"Gerçekten" haber verir 05 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Tarih ilerlerken yazı tekerrür eder!

“Belki, yine mi diyorsunuzdur.

Belki paylaştığınız öfkeler de durulmuş, gündelik dertler arasında erimeye yüz tutmuştur.

Belki Başbakan’ın tavrını ‘yeterince sert’ bulup tatmin olmuşsunuzdur.

Lakin, müsaadenizle, ben yine ‘orada’ olayım!

Milliyet’te Utku Çakırözer ile Barkın Şık’ın haberi ‘İsrail’i sevindiren liste’ başlığıylaydı.

‘Bu sevinç neden?’ derseniz, Hava Kuvvetleri’nden Başbakan’a 800 milyon dolarlık yeni İsrail silah sistemleri talebi gitmişti.

Zaten yürüyen 700 milyon dolarlık ‘tank modernizasyonu’ gibi projeler üstüne bir de bunlar!

‘Sevinç’ doğal da, bu ‘sevinç’ sizin de sevinciniz olabilir mi?

Lafta Başbakan’ın ağzından ‘İsrail yönetimini azarlayan’ Türkiye, fiilen bu garip bağımlılıktan çıkamıyor.

ABD’nin, özellikle bu ABD yönetimi gölgesinde, İsrail’le, hele bu İsrail yönetimiyle bu denli ‘vicdan hattından kopuk’ silahlı, paralı ilişkilerdeki ısrarı çeşitli açılardan anlamak mümkün de...

Kabullenmek pek mümkün değil! Özellikle, daha önce ve bugün, Silahlı Kuvvetler’in üst kademelerindeki bazı isimlerin ısrarını.

Mesela, bir ara İsrail’e kendi kullandığı savaş uçağıyla bile giden Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Fırtına, neden bu kadar ısrarlı?

Elbet ekonomik, askeri çok gerekçe sıralanabilir, ‘acil ihtiyaçlar’ dan söz edilebilir. Ancak, halkının vicdanında yaraları derinleştirme pahasına, devlet, ‘Filistinlilere karşı devlet terörü uyguladığından’ söz ettiği bir devleti bu denli sevindirebilir mi?

Ortadoğu’da ezilen halkların üstünden bu kadar rahatlıkla geçip tanklarını, uçaklarını modernize ederek gururlanabilir mi?

Filistin’i eşitsiz ve arsız bir güçle ezen tanklarla, helikopterle, füzelerle, gece görüş sistemleri ile ‘kan-ka’ olmuş silahlanma, savunma hamlesinin övüncü nedir?

Silahlarınızın içine bir ‘insanlık suçları teknolojisi’ni buyur etmenin...

Savunma sisteminizin içine çok hesaplı bir sinsiliğin unsurlarını monte etmenin...

Ve halkınızın vergileriyle yarım asırlık bir işgal, toprak gaspı, zulüm ve dayatmacılık ile katliamları finanse etmenin...

Sivil ya da askeri bir utancı yok mudur?

ABD’de, bu ‘Her şeye, her halka ve insanlığa rağmen Türk-İsrail hattı”nı katmerleştiren tarihi projenin beyinlerinden biri... Perle idi.

Irak işgalinin mimarlarından, Suriye’yi hedef gösteren ‘Türk dostu karanlıklar Prensi’.

Özal ile dostluğunu ‘Türkiye adına lobicilik’e taşıyan, 199094’te salt kayıtlara göre Türkiye’den 230 bin dolar alan zat.

Türkiye’yi, ordudan, siyasetten, iş dünyasından, medyadan birçok ismi etkileyerek İsrail’in yanına yapıştıran, İsrail yönetimi danışmanlığı yapmış, bugünkü saldırganlığı teşvik etmiş, ‘İsrail’i ikinci vatan saymış’ zat.

Türkiye’nin Avrupa hedefinden haz etmeyen ve İsrail ittifakı ile Ortadoğu’nun içine ve kanına gömmek isteyen ‘karanlık’!

Bu hedef uğruna her türlü karışıklıktan da medet umacak bir gözü dönmüşlük!

Bu adamlar vicdanımızı bu denli mi kararttı!”

İŞTE O GÜNLER

Yukarıdaki “Vicdanlara rağmen” başlıklı yazıyı 3 Haziran 2004’te Sabah’ta yazmışım.

Anlaşılan, Başbakan’ın (yine) İsrail’e gürlediği günlerden bir gün.

Hem gök gürlüyor, hem İsrail’e yeni ihale ve para yağıyor.

Zaten “Fırtına” var!

İyi hatırlayın; “darbe günlükleri”nin darbe tasavvurlarına işaret ettiği günler.

Orgeneral Özkök Genelkurmay Başkanı, ama kimi komutanda, henüz yeni sayılacak hükümeti devirme iştahının (nedense) büyüdüğü günler.

“Tezkere reddi” ile “Kamuoyundaki ABD ve İsrail düşmanlığı” diye yorumlanan işgal tepkilerinin memleketin burnundan getirilmek istendiği günler.

Kimi (İsrail’e yakın) ABD düşünce kuruluşunda “Türkiye’de askeri müdahale” nin telaffuz edilebildiği günler.

Genelkurmay Başkanı’nın dahi “suikast hedefi” olabildiği günler.

Kimi (ilk) tasfiyenin olacağı 2004 Yüksek Askeri Şûrası’na çeyrek kalmış günler.

PKK saldırılarının ve yurtiçinde suikast ve bombaların (yeniden) alevlendiği günler.

(O dönemde çok yazdığım üzre) İşgalcilere karşı sağdan sola “vicdani bütünlük” arzeden halkın; milliyetçilik, ulusalcılık, terör, linç, şehit cenazeleri, suikastlar vesilesiyle birbirine sokulma arzusunun (yeniden) azdığı günler.

Tabloyu hâlâ “Rusçuluk musçuluk” ile yorumlayan arkadaşların tam rengi kavrayamadığı günler!

Sabah, 4.2.2009

Umur Talu

05.02.2009


Ergenekon’daki tehlike

Şu anda ortada sadece bir iddianame var. İkinci ve üçüncü iddianame, henüz hazır değil. Her an operasyon beklentisi de mevcut. İlk iddianameye göre, 86 kişi sanık konumunda. Diğer iddianamelerin mahkemeye sunulmasından sonra sanık sayısı 100’ü geçebilir. Tutuklu sayısı ise şimdiden 70’e ulaştı.

Genel olarak sanıklar hükümeti ortadan kaldırmak, bu amaçla halkı isyana teşvik etmek ve kaos yaratacak eylem gerçekleştirmekle suçlanıyor. Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması ise örgütün en ciddi eylemi olarak görülüyor.

Ele geçirilen bir hayli de mühimmat var. Özellikle İbrahim Şahin ve Yarbay Mustafa Dönmez’in ev veya ofislerinde çıktığı iddia edilen krokilerden sonra yeni cephanelikler ortaya çıkarıldı. Şu ana kadar bulunan el bombası sayısı 200’e yaklaştı. 55 ruhsatsız tabanca, yaklaşık 7 ton TNT patlayıcı, M-16 ağır silahlar, Kanas suikast silahları, binlerce mermi cephaneliğin önemli parçalarıdır.

Bu gelişmeler Türkiye’nin karanlık tarihiyle yüzleşme ve geçmişi hatırlayarak üzerine gitme kararlılığını doğurması bakımından önemli olmakla birlikte, Danıştay cinayeti dışındaki tüm karanlık kanlı eylemler tanık veya sanık ifadelerinde geçen bölümlerden ibarettir.

Yani “Ergenekon’un eylemi” olarak yer almıyor.

SUÇ LİSTESİ

Hazırlıkları devam eden iddianamelerde belki Üzeyir Garih, Necip Hablemitoğlu ve İbrahim Çiftçi cinayetleri ile Atabeyler, Vatanseverler ve Sauna Operasyonları Ergenekon’a dahil edilebilir. Belki bir kısmı dava dosyası dışında bırakılabilir.

Şemdinli olayları, Malatya’daki misyoner katliamı, Hrant Dink cinayeti ve Darbe günlükleri soruşturma kapsamında incelemeye alındı ama sürecin seyrinden Ergenekon’a eklenme ihtimali zayıf gözüküyor.

Operasyonlar sürerken gündeme gelen iki ayrı tartışma konusu, Ergenekon davasının kapsama alanını genişletti. İbrahim Şahin’le birlikte Susurluk, Arif Doğan, Levent Göktaş ve Levent Ersöz’le birlikte JİTEM bağlantıları daha sorgulanır oldu.

İtirafçı Abdülkadir Aygan’ın ifadeleri ise son 20 yıla yayılan, özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetlerin mercek altına alınmasına yol açtı. 1993 yılında silahsız 33 erin şehit edildiği katliamla ilgili dosya dahi Ergenekon kapsamında değerlendirmeye alındı.

Hulusi Sayın (emekli korgeneral), Memduh Ünlütürk (emekli tümgeneral), İsmail Selen (emekli korgeneral), Adnan Ersöz (emekli orgeneral), Kemal Kayacan (eski Deniz Kuvvetleri Komutanı), Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis (eski Jandarma Genel Komutanı), Cem Ersever, Musa Anter, Tarık Ümit başta olmak üzere onlarca ismin 1990’lı yılların ilk yarısındaki karanlık ölümü, bu süreçte tartışmaya açıldı.

TEHLİKE ANI

Ergenekon davasını bekleyen tehlike ise tam bu noktada başlıyor. Kritik soru şudur: Silivri’deki Ergenekon ne zaman işbaşı yaptı? Bir de Ergenekon şeması...

Mevcut belgelere göre, Ergenekon’un 1999 yılında kurulduğu varsayılıyorsa eski yıllara uzanan eylemlerle Ergenekon sanıkları arasında bağlantı kurmak imkansız hale gelir. Ergenekon bir “torba dava” olarak görülüyorsa birden fazla örgüt şemasının bulunmasını zorunlu kılar.

Veli Küçük, İbrahim Şahin, Sami Hoştan gibi bazı karakterlerin hem Ergenekon hem Susurluk sürecinde izlerine rastlanması, aynı örgüt şeması altında gösterilmelerine sağlam zemin oluşturmaz.

Çünkü Ergenekon ve Susurluk farklıdır. Bazı Susurlukçuların Ergenekon’da ortaya çıkması, sonraki yıllarda kurdukları ittifaktan kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı Susurluk aktörleri, Ergenekon’un dışında kalmayı yeğlemiştir.

Eğer hem Ergenekon hem Susurluk yargılanacaksa tek torbada olmaz. Susurluk’la ilgili ayrı bir dosya açılmalıdır. Bir suç isnat ediliyorsa, Şahin ve Hoştan gibi ortak isimler iki dosyadan ayrı ayrı yargılanmalıdır.

Aynı şekilde JİTEM’in faaliyetleri (özellikle 1999 öncesi), Ergenekon’dan mutlaka ayrılmalı ve ayrı bir dosya açılmalıdır. JİTEM’i Ergenekon içinde yargılamaya kalkışmak sadece süreci zorlaştırır ve maksat hasıl olmaz. Veli Küçük gibi iki sahada da yer aldığı düşünülen isimler varsa onlar her dosyadan ayrı ayrı yargı önüne çıkarılmalıdır.

Darbe günlükleri de ayrı bir soruşturma konusu yapılmalıdır. 2003-2004 yıllarında kimi komutanların görevdeyken Sarıkız ve Ayışığı darbe planları hazırladığı iddiası Ergenekon içine yerleştirilirse arap saçına döner. Bu konuda bir siyasi irade varsa mecliste araştırma komisyonu kurulmalıdır.

Aksi istikamette mesafe alınır, Ergenekon’un eylem takvimi 1990’a kadar geriye çekilir, birbiriyle doğrudan bağlantılı olmayan eylemler birbirine eklemlenirse, Silivri’deki sanıklarla bu eylemler arasında bağlantı kurulamaz, Ergenekon binası tümden çöker.

Ergenekon “torba dava” olmamalıdır. Yakın karanlık tarih tümüyle aydınlatılmak isteniyorsa; Ergenekon, Susurluk, JİTEM ve Sarıkız ayrı ayrı kendi bacaklarından tutulmalıdır.

İlle de “hepsi olsun” diyorsanız, miladınız 12 Eylül, yolunuz Marmaris olsun.

Star, 4.2.2009

Şamil Tayyar

05.02.2009


Erdoğan ve M. Kemal

Tayyip Erdoğan diplomasisi ile Türkiye’nin Mustafa Kemal dönemi dış politika anlayışına döndüğünü idrak etmek gerekiyor.

(...)

Bu noktada kitlelerin kalbine konuşma yeteneği bulunan bir başka lider, Turgut Özal ile de Erdoğan’ın farkının altını çizmek lazım.

Özal, Türkiye’nin dünyaya açılması ve etki alanını genişletmesi için idari yapısının değişmesi gerektiği yönünde siyasetler geliştiriyor, örneğin zihni ‘federasyon’ jimnastikleri yapıyordu.

Oysa Erdoğan, ulus-devlet yapısının altını çiziyor ve Türkiye’yi ulus-devlet modelini tahkim ederek pro-aktif ve etkin bir siyasete sevk ediyor.

Bu özelliğiyle bir yandan da, asker ve sivil bürokrasinin onayını maksimize edebilecek bir zemin inşa ediyor.

Akşam, 4.2.2009

Atılgan Bayar

05.02.2009


Cendere

Hem 82 Anayasası yani 12 Eylül darbe hukuku hem de 80 öncesi anayasa ve siyasi partiler kanunları partilerin öyle pek ideolojik ayrışmasına da izin vermemektedir.

Tüm partiler, ne demekse, Atatürk milliyetçiliğine bağlı olmak, tüm milletvekilleri yasama görevine başlamadan Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin etmek zorundadırlar.

Böyle bir hukuk (!!!) cenderesinde partilerin ideolojik farklılıkları yerine liderlerin karizmalarının öne çıkması da normaldir.

Star, 4.2.2009

Eser Karakaş

05.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır