"Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Türkiye’nin krizi öncelikle AKP’nin eseri

Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği çıkmazdan, “kriz bizi teğet geçti” ya da “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” türünden laf cambazlıklarıyla çıkması olanaksız ama Başbakan Erdoğan ve ona akıl verenler ne yazık ki hâlâ durumun vahametini kavramış değil sanki.

Sayın Başbakan’ın bütçe konuşmasında tekrarladığı, “Bu kriz Türkiye’nin krizi değildir, hükümeti sorumlu göstermek yanlıştır” lafı da çoğu kimseye inandırıcı gelmiyor.

AKP’nin ufku yok

İşlerin iyiye gitmediğini uzunca bir süreden beri hissetmekte olan ekonominin aktörleri, Sayın Başbakan’ın ve hükümetin artık laf üretmeyi bırakıp çözüm üretmesini bekliyor ama umduğunu bulamıyor, çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin ufuksuzluğu çözüm üretmesini zorlaştırıyor.

Ekonomideki çıkmazı aşabilmek için önce soruna doğru teşhis koymamız ve bazı sorulara cevap aramamız lazım. Türkiye ekonomisindeki yavaşlama ne zaman ve hangi nedenle başladı? Küresel krizin olumsuz etkileri hangi noktadan itibaren daha çok hissedilecek? Bölük - pörçük önlemlerle bu çıkmazdan çıkmak mümkün mü?

Film 2006’da koptu

Türkiye ekonomisinin bu yılın üçüncü çeyreğinde durma noktasına gelmesi üzerine yapılan yorumlarda, ekonominin gidişatını yakından izleyen Seyfettin Gürsel, Güngör Uras ve Uğur Gürses gibi ekonomi yazarları aynı noktayı vurguladı. Türkiye ekonomisindeki yavaşlama, küresel krizin ABD’deki ilk kıvılcımının 2007’nin ikinci yarısında ateşlenmesinden çok önce, 2006’nın ikinci yarısında başlamıştı onlara göre. Ekonomimiz bu sürecin sonucunda durma noktasına gelmişti, küresel krizin olumsuz etkileri ise bu yılın son çeyreğinden itibaren daha belirgin biçimde hissedilecekti.

Türkiye’nin neden bu noktaya geldiğini ve bu çıkmazdan nasıl çıkılabileceğini derli - toplu biçimde ortaya koyan bir değerlendirmeyi ise, Türkiye dışında da adını duyurmaya başlayan genç bir akademisyenden dinledim. Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi olan Refet Gürkaynak, TÜSİAD desteğiyle Koç Üniversitesi bünyesinde oluşturulan Ekonomik Araştırma Forumu tarafından düzenlenen konferansta basit ama önemli bazı saptamalar yaptı.

Refet Gürkaynak diyor ki:

- Bugün ortaya çıkan sıkıntıda küresel krizin etkisi var ama bu temelde bizim yarattığımız bir sıkıntı.

- 2001 programıyla aşama yaptık ama bittiği yerde yerine bir şey koyamadı.

- Türkiye 2006 sonundan beri iktisat politikası boşluğunda.

- Biz bunun maliyetini küresel krizden önce ödemeye başlamıştık, büyüme inişe geçmişti.

- Şimdiki sıkıntıyı sadece bir dış şokun etkisi olarak görmek yanlış.

- Bu noktada sadece küresel krize karşı önlem almak sorunu çözmez.

- Bütünsel bir programın parçası olmayan önlemler güven vermez.

- Türkiye’nin yeni bir programa ihtiyacı var.

- İyi anlatılmış, şeffaf bir program belirsizliği azaltır, güven sağlar.

- Şu anda var olmayan, programlı bir maliye politikasına ihtiyacımız var.

- Böyle bir program çerçevesinde, mali disiplini kalıcı olarak bozmayan, ölçülü ve hedefleri belli bir mali gevşemeye gidilebilir.

- Maliye politikasındaki gevşeme, sosyal adalet, yapısal reform ve sektörel destek hedeflerine yönelme fırsatı yaratır.

- IMF anlaşması hükümeti bunları yapmaya zorlarsa faydalı olabilir ama asıl tedaviyi içeride aramak gerekir.

AKP çözebilir mi?

Bu saptamalar bence önemli çünkü soruna nasıl yaklaşmak gerektiğini gösteriyor. AKP yönetimi ne derse desin, Türkiye aslında küresel krizin ötesinde, ekonomi politikası üretememe sorunuyla karşı karşıya. Türkiye’de özel sektörü hızla daralmaya iten nedenlerin başında da, belirsizlikten ve yönsüzlükten kaynaklanan ciddi güven kaybı geliyor.

Hükümetin küresel krizin olası etkilerini doğru okuyamayan tavrı ve “Kriz bizi pek etkilemez” söylemi bu güven kaybını daha da artırdı ve ekonomi durma noktasına geldi. AKP hükümeti bugüne kadar yaptığını yapmaya devam ederse Türkiye ekonomisi uzunca sürecek bir küçülme dönemine de girebilir.

Milliyet, 21 Aralık 2008

Osman Ulagay

22.12.2008


Komutanın mahalle baskısı

Anlatan sıradan kişi değil, en üst rütbeye kadar yükselmiş bir komutan; eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil. Okuyunca dondum kaldım, sizinle de paylaşmak istedim.

Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök köşesinde dün yazdı. Bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından komutanlar sıkça yaptıkları gibi akşam yemeği için bir araya gelir. 2000 veya 2001 yılı. Erdil tarihi tam hatırlamıyor. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu. Hilmi Özkök ise Kara Kuvvetleri Komutanı.

Masaya garson tarafından şarap servisi yapılır. Sonrasını Erdil’den dinleyelim: ‘Herkesin önündeki kadehte kırmızı içecekler duruyor. Bir ara galiba Aytaç Paşa Hilmi Özkök’e seslenerek ‘Oo Hilmi, ne güzel, sen de şarap içiyorsun’ dedi. O da ‘Evet biz de heyete uyduk içiyoruz.’ cevabını verdi. Bu diyaloğu ilgiyle izleyen Kıvrıkoğlu müdahale eder ve şöyle der: ‘Nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil kola.’

Bu sözlerin masada nasıl hava estirdiğini tahmin etmek güç değil. Kıvrıkoğlu bir hamle daha yapar ve garsona dönerek ‘Oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst içki içsin.’ der. Erdil’in anlattıkları doğru mu? Gerçekten böyle bir olay yaşandı mı? Yoksa arkadaşlar arasındaki sıradan bir espri abartılarak bu noktaya mı taşındı? Olayı aktaran Erdil’in bir özelliği var. Hilmi Özkök, Genelkurmay Başkanı iken Erdil hakkındaki iddiaları görmezden gelmedi ve yargılanması için izin verdi. Erdil ‘haksız mal edinmekle’ suçlandı ve mahkum oldu. İki buçuk yıl hapis cezası aldı, içeride bir yıl yattı.

Erdil’in başına gelenlerden Özkök’ü sorumlu tuttuğunu tahmin etmek güç değil. Bunu gizlemiyor da. Özkök’e dönük tavrını açıkça görmek mümkün. Zaten ‘Onu affetmeyeceğim’ diyor.

Neresinden bakarsanız bakın, yaşadığı olayların acısıyla da konuşmuş olsa bu kısa anekdot çok şey anlatıyor. Bir Genelkurmay başkanı, Kara Kuvvetleri komutanına böyle bir üslupla ‘Bizi aldatma, kolayı bırak şarap iç!’ diyebilir mi? Bir süredir unutulan mahalle baskısı kavramı bugünlerde tekrar güncel hale geldi. Gazetelerde bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlanıyor. Anadolu’dan mahalle baskısı örnekleri sıralanıyor. Erzurum’da Ramazan ayında açık lokanta bulunamayacağından Trabzon’da sigara içmenin zorluklarına kadar. Devletten iş alabilmek için hacca ve umreye gidenlerin sayısı da artmış.

Erdil’in anlattıkları eğer doğruysa Hilmi Özkök’e şarap içmesi için yapılan çevre baskısına ne demeli? Hatta baskının ötesinde zor kullanmadan bile söz edilebilir. Kıvrıkoğlu, seçme hakkı bırakmadan kola dolu kadehi şarapla değiştirtiyor. Bir Kara Kuvvetleri komutanına böyle bir muamele yapılabilir mi? Olayın doğruluğu kuşkusuz önemli. Ancak bunun söylenti şeklinde sağda solda anlatılması en az olayın kendisi kadar önemli. Tam da ‘şuyuu vukuundan beter’ hali.

O yılları iyi hatırlıyorum. Kıvrıkoğlu’nun son dönemini yani. Hilmi Özkök’ün Genelkurmay başkanlığını engellemek için ortalığa doğruluğu tartışmalı dedikodular yayılmıştı. Sırf bu yüzden Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılması bile gündeme gelmişti. En çok da Özkök’ün laik kimliğine şüphe düşürücü, dindarlığına vurgu yapan söylentilerdi. İzlediği iddia edilen televizyon kanallarından alkollü içkilere karşı tutumuna değin ne çok şey konuşulmuştu. Erdil’in anlattığı olay bana o dönem Özkök’ün Genelkurmay başkanlığını engellemek için üretilmiş veya abartılmış dedikoduları hatırlattı.

Bu olaya mahalle baskısının çarpıcı bir örneği diye de bakabilirsiniz. Bir komutanın, başına gelenlerden sorumlu tuttuğu Genelkurmay başkanını küçük düşürmeye dönük psikolojik bir hamlesi olarak da görebilirsiniz. Hangi açıdan yorumlarsanız yorumlayın, tarihe not düşülmesi gereken bir olay...

Zaman, 21 Aralık 2008

Mustafa Ünal

22.12.2008


İçince dağıtanlar

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sırasında yolsuzluk yaptığı iddiasıyla yargı önüne çıkarılan ve suçu sabit görülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil, Ertuğrul Özkök’e bir anısını anlatmış.

Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı sırasında, bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından verilen yemekte, herkes şarap içiyormuş.

Hilmi Özkök’ün önünde kırmızı sıvılı bir içki gören bir komutan, “O Hilmi, ne güzel sen de şarap içiyorsun” demiş.

Özkök, “Evet, biz de heyete uyduk” cevabı vermiş.

O sırada Kıvrıkoğlu söze girmiş ve “Nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil, kola” demiş.

Ardından da garsona seslenmiş, “Oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst bir içki içsin.”

Bu tipik bir mahalle baskısı.

Kimi insan gerek inancı, gerek sağlık nedeniyle içki içmez.

Mesleği gereği de içkili ortamlarda bulunmak durumunda kalabilir.

Buna saygı göstermek gerekir.(...)

Kalabalık bir ortamda insanlara “İçki içme” demek kadar “İç” demek de bir mahalle baskısıdır.

Bu baskı saygı duyulacak bir tavır değildir.(...)

İnsanların kendi inançları doğrultusunda yaşamaları en temel haklarıdır.

Herkes, kendi sınırlarını bilip başkalarının bu hakkına saygı duymak zorundadır.(...)

Askeri bir mahkemenin verdiği kararın bir komutanın şarap içip içmemesiyle ilgisi yoktur.

Ortadaki iddiaların gerçek olup olmamasıyla ilgisi vardır.

Erdil’i sabah-akşam içki içen bir komutan da bu iddialardan dolayı mahkemeye sevk edebilirdi.

Burada asıl önemli olan, Erdil’in anlattığı dönemde komutanların içki içip içmemesi değil, başta Kıbrıs olmak üzere hükümetin aldığı kararlara karşı gösterdiği duruştu.

O komutanlar sivil otoritenin bu kararları karşısında ne yapmışlar veya ne yapmaya çalışmışlardı bunu sorgulamak gerekir.

Hilmi Özkök içki içmezdi ama hem darbe girişimlerine karşı çıktı, hem de sivil-asker ilişkilerinin demokratik ülkeler standartlarına getirilmesine çaba sarf etti.

Belki de sadece bu yüzden bir kısım “genç subay”ın hedefi haline geldi.

Sivil otoriteyi tanımayan, Kıbrıs’taki diplomatik çözüm arayışından dolayı hükümeti devirmeye çalışan bir ekibin kırmızı şarap içip içmemesi çok önemli değildir.

Belki de içmemeleri daha doğrudur çünkü yakın geçmişimiz onların içince biraz dağıttıklarını gösteriyor bize.

Sabah, 21 Aralık 2008

Ergun Babahan

22.12.2008


Özür dileyin

Yargıtay, “Ergenekon Davası” ile “Danıştay Saldırısı Davası”nın birleştirilmesine karar verdi...

Bu karar, Danıştay’ı basıp yargıç kurşunlayan Alparslan Arslan adlı alçağın, sanıldığı gibi “Türban yüzünden kafası bozulan dinci terörist” olmadığına işaret ediyor...

Bu karar, laiklik ve cumhuriyet konusunda duyarlı kitlenin, oyuna getirildiğine işaret ediyor...

Bu karar, Danıştay saldırısının gerçekleştiği günlerde, hükümete büyük haksızlıklar yapıldığına işaret ediyor...

Tabii ki son sözü yine yargı söyleyecek...

Ama kabul edelim ki bu “birleştirme kararı”, söylenecek “son söz” e dair çok güçlü bir işaret veriyor...

* * *

Hadi gelin Danıştay saldırısında hayatını kaybeden yargıç Mustafa Özbilgin’ in cenaze töreninde neler yaşanmıştı, şöyle bir anımsayalım:

Abdullah Gül yuhalanmıştı... Gül’ün yüzüne karşı “Katil hükümet dışarı” diye slogan atılmıştı...

Ellerinde bayrak taşıyan bazı kadınlar, Cemil Çiçek’ in üzerine yürümüş, Cemil Çiçek korumaları tarafından camiden kaçırılmıştı...

“Katil Başbakan” sloganları yeri göğü çınlatmıştı...

Cenaze töreninde “Azmettiren Bülent Arınç” yazılı pankartlar taşınmıştı...

Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ ya pet şişe fırlatılmıştı... Aksu, fiili saldırılardan Kocatepe Camii’nin abdesthanesine sığınarak kurtulmuştu...

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer alkışlanmıştı...

Sezer için “Türkiye Seninle Gurur Duyuyor” sloganı atılmıştı...

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile kuvvet komutanları, “Ordu millet el ele” sloganlarıyla karşılanmışlardı...

O günlerin heyecanı içinde...

Bazı köşe yazarları da “katil hükümet” hükmünü vermekten kaçınmamıştı...

CHP’sinden ANAP’ına muhalefetteki partiler de, “saldırgan” ile “hükümet” arasında siyasi akrabalık olduğu iddiasını tartışmasız bir gerçekmiş gibi dile getirmişlerdi...

* * *

Madem durum budur...

Madem “Ergenekon” ile “Danıştay Saldırısı” arasında bir ilişki olduğuna dair yargıdan kuvvetli bir işaret gelmiştir...

O halde hiç gocunmadan...

Şöyle yürekten bir özür dilemenin vakti gelmiş demektir...

Değil mi ki...

Bazı aydınlarımız ta “devri Osmani” de yapıp edilenler konusunda bile özür dilemekten gocunmamaktadırlar...

Şunun şurasında üzerinden sadece iki yıl geçmiş bir hata için neden özür dilenmesin ki?

Hürriyet, 21 Aralık 2008

Ahmet Hakan

22.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır