"Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Mü’min kullarıma şunu söyle ki, kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar.

İsra Sûresi: 53.

22.01.2009


Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır

[Sadâ-i Hakikat, 27 Mart 1909, Dinî ceride, no: 86]

Tarîk-i Muhammedî (asm), şüphe ve hîleden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îmâ eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedînin (asm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peymân ve yemini de imândır. Encümen ve cemiyetleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâdır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (asm), kanunu, evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir.

Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir. İhfâ, havf-ı riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.

İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib, muhit ve merakiz ve maabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husûmeti ise, cehalet ve zaruret ve nifak’adır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknâdır; zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir; zira onları munsıf zannediyoruz.

Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar.

İttihad-ı Muhammedînin (asm) ittihad-ı İslâm meslek ve hakikatini, enzâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa, etsin; cevaba hazırız.

“Cihanın bütün aslanlarının bağlandıkları bir zinciri, hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?” (Farsça ibare)

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 67

tarîk-i Muhammedî: Peygamberimizin (asm) yolu, sünneti.

münezzeh: Bir şeye ihtiyacı bulunmayan, muhtaç olmayan.

müstağnî: Minnetsiz, ihtiyacı olmayan.

muhit: İhâta eden, kuşatan. Çevre.

ittihad-ı İslâm: İslâm birliği.

Bahr-i Umman: Umman denizi, büyük deniz.

ittihad-ı Muhammedî: Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul’da 5 Nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyet.

cihet-i vahdet: Birlik bağı.

tevhid-i İlâhî: Allah’ın birliğine iman ve O’ndan başka ilâh olmadığını tasdik etme.

peymân: Yemin, and, kasem.

encümen: Belli konuları görüşmek üzere toplanan meclis, cemiyet.

mesâcid: Mescidler.

medâris: Medreseler.

zevâyâ: Zâviyeler.

müntesibîn: Müntesipler, bağlanmışlar.

nizamname: Kanunların uygulanması konusunda ayrıntılı noktalar ihtivâ eden ve bakanlar kurulunca kararlaştırılan kaideler bütünü, tüzük.

Sünen-i Ahmediye: Peygamberimizin (asm) sünneti, ahlâk ve yaşayışı.

evâmir ve nevâhî-i şer’iye: Dinin emir ve yasakları.

ittihad: Birleşme, birlik.

ihfâ: Saklamak, gizlemek.

havf-ı riyâ: Gösteriş korkusu.

münşaib: Bölük bölük, kısım kısım olan.

merakiz: Merkezler.

maâbid-i İslâmiye: İslâmî mâbedler.

rapt ettirmek: Bağlama, iliştirme.

silsile-i nuranî: Nurani zincir.

ihtizaz: Titreme, titreşme.

merbut: Bağlı, rabtedilmiş, mensub.

tarîk-i terakki: İlerleme yolu.

hâhiş: İstek, arzu, isteyiş.

emr-i vicdanî: Vicdana ait emir.

meşreb: Gidiş, hareket tarzı, tavır.

husûmet: hasımlık, düşmamlık.

zaruret: Çaresizlik. Muhtaçlık, yoksulluk.

nifak: İki yüzlülük, münafıklık. Ara bozukluğu.

gayr-ı müslim: Müslüman olmayan.

mahbup: Sevimli, sevilmiş, sevgili.

munsıf: İnsaf eden, insaflı.

ecnebî: Yabancı, garip, alışmamış. Başka milletten olan.

tahkik: İnceleme, araştırma.

enzâr-ı umumiye: Umumun nazarı.

Bediuzzaman Said Nursi

22.01.2009


Auburn’da bir ‘nur dershanesi’

Hayatımızda yaşadığımız ilkler heyecan veren bir özelliğe sahiptir. Yeni fikirlerin, bambaşka başlangıçların miâdıdır ilkler. Hayata hayat katan; hayatın nuru olan bir dâvâda atılan ilk adımlarla şevklenir coşar bu ilk adımların sahipleri… Aslında şevk-i mutlak içinde bulunmak, her dâim ilk adımların heyecanını yaşamaktır belki de. Kanaat etmek, hırs göstermemek bu mânâları kemâle erdiren hususlardır herhalde.

Hakikatte “adımların sahipleri” diye tâbir edilemez aslında zikrettiklerimiz. Çünkü her halükârda o adımlar nasip olmuştur o sahiplere; ihsan-ı İlâhî olarak omuzlara yüklenmiştir, Üstadımızın ifadesiyle...

Tarik-ı Muhammedî (asm) üzere istikametine devam eden bir hizmetin hâdimleri, elbette o yolun gerektirdiklerini yapacak; o yolun metodlarını kullanacaktır. İlklere başlarken istişare ile kararlar alacak, hedef-i maksadı için benliğini kardeşlerinin kararlarının içinde eritecektir. Bir iken beş, belki on, belki milyonlar olacak. Sonunu sonsuzluk diyarına bırakacak, meyveleri bu diyarda beklemeyecektir elbette. Cihad-ı ekber olan nefisle mücahedede, kardeşlerinin hukukları mânâsına da gelen meşveret sonuçlarını, hem kendini muhafaza için zırh olarak giyecek, hem de ona kast eden silahlardan ‘meşveret zırhı’yla birlikte kendini muhafaza edecektir.

***

“Tasavvur değil, tasdik” olan, “teslim değil, iman” olan, “marifet değil, şehadet, şuhud” olan, “taklit değil, tahkik” olan, “iltizam değil, iz’an” olan “tasavvuf değil, hakikat” olan, “dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan” olan Sözler’i okumak, beraberce anlamaya çalışmak ve muhtaç olanlara daha müsait bir ortam hazırlayıp onları Nurlarla buluşturmak için bir ‘ilk’e mazhariyeti yaşadık. Hususî bir dershaneye kavuştuk, hamdolsun…

Bulundugumuz şehre, Auburn’a teşrifleriyle uzun süredir hasretini çektiğimiz hizmetlerimizin inkişâfa başlaması, Vedat ve Selçuk ağabeylerin fedakârlıklarının ve şevklerinin Nazif ve Yusuf ağabeylerin gayret ve himmetleriyle buluşması vesilesiyle oldu. İlk istişare yapıldı ve özelde iki şehri kapsayan, fakat genelde bütün kâinatın alâkadar olduğu iman-Kur’ân hizmet kervanı yürümeye başladı. Bu istişareden önceki zamanı emekleme dönemi diye tâbir edebiriz. Bunu söylerken, önceki hizmetlerin küçüklüğünü değil; meşveretin, istişâre yapmanın verdiği kuvve-i mâneviyeyi nazarlara sunmak istiyoruz.

Meşveretimizde dikkat çekilen hususlar ve gelecekte üzerine yoğunlaşacağımız konulardan biraz bahsetmek istiyorum.

Neredeyse bütünüyle bir üniversite şehri olması dolayısıyla Auburn, üniversite öğrencilerinin yanı sıra hocalarına yönelik olacak derslerimiz; komşu şehir Montgomery dersleri, Müslüman Öğrenciler Birliği (MSA) vesilesiyle düzenlenecek olan seminer çalışmaları bu istişaremizin ana başlıkları idi. İstişarede dikkat çekilen hususlar şöyleydi: Hâdim olarak vazifelerimizi yapmak ve vazife-i İlâhîye karışmamak düsturumuz, hizmet-i nuriyedeki prensiplerimizin önemi…

Sözü geçen konuların arka planında istikamet ve ihlâs duâsı kendini belli ediyordu.

Bu yazıya başlık olarak seçtiğimiz “Nur Dershanesi” mevzuunun da küçük bir hikâyesi var. Nurlu hatıralarda hepimizin dikkatini çektiğini düşündügüm bir “dershane isimleri” gelenegi vardır. Yani Anadolu’daki nur dershanelerinin kendine mahsus isimleri...

Bulunduğu bina veya sokak, veyahut daire numarası ile anılır birçok dershane. Auburn dershanesi bu niyetlerle isimlendirildi; fakat sokak, cadde veya daire numarası yerine, belki de onu en güzel tanımlayan Medrese-i Nuriye mânâsında “Nur Dershanesi” ismini aldı. İsminin mânâsına her hâliyle hizmet edecek bir yer olması duâsıyla...

Bu adımların güzel meyvelerini, derslerimizde bizim dünyalarımıza açılan pencereleri, dersimize iştirak eden dindar Hıristiyan bir gencin heyecan ve ilgisini daha sonraki mektuplarımızda paylaşmak temennisiyle, Allah’a emanet olun.

SAİD HAFIZOĞLU

22.01.2009


Kara kutu

Televizyon seyretmeyi sevmeyen ve buna şiddetle karşı olan birisiyim. TV programlarının çoğunun toplumu tahrik ve tahrip ettiğine inananlardanım. Zaman kaybı olan, istidatlarımızı körelten, düşünce melekemizi kaybetmemizi sağlayan televizyon toplum için en büyük tehlikelerin başında gelmekte olmasına rağmen ne yazık ki bir çok insan bunun farkında değil.

Bilâkis bircok insanda tutkulu bir dizi merakının oluştuğunu farkettim. “Akşamki diziyi kesinlikle kaçırmamalıyım” gibi sözleri çevremizdeki bir çok insandan duymuşuzdur muhakkak. Ve ilginç olanı bu gibi ifadelerin artık güncel hayatımızın bir parçası haline gelmesidir.

Bir dizinin akabinde bir başka dizi ve böylece gün boyunca devam eden gırgır şamata… Müstehcen ve gayr-i meşrû sahneler ile dolu, Müslüman toplumun dinine ve âdetine aykırı, muhtevası bomboş, insanlığa yararlı hiçbir mesaj taşımayan, ekran başındakilerinin zamanını çalmaktan ve insanları aptallaştırmaktan başka hiçbirşeye yaramayan dizilerin aslında toplumumuz için çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

Belki ilk etapta dizilerin insanda, ailede, toplumda oluşturduğu tahribatı fark edemesek de, yavaş yavaş dizideki karakterlere benzemeye başlayan insanların, hayatını dizilerdeki gibi şekillendirmeye başladığını kolaylıkla görebiliriz. Biraz dikkatlice bakarsak çevremizde bunun birçok örneğine şahit olabiliriz. Bu dünden bugüne gelişen bir hadise değildir elbet. Zamanla, belki de kendimizin bile fark etmekte zorlandığı bir gelişmedir.

Ve böylece iradesine sahip olamayan, kararsız ve ne istedigini bilmeyen boş hayatlar “dizi” akışında sürer gider. Fakat eleştiren, düşünen ve dünyaya hangi gaye ve hikmet ile gönderildiğini bilen, Bediüzzaman’ın tâbiriyle netice-i hilkat olan insan kendisine yazık etmemeli ve çok daha manalı ve ulvi hedeflerin peşinde koşması gerektiğini aslında hepimiz biliyoruz.

Biz herşeyden önce İslâm ile yoğrulmuş Müslüman bir milletiz. Ve nasıl oluyor da, normalmiş ve yadırganacak hiçbir yönü yokmuş gibi gayr-i meşru ilişkiler ve sahnelerle dolu bu diziler ekranlara taşınabiliyor? Ve daha vahim olanı ise, “Müslümanım” diyen birçok insanın bu dizileri seyretmesi ve bir başka ifade ile aslında tasdik etmesi ve bunları pek de nahoş karşılamaması, birşeylerin hayatımızda pek de o kadar doğru gitmedigini gösteriyor.

Artık siyah ve beyazın yerini griye bıraktığı, haramın helâl ile karıştığı, doğrunun yanlış ile birleştiği karışık bir tablo ortaya çıkıyor. Ve kafalar karışıyor. Zamanla buna da alışılıyor... Ve “dizi tadında” bir hayat başlıyor…

Biz bu dizilerin inancımızla bağdaşmadığını, kendimiz olmasa da, çocuklarımızın bunlardan etkilenip, bu doğrultuda yetişip, yaşayabilecegini, onlardan sorumlu olan biz büyükler, anne babalar farkedemiyor muyuz peki? En basit bir örnek olarak, ekrana kilitlenen bir annenin çocuğu ondan ne kadar farklı olabilir ki? Unutmayalım ki hayatımızı biz nasıl şekillendiriyorsak, çocuklarımız da o nisbette şekillenecek, bize bakarak bizden öğrendiklerini hayata taşıyacaklardır. Açıkça söylemek gerekirse, omzumuzda pek de o kadar hafife alınmaması gereken ağır bir yük var aslında. Çünkü gelecek bir neslin şekillenmesinden bizler sorumluyuz.

Biz i’lâ-yı kelimetullah uğruna cephede savaşan bir ecdadın torunları olarak, diziler ile yatıp kalkan bir millet olamayız. Bir avuç insanın zararsızmış gibi lanse edilmeye çalışılan oyununa gelemeyiz. Herşeyden önce insan nedenleri ve niçinleri sorgulayan ve fikir üretmek uğruna beyin sancısı çeken bir varlık olması gerekirken—ki fitratı bunu gerektirir—nasıl olur da aşağıların en aşağısına düşebilir diye düşünüyorum.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Muhakkak ki biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik. Ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” (Tin Sûresi: 4-6)

Bediüzaman’ın ifadesi ile “nur-u iman ile âlâ-yı illiyîne çıkan, cennete lâyık bir kıymet alan ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşen, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girebilen insanın” gelişme ve gerileme alanının ne kadar da geniş olduğu ortada.

Ve fıtratlar “meylü’l-istikmal” yani ilerleme, gelişme meyli üzerine odaklanmışken, biz nasıl oluyor da füzûlî, ehemmiyetsiz, içi dışı boş meşguliyetler ile fıtratımızı bozuyor, “gayr-ı mahdut” istidatlara, zehir zemberek bir nokta koyuyoruz. Buraya kadar, bundan ötesi yok diyoruz. Kabiliyetlerimizi körelterek, kendimizi bir nevî idam ediyoruz.

Bu açıdan bakarsak, farkına varmadığımız, fakat kendi elimizle, evimizin baş köşesine yerleştirdigimiz kara kutunun ve müptelâsı olduğumuz dizilerin aslında bizden neler götürdüğünü şöyle bir oturup düşünelim diyorum.

Selâmetle kalın...

[email protected]

TUĞBA AKTAŞ

22.01.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır