki mahkûmiyetleri, dolayısıyla ödenecek tazminatları aşağı çekerek Hazine’yi biraz rahatlatabilir ama yaraya neşter vurmaz. Yara: Türk hukuk sistemini çöküşün eşiğinde. Neşter: Yargı reformu. Derhal. İvedilikle. Yitirilen her gün adalet sistemindeki kangrenin bir organı daha çürütmesi anlamına geliyor.

Türkiye’de sayıları giderek artan (İyi bir gelişme) stratejik araştırma merkezlerine geçenlerde bir yenisi eklendi: Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi. Yeni ama peş peşe 17 rapor yayınladı. Biri de Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un “Yargının iyileştirilmesi, düzeltilmesi” konulu çalışması. İşte Selçuk’un bir solukta okuduğumuz raporundan “Adil yargılama hakkı” üstüne birkaç alıntı:

***

Dosyadaki adalet

“Türkiye yargısal yanılgıya (Adli hata) en açık uçlu ülkelerden biridir. Çünkü ‘Vicdani kanı yargısı’ duruşmadaki izlenimlere göre değil, tutanaklara göre oluşturulmaktadır.”

“Dünyada yargılamaların uzaması yaygın bir yakınma konusudur. Ancak hiçbir ülkede duruşmaların uzamasından yakınılmamaktadır. Ülkemizde ise durum tersinedir. Uzayan, duruşmadır. Birçok oturumdan oluşan duruşmada birçok yargıç değişmekte ve sonunda tutanaklara sıkışıp kalmış bir ‘Vicdani kanı yargısı’yla kanıtlanma sorunu çözülmektedir. Özetle ülkemizde insanlar, batıl yargılarla en ağır cezalara çarptırılabilmektedir.”

Tablo bu. Ama madalyonun bir de öbür yüzü var: 100 bin kişiye sadece 9 hâkimin düştüğü, her hâkimin yılda 1.078 davaya baktığı, ceza mahkemelerinin yılda 3 milyonun üstünde karar ürettiği, Yargıtay’ın yılda 500 binin üstünde dosyayı sonuçlandırmak zorunda kaldığı bir ülkede, “Adil yargılama” mümkün olabilir mi?

Onun için bu devasa sorun ne makyaj yasa değişiklikleriyle çözülebilir, ne de “Mahkemelerin yükünü hafifletme” vaatleriyle.

***

Ayıptan kurtulma yolu

Tek çözüm var: Neşter. Köklü bir yargı reformu. Bakanlığın hazırladığı taslağın da ötesinde, “Yargı bağımsızlığını” odak alan gerçek bir yargı reformu.

AİHM’deki Türk başvurularının oluşturduğu dağı ancak öyle bir reformla eritebiliriz.

Mahkumiyet rekorları ezikliği ve utancından ancak o şekilde kurtulabiliriz.

“Strasbourg’da hâkimler var” sözünü ancak o şekilde “Türkiye’de hâkimler var”a dönüştürebiliriz.

Erdal Şafak

Sabah, 19 Aralık 2008

20.12.2008


Algı problemleri mi var, yoksa görevli miydiler?

17 Mayıs 2006 günü Ankara’da, Danıştay 2. Dairesi hakimi Mustafa Yücel Özbilgin, ismi Alparslan Arslan olan bir avukat tarafından görevi başında haince öldürüldü.

Alparslan Arslan, cinayeti Danıştay’ın türban kararı nedeniyle işlediğini söyledi, yargılandı, mahkum oldu.

Ama daha 17 Mayıs 2006 gününden beri cinayetin hangi gerçek neden ya da nedenlerden işlendiği konusunda toplumda, daha doğrusu aklı başında insanlarda bir kuşku vardı.

Aklı başında insan derken bu tür olaylara daha eleştirel, daha kuşkucu bakabilen, bir konuda “görevli” ya da kendine bir “görev vehmetmeyen” kişileri kastediyorum.

Ortada verilmiş bir yargı kararı var, temyiz edilmiş ama son olarak Yargıtay, Danıştay saldırısı dosyasının Ergenekon dosyası ile birleştirilmesi kararını veriyor.

Bu karar da Danıştay saldırısının bir Ergenekon tezgahı olduğunun kanıtı değil doğal olarak ama çok açık olan meselenin göründüğünden ya da ilk karar çerçevesinden daha karışık olma ihtimalinin güçlü olduğu.

Bu tür konularda ve bu ülkede yaşayan aklı başında herkes, “görevli” olmayan herkes, bu tür cinayetler karşısında daha ilk günden mesafeli olmayı bilmeli.

Bilmezseniz ne olur söyleyeyim: Ciddi oranda ve kısa vadede komik olma riski alırsınız.

Üstelik bu risk internet denen şu baş belasının kullanıldığı ortamlarda daha da artar zira tüm gazetelerin 17-20 Mayıs 2006 tarihli nüshalarına girmek sadece iki dakika alıyor ve tüm yazılan, çizilenler, demeçler ve bildiriler önünüze dökülüyor.

İsterseniz menfur cinayeti izleyen günlerde, ortada katilin muhtemel yönlendirici açıklaması dışında bir kanıt yokken koca koca insanların neler dediklerine bir bakalım.

REKTÖRLER:

MEYDAN OKUMA

DÖNEMİN YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç başkanlığında toplanan Rektörler Komitesi, bir saatlik görüşmenin ardından yaptığı açıklamada şunları dile getirdi: (...) Katliam niteliğindeki bu saldırının uzun zamandır yargı kararlarına ve özellikle de mahkemelerimizin Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini korumaya yönelik kararlarına karşı iktidar odaklarından gelen kayıtsızlık ve yargı üzerinde baskı oluşturma amaçlı açıklamaların arkasından yapılmış olması çok anlamlıdır. Bu süreçte bazı basın kuruluşlarının da bu doğrultuda hedef göstererek yayın yapmaları ve sorumluların buna kayıtsız kalmaları ibret ve kaygı vericidir. (...) Laik cumhuriyetimize karşı tehlikenin vahim boyutlara ulaştığı bu süreçte Türk milleti adına bu değerleri korumakla yetkili kurumlardan Danıştayımıza karşı yapılan canice saldırı, aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açık bir meydan okumadır...

YARGI GÖREVE ÇAĞIRDI

YARGININ zirvesindeki isimler Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu, Yargıtay Başkanı Osman Arslan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok, Danıştay Savcısı Zafer Kantarcıoğlu ile yüksek yargı mensupları topluca Anıtkabir ziyaretinin ardından yaptıkları ortak açıklamada şu görüşleri dile getirdi: ‘Saldırıyı devletimizin varlık nedeni olan demokratik laik, Cumhuriyet’e yönelmiş bir saldırı olarak kabul ediyor ve bu girişimi şiddetle ve lanetle kınıyoruz. (...) Ortak hedef ve görevi kutsal adaletin dağıtımının yanı sıra Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak ve hukuk devleti ilkesini gerçekleştirmek olan yargıya karşı yapılan bu ve benzeri saldırı ve eylemler bizleri sindiremeyecek. (...) Cumhuriyet tarihimizde kara bir sayfa olarak anılacak olan bu saldırı dolayısıyla, yargı dışında da laik demokratik devlet düzenini koruma görevi ile yükümlü olanlara bu görevlerini tekrar hatırlatırız...”

SEZER’İN 19 MAYIS MESAJI

DÖNEMİN Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yayımladığı mesajda şu vurgulamaları yapıyordu: “(...) Laikliği çeşitli biçimlerde yorumlayarak, için boşaltıp demokrasiyi, dolayısıyla devlet rejimini yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. (...) Bu çirkin eylemi bir kez daha kınıyor, gerçekleştireni ve temsil ettiği düşünceyi lanetliyorum... Cumhuriyet tarihine bir kara leke olarak yazılacaktır. Bu saldırıya neden olanlar tutum ve davranışlarını yeniden gözden geçirmelidirler.”

BAROLAR AĞIZ BİRLİĞİ ETTİ

Türkiye Barolar Birliği: Demokratik, laik Cumhuriyet ve kurumlarına olan bu saldırılar, asla hedefine ulaşamayacaktır.

Ankara Barosu: Hukuku hiçe sayarak yargı kararlarını siyasi amaçlarına araç yapan, Danıştay 2. Dairesi’nin kararını uluorta eleştiren günün iktidarını sorumlu davranmaya davet ederiz.

İstanbul Barosu: Aynı düşünceyi taşıyanlar bir yandan basına yönelik bombalı saldırılarda bulunurken, bir yandan da Meclis’in içinde gösteri yaparak Cumhuriyet’e ve laikliğe meydan okumaktadır. Bu olay, Türkiye’deki olayların nasıl gelişeceğini açık olarak ortaya koymuştur.

İzmir Barosu: Savcıları göreve davet ediyoruz. Kışkırtmaya neden olan Başbakan ve TBMM Başkanı’nı istifaya davet ediyoruz.

GAZETE VE

YAZARLAR NE DEDİ?

Melih Aşık (Milliyet- 19 Mayıs 2006): “Cumhuriyet gazetesine bomba atanlar da... Danıştay’ı kana bulayan Alparslan Arslan adlı katil de... Eylemden önce ve sonra “Allahuekber” diye bağırıyor... Bu eylemler belli ki “Allah” adına yapılıyor... Dinci siyasetin etkilediği birçok kesim bu saldırıyı Allah yolunda savaş olarak algılıyor... Acaba... Akıl ve izan sahibi bir yüksek din adamı olan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, din adına cinayet işlenemeyeceğini, gerçek inanç sahiplerinin böylesi vahşeti hoş görmeyeceğini haykırmak için ne bekliyor?..”

Bekir Coşkun (Hürriyet - 18 Mayıs 2006): “Dün Danıştay’ı basıp yargıçları vuran, eli tabancalı olanlarındandı. Öbürlerinin ellerinde sadece tabancaları yok. Yüzlerinde aynı kin, gözlerinde aynı nefret, dillerinde aynı hakaret ve tehdit vardır, bir tek tabancaları eksiktir. Biz onları biliriz. (...) Kin, aynı kin... Nefret, aynı nefret... Düşmanlık, aynı dozdadır... Eksik olan sadece tabanca... Biz onları biliriz. Devletin koltuklarında oturanları ile dün Danıştay’ı basıp yargıçları kurşunlayan arasında zerre kadar zihniyet farkı bulamazsınız. Birisinin dili ile yapmak istediğini aslında bu arkadaş tabanca ile yapıverdi. HEPİMİZİ derin bir endişeye sürükleyen bu katliam, AKP anlayışının bir ürünüdür. Hedefi, demokratik laik cumhuriyeti yıkmaktır.”

Tufan Türenç (Hürriyet - 19 Mayıs 2006): “Danıştay yargıçlarına kurşun sıkan cani ve onun arkasındaki karanlık güçler, iktidarın tutumundan cesaret almışlardır. AKP’nin uyguladığı siyaset bu olayda azmettirici olmuştur. Bir Meclis başkanı, bir başbakan, bir dışişleri bakanı, demokratik laik cumhuriyet karşıtı güçleri bu kadar yüreklendirici konuşmalar yaparsa bu tip kanlı eylemlerin olması doğaldır. Danıştay her kararından sonra gerici kesimlere hedef gösterildi. Onların öfkelerinin bu kuruma odaklanması için her türlü tahrik yapıldı...”

DÜZEY İÇİN SÖZ

BULAMIYORUM

BİR Cumhurbaşkanı’nın, üniversite kurumunun, rektörlerin, yüksek yargının, baroların, merkez medyanın bir olaya yönelik saptama ve değerlendirmeleri iki sene içinde bu kadar gülünç hale gelebiliyorsa işimiz gerçekten zor demektir.

Ya ortada çok boyutlu bir düzey ve algılama problemi var ya da bir görev.

Ama görev de iki sene içinde bu kadar sırıtmamalı.

Düzey için bir şey söyleyemiyorum.

Eser Karakaş / Star, 19 Aralık 2008

20.12.2008


Yok birbirlerinden farkları

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır seyahatinin sonrasında geldiği “ya sev ya terk et” tavrının ardından AKP’nin yerel seçimde bölgede alacağı oy oranı tartışmalı hale geldi.

Bu gelişmelerden önce AKP’nin Diyarbakır dahil olmak üzere DTP’nin kalesi olan birçok ili zorlayabileceği tahmin ediliyordu.

“Ya sev ya terk et”in etkileri açık olarak bilinmiyor.

Ancak DTP’nin son gösterilerle yaptığı gövde gösterileri, bu partinin de yerel seçimlere asılacağını, AKP ile mücadele edeceğini gösterdi.

Son manzaranın ve Başbakan’ın sinirli tavırlarının etkilerinin AKP’nin aleyhine olacağı da söylenebilir. Başka bir deyişle AKP, son gerilim öncesi girdiği “Güneydoğu’yu alacağız” havasından uzaklaşmış görünüyor.

***

Bölgedeki güç dengelerine bakıldığında DTP’nin bu seçimde de Kürt kökenli nüfusun ağırlıkta olduğu illerde birinci parti olması ve “kaleleri”ni koruması normal bir sonuç olacaktır.

Ama... Evet burada bir “ama” var ve ama, DTP hakkındaki kapatma davasıyla ilgili. Seçim takvimi çalışmaya başlamıştır, DTP de diğer partiler gibi adaylarını Yüksek Seçim Kurulu’na bildirecektir.

Eğer DTP hakkındaki dava listelerin kesinleşmesinden sonra sonuçlanır ve DTP kapatılırsa, bu partinin bütün adaylarının adaylıkları düşecektir. Aday gösterme süresinin tamamlanmış olması dolayısıyla DTP’nin genel seçimde yaptığı gibi bağımsız adaylar göstermesi de mümkün olmayacaktır.

Eğer DTP bu şekilde seçim yarışından bertaraf edilirse, buna gösterilecek tepkiler de tahmin edilebilir. Ama sonuçta AKP bütün yöredeki belediyeleri kazanacaktır. Bölgede ne CHP ne de MHP vardır ve tepkiler ne olursa olsun AKP seçime Güneydoğu’da tek başına girmiş gibi olacaktır.

***

Yukarıdaki senaryonun, DTP’nin her ne pahasına olursa olsun siyaset sahnesinden çekilmesini isteyenlere de cazip geleceği açıktır.

Senaryonun benimsenmesi, aynı zamanda, daha önce AKP’nin kapatılması için uğraşanların bu kez AKP ile birlikte DTP’nin kapatılması üzerine işbirliği yapmaları anlamına gelecektir.

Bu koalisyon kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Ama son dönemdeki siyasi gelişmelerin tümüne bakıldığı zaman hiç de şaşırtıcı değildir, çünkü şu anda temel meselelerde AKP ile CHP ve MHP arasında bir fark kalmadı gibi. Avrupa Birliği’ne mesafe konusunda üçü de aynı çizgide. Kürt meselesinde üçü de aynı tavırda, “ya sev ya terk et”te bir araya geldi. Hatta son günlerin çok konuşulan konusu Ermeni meselesinde de CHP’nin sözcüleri ile AKP’liler tümüyle aynı fikirde olduklarını her vesileyle gösteriyor.

Tümüyle “sağa yatmış” bir siyasi sistemde, AKP’nin yerel seçimde DTP’yi bertaraf etme, hatta DTP’yi tümüyle bertaraf etme senaryosu üzerinde ittifak sağlamak zor olmayacaktır.

Bu kadar ağır bir şekilde “sağa yatmış” bir sistemde üçlü, hatta “dörtlü” koalisyonun karşısında dengeyi sağlayacak bir “sol” seçenek ortaya çıkmadığı sürece “büyük koalisyon”un tümüyle “eksik demokrasi” de anlaşması da sürpriz olmayacaktır.

Okay Gönensin,

Vatan, 19 Aralık 2008

20.12.2008


Hiç utanmıyorlar

2006 yılı Mayıs’ında Danıştay Saldırısı’ndan birkaç saat sonra kaleme aldığım yazı şöyle başlıyordu:

“Aslında her şey ortada! Aylar öncesinden beri işaret ettiğimiz bir süreç adım adım ilerliyor. Rejim tehlikede... Ama Sezer’in, Baykal’ın ya da Teziç’in kastettikleri anlamda bir tehlike değil bu. Rejimi tehdit eden şey, ne irtica, ne türban, ne AKP...

Türkiye Cumhuriyeti, demokratik rejime yönelik ciddi bir komployla karşı karşıya.” Gözü kör, kulağı sağır, aklı ipotek altında olmayan herkesin hemen görmesi gereken bir tabloydu bu. Kurulan komployu görmek için ne özel bir istihbarata, ne de özel bir analiz yeteneğine ihtiyaç vardı. Ama kamuoyu oluşturma gücüne sahip kişi ve kurumlar arasında o kadar azdı ki aklı ve vicdanı hür olanlar...

Olaydan üç gün sonra. 21 Mayıs tarihinde “Yine mi özeleştiri yapacaksınız?” başlıklı yazımda bu tabloya şöyle isyan ediyordum: “19 Mayıs sabahı gazeteleri önüme açtığımda 97-98 yıllarına geri dönmüş gibi oldum birden. Aradan onca yıl geçmemişti sanki, 28 Şubat’ın karanlık günlerindeydik, “mahşerin beş atlısı” toparlanıp yola koyulmak üzereydi.

Üniversitelerden, yüksek yargı organlarından, sivil toplum kuruluşlarından gelen kimi açıklamalar herkesin kendi repliğini çok iyi bildiğini, öyle ki bu defa brifinglere bile ihtiyaç olmadığını gösteriyordu.

28 Şubat medyası da karşımdaydı. Birkaç gazeteyi bir yana ayırırsak, büyük medya yine tıpkı o günlerdeki gibi “görevdeydi”! Danıştay baskını karşısında yaşanan şokun hükümete yönelik bir öfkeye dönüşmesi için elden gelen her şey yapılıyordu yine...

Kendi kendime düşündüm: Önümüzdeki bir yıl atlatılırsa, AK Parti kurmayları bu fırtınalı denizde gemiyi oraya buraya çarpmadan kıyıya yanaştırmayı başarırlarsa, yeniden 3 Kasım sonrasına benzer bir istikrar havası doğarsa, bugün bu yayınları yapanlar ne yapacaklar?

Bir terör olayı bahane bilinerek giriştikleri hükümet düşürme operasyonunun hesabını nasıl verecekler? Bu defaki andıçlar ne zaman deşifre olacak? Bu defaki çark edişler nasıl bir üslupla yapılacak? Yine bugün okuduğumuz gibi özeleştiri metinleri mi okuyacağız?

Nasıl oluyor da o gazetelerin yönetimleri böyle dar zamanlarda böylesine rahatlıkla manipülasyona gönüllü yazılabiliyor diye sordum bütün gün. Böyle dönemlerin geçiçi olduğunu artık öğrenemediler mi?

Bugünlerin kaydının tutulmasından, sonra okurlarına hesap verememekten korkmuyorlar mı? Galiba kilit kelime korkmak. Evet, korkmuyorlar. Çünkü yaptıklarının bir cezası olmadığını gördüler. Korkmuyorlar çünkü herkesin her şeyi unutacağını hesap ediyorlar. Bu ülkede hiçbir şeyin hesabının tutulmadığını, herkesin yaptığının yanına kar kaldığını biliyorlar.

Yarın öbürgün işler düze çıktığında birkaç hoş yazıyla, birkaç gönül alıcı manşetle her şeyi unutturabileceklerini biliyorlar.”

Önceki gün, Yargıtay’ın Danıştay Davası’nı Ergenekon Davası’na bağlayan kararını okurken o günleri hatırladım yeniden...

Bu karar Danıştay Saldırısı’nın bu ülkenin şahit olduğu en büyük provokasyon olduğunu; Ergenekoncuların kaos ve darbe senaryoları doğrultusunda kendi yandaşları gördükleri bir yüksek mahkemenin üyelerini yok etmeyi bile göze alacak kadar gözü kara bir saldırganlık içinde olduklarını bir anlamda tescil ediyor.

Ama, o günlerde saldırıyı bahane ederek şeriat paranoyası yaratmaya çalışanlarda hala en küçük bir özeleştiri denemesi, en ufak bir utanma işareti yok...

Mustafa Yücel Özbilgin’in cenaze töreninde bakanların kafasına şişe atanlar, “Katil başbakan” “Hükümetin hesabını ordu görecek” diye slogan atanlar, cenazeye katılan türbanlıların başlarını zorla açanlar, kim bilir nerelerde hâlâ saygın “ulusalcı” mücadelelerine devam ediyor.

Gazetelerinde Danıştay Saldırısı için “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” diye yazanlar arazi olmuş, Yargıtay’ın son kararını sayfanın en dibinde tek sütunluk bir haber olarak koymuş, suçunu hâlâ gizlemeye çalışıyor. “Danıştay Saldırısı’yla Ergenekon arasında bir ilişki kurulursa olay ciddileşir, yoksa bu dava- Ergenekon- fasa fisodur” diyenler dut yemiş bülbül gibi susuyor.

Yani her şey tam da o yazıda söylediğim gibi oluyor. Çünkü ilkesizliğin bir cezası yok bu ülkede. Kimse hatasının bedelini ödemiyor. Herkes zamanın pususuna yatmış; söylediklerinin, yazdıklarının, yaptıklarının unutulmasını bekliyor. Hâlâ gururla ve vakarla ortada dolaşarak...

Gülay Göktürk / Bugün, 19 Aralık 2008

20.12.2008


Sağ gösterip, sol vurmak

Yargıtay 9. Dairesi’nin kararı çok önemli. Yüksek Mahkeme demek istiyor ki, “konuyu dinci saldırı” diye kapatamazsınız, meselenin Ergenekon’la irtibatlı yönünü de inceleyin.

Ergenekon özetle neydi? Mevcut iktidar döneminde laik cumhuriyetin ve ülke bütünlüğünün tehdit altına girdiğini ileri sürerek, toplumda gerginlik ve kargaşa yaratmak ve darbeye zemin hazırlamak. Cumhuriyet’e saldırı ve Danıştay suikastı, bu planın önemli bir parçasıydı. İlk aşamada gazeteler ağa takıldılar: 18 Mayıs 2006

Milliyet: “Laikliğe kurşun”

Hürriyet: “Kaşıya kaşıya Türban, her fırsatta toplumun gündemine sokuldu. Danıştay, türbanla ilgili aldığı bir karardan sonra hedef gösterildi. Ve Türkiye’yi sarsan alçakça saldırıya davetiye çıkarıldı.”

Sabah: “Hedef manşetten, kurşun avukattan”

Radikal: “Türban kararı veren Danıştay’a silahlı baskın.”

Cumhuriyet: “Bu kez de aynı el” “Vakit hedef göstermişti”

***

Yargıtay’ın kararı, vatandaşı da uyarıyor: “Türkiye’de sağ gösterip, sol vuranlar vardır. Görüntüye aldanmayın; derinlere inin”

Nazlı Ilıcak, Sabah, 19 Aralık 2008

20.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır