"Gerçekten" haber verir 12 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Haydi, Allah'tan başka ilâh tanıdıklarınızı çağırın. Onlar sizden ne bir zararı kaldırabilir, ne de onu değiştirebilirler.

İsrâ Sûresi: 56

12.04.2009


Şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle dost olmaya vâbestedir

Suâl: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?”

Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nev'î zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.

Suâl: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.

Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husûmetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husûmet zarardır. Halbuki, Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi “Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var”dır (Arap atasözü). Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilân’dır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlûp ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlûp edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husûmet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.

Suâl: “Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere tecâvüze başlıyorlar, bir kere ‘Hürriyet ve meşrûtiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar. Bizi me’yus ediyorlar?”

Cevap: Zannediyorum, tecâvüzleri eskiden sizden tahayyül ettikleri tecâvüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecâvüze karşı bir nümâyiş gibidir. Eğer tamamıyla îman etseler ki, tecâvüz sizden olmaz; adâlete kanaat edeceklerdir. Şâyet adâlete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir...

Münâzarât, s. 67-70, (yeni tanzim, s.163)

Lügatçe:

zimmî: İslâm devleti tebasından olan ve cizye denilen vergiyi ödeyen gayrı müslimler.

ehl-i zimmet: İslâm Devleti tarafından korunan Müslümandan başka kimse, zimmî.

zimmettar: Hazine sâhibi, vergiyi alan.

müsâvi: Eşit.

adâlet-i şeriat: Şeriatın adaleti.

istibdâd: Baskı, diktatörlük.

sünnet-i seyyie: Kötü âdetler.

zimmî-i muâhid: Kendilerinin himaye edilmesi için sözleşme yapılmış olanlar.

selâmet: Eminlik; dert, sıkıntı, korku ve endişeden uzak olma.

vâbeste: Bağlı, ilgili, bir şeyin arkasına bağlı, ancak onunla olabilir.

mütezellilâne: Zelil bir şekilde, alçak olana yakışacak sûrette.

izzet-i milliye: Milletin izzeti, onuru, şerefi.

musâlaha: Barış.

sahîfe-i vücut: Varlık sayfası.

husûmet: Düşmanlık.

zevâl: Son bulma.

fikr-i milliyet: Milliyetçilik fikri.

müttefik: İttifak eden, birleşen, anlaşan.

kavî: Kuvvetli.

meyl-i terakkî: İlerleme meyli, gelişme arzusu.

12.04.2009


Emanet vasıflar

İnsanların sahip oldukları vasıflar zâtından değil, arızî, yani sonradan elde edilmektedir. Zatından olmayan bu vasıflar zâil olmaya namzettir. Bu yüzden hiçbir şekilde sahiplenilemeyecek bu vasıflar gelip geçici olabilir. Sahip olup yaşatmanın yolu, o hâli kazandıran şartların mevcudiyetine bağlıdır.

Elden gitmesi her an mümkün olan bu vasıfların devam etmesi, aynı zamanda bir istikamet hâli tezahürüdür. İşte sahip olunan güzel vasıflara bu şekilde bir bakış, insanı hem şükre, hem muhafazası için teyakkuza ve duâya sevk etmektedir.

İnsan câmî bir varlıktır. Dolayısıyla bu câmiiyet zıtların bir araya geldiği anlamını içerir. Yani insanın mânevî kalbinde hemen yan yana lümme-i şeytaniye ve melek-i ilham beraberdir. Dolayısıyla imtihana gönderilen insan için takdir edilmiş dereceler ve derekeler vardır. İnsan bu meratiplerde gidip gelmesinde hür bırakılmıştır. Ona esfel-i safilin de, âlâ-yı illiyyin de bildirilmiş ve bu derece ve derekenin şartları öğretilmiştir.

Yani kemal sahibi, yüksek mertebelerdeki insanlar hayırlı insan olmuşlar, fakat bu hayırlı oluş, bazı şartları yerine getirmeleri neticesinde ihsan edilmiştir. Bulunulan makamlarda insanların sürekliliği diye bir şey yoktur. İnsan sahip olduğu kemâlâtın asıl sahibini tanımaz ve ona mertebe kat ettiren hâl ve şartları terk ederse, bulunduğu halden sükût eder.

Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak

Allah, insana emanet-i kübrayı teklif etmiş ve bu teklifi kabul neticesinde onu cilvelendirmiştir. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını anlayacak cihazâtlar vermiştir. Her insanda bu kabiliyet mevcuttur. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın isimleriyle cilvelenip insan olarak yaratılmamız, bizi gerçek anlamda insan kılmaz. Yani ehl-i küfür olan insan da, ehl-i iman olan insan da isim ve sıfatlarla cilvelenmiştir. Mü’mindeki fark, bu tecellîlerin Sahibini tanıyıp, kendisindeki mehasinleri Allah’ın isim ve sıfatlarından birer yansıma olduğunu idrak ve o isimlerle ahlâklanmaktır. Dolayısıyla ehl-i küfür ile ehl-i hidayet arasındaki benzerlik sadece sûreten insan olmasıdır.

Mü’min insan, Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar ve müzhir olur, yani İlâhî isimleri görüp göstererek ahlâklanmaya çalışır. Yani Cemal ismiyle cilvelenen bir kadın, eğer Cemâlin gereği olan ahlâk-ı âliye ile ahlâklanmaz, iffet halini muhafaza edemezse, o Cemâl ismine mazhar değil memer olur. O ismin gelip geçtiği bir yerdir. Bu geçiş, tabiî ki öyle hesapsız, kolay değildir. Güzelliğinin kıymetini anlamaz, iffet ve istikamette kullanıp âlî bir ahlâka girmezse, o Cemalin hesabı sorulacaktır. Ve hatta dünyada ve ahirette azabını çekecektir.

Meselâ, Allah’ın bir ismi, Semi’dir. İşiten anlamındadır. Bu isimle hemen hemen bütün insanlık cilvelenmiş ve işiten olmuştur. Fakat mü’min ile kâfir arasında bir fark olmalıdır. Eğer bir Müslüman işittiği şeylerde meşrû daireyi gözetirse, doğru hakikatleri, kim söylerse söylesin, duyduğunda kabul ederse, hatta daha da mertebesini ilerletip, gizli hakikatleri de işitmeye başladıysa, Allah’ın Semi’ ismiyle ahlâklanmış olur.

Allah’ın Basîr ismini ele alacak olursak, gören anlamı vardır. İnsanlar bu isimle cilvelenmiş ve Yaratıcı, görmek için göz cihazatını vermiştir. Bu ehl-i küfürde de vardır, ehl-i imanda da. Aradaki fark, Basîr ismiyle ahlâklanmaktır. Yani tefekkür gözlüğünü takabiliyorsa, nimetten Mün’ime, esbabdan Müsebbibü’l-Esbab’a geçiş yapabiliyorsa, hadiselerin hikmetlerini görüp okuyabiliyorsa, hatta çirkinliklerin bile arkasındaki güzel neticeleri görebiliyorsa, ferâseti gelişmiş olarak, hak ve batılı, iyi ve kötüyü ayırt edebiliyorsa; her şeyden önemlisi, kendi kusurlarını görüp, Allah’ın da onu her an gördüğünü göz önünde bulunduruyorsa, Basîr ismiyle ahlâklanmış demektir. Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ahlâklanmanın yolunu bize öğreten elbette Resûlullah’tır (asm).

İnsan olmak nasıl her zaman isim ve sıfatlarla ahlâklanmayı netice vermiyorsa, Müslüman olmak da her zaman müslim sıfatlarla ahlâklanmayı netice vermeyebilir. Fakat Müslüman olmak, müslim sıfatlara sahip olmayı vacip kılar. Müslümanın Müslüman vasıflara sahip olması, bir takım şartların yerine getirilmesiyle mümkündür. Çünkü insanı vicdanen terakkî ettiren, ruhen tekemmül ettiren ve aklen inkişaf ettiren şeriatlardır, sırr-ı tekliftir, peygamberî terbiye ve dindir.

Sonuç olarak; şöyle söylemek mümkündür: Cenâb-ı Hak müslim vasıfları ehl-i küfre dahi verebilir. Eğer biz Müslüman olarak müslim vasıflara sahip olmazsak, ehl-i küfür de sahip oldukları bu müslim vasıflarıyla Müslümanlara muvakkaten de olsa galebe eder.

YASEMİN YAŞAR

12.04.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis