12 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Elif Eki

İSMAİL TEZER

Elif’imiz kemâlini buluyor

Elıf’imiz git gide kemâlini buluyor değerli dostlar. Bu hafta size iki sürprizimiz var:

Biri, aramıza yeni katılan usta kalemlerden Halit Ertuğrul.

Ertuğrul, bundan böyle nasipse her Cuma, daha ziyade ‘günümüz gençliğinin problemleri ve çareleri’ konusundaki yazılarıyla sizlerin huzurunda olacak.

Diğer sürprizimizse; “Okudukça” köşesiyle, haftada bir kez daha Yeni Asya ve dolayısıyla Elif okuyucularıyla buluşacak olan Selim Gündüzalp.

Gündüzalp, bu kez, uzun fakat özlü yazılarının aksine, itina ile topladığı ‘inci’lerle çıkıyor karşınıza. Kısa okuma notlarını bizlerle paylaşacak olan Gündüzalp “Yıllardır, seçtiğimiz, defterimize not aldığımız ve bir köşede tuttuğumuz ‘okuma ve yazma’ yolundaki küçük notları ilk defa sizlerle paylaşıyoruz” diyor ve duâlarınızı bekliyor.

Geçen hafta da, bir başka usta ve değerli kalem Ekrem Kılıç “Ey kâğıt” isimli edebî çalışmasıyla aramıza katılmış ve okuyucularına bir nostalji yaşatmıştı. Bununla ilgili olarak Bilâl Tunç’un bize ulaşan mesajını aynen aktarıyoruz:

“Elif’in Yeni Asya ile tekrâr aramıza katılması başlıbaşına bir hamle. Sebep olanlara müteşekkiriz. Kendisinden çok istifâde edeceğimizi umduğum dil ustamız, dilimizi oya oya, nakış nakış işleyen, kâğıda kaleme şahsiyet veren sevgili Ekrem Kılıç’la hayâlen olsun Elif’in ilk yıllarına gitmek.. Elif’in aslı ile buluşması çok güzel bir duygu. Tebrik ve teşekkürler sunuyorum.”

***

Bu hafta manşette, genç ve kabiliyetli arkadaşlarımızdan Yavuz Topalcı ve Abdul-basir Şeker'in, merhum Bekir Berk Ağabeyin muhtereme eşi Şükran Berk’le yaptığı röportajla çıkıyoruz karşınıza. Maznun ve mazlûmların avukatı Bekir Berk’i, şüphesiz pek çok ağabeyden dinlemişizdir. Fakat istedik ki, onu bir de muhtereme eşinden dinleyelim. İstifadeli okumalar diliyorum.

***

Bir paragraf da basın camiamıza açalım. Şüphesiz basın camiamızın çok usta ve değerli kalemleri olduğu gibi, yazdıkları neye hizmet ettiği belirsiz ‘çakma kalemleri’ de olabiliyor. Bu ‘çakma kalemler’, gün geliyor, kendilerine epey güldürüyorlar da... İşte bu kalemlerden biri, geçenlerde Elif’imizden söz etmiş. Bir bakıma iyi de etmiş, zira kendi okuyucularına tanıtımımızı yapmış. Lâkin biz yine üzerimize düşeni yerine getirelim, Elif’imizin taklid, ‘çakma bir ek’ olmadığını, ilk olarak 30 Ocak 1976’ta çıkıp epey devam ettikten sonra bazı sebeplerle ara veren ve şimdi tekrar yayın hayatına devam eden, köklü bir maziye sahip ilâve olduğunu hatırlatmış olalım. Ha bir de unutmadan, bazen bir ekin ‘ne eki’ olduğu, öyle tek bir sayısına bakmakla da anlaşılmıyor.

Selâm ve saygılarımızla...

Allah’a emanet olun.

[email protected]

Mahkemelere giderken, çantanın sapı soğuktan eline yapışıyordu!

Mazlûmların avukatı Bekir Berk’in eşi Şükran Berk:

TAKDİM

Bir bahar akşamı Bekir Ağabeyin, Şükran Ablamız ile evlenmesinden sonra kaldığı Fatih’in ana caddelerinden birinde yer alan şirin bir eve konuk olduk. Eve girdiğimizde görmüş olduğumuz sadelik aslında bir ihtişamın ta kendisiydi. Kapıda bizi karşılayan Şükran Ablamızın tebessüm eden siması, heyecanımızı yatıştırmaya yetmişti. Eve girdik, ama yakînen de tanıdığımız Bekir Ağabeyin oğlu Zübeyir evde yoktu. Şükran ablaya “Maşallahı var, evde durmuyor” dediğimizde, “Evde dursa Bekir Berk’in oğlu olmayı hak etmezdi” deyince diyecek bir sözümüz kalmamıştı. Zübeyir de geldikten sonra mülâkatımıza başladık. İçilen çaylar eşliğinde çok keyifli bir akşam muhabbeti gerçekleştirmiş olduk. Röportajdan çıkıp motorumuza atladık; bir dâvâ adamının evinden çıkmanın verdiği heyecan ve Şükran Ablamızın Risâle-i Nur bilgisi, bu yolda yürümek için bizleri bir kez daha perçinlemiş oldu. Cenâb-ı Allah’tan bizleri bu yoldan ayırmamasını niyaz ediyoruz. Y.T.&A.Ş.

Şükran Abla, sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

1950 Tekirdağ doğumluyum. 15 yılım Tekirdağ’da geçti. Babamın vefatından sonra ağabeyimin Eskişehir’de olması hasebiyle Eskişehir’e taşındık. 20 yıl Eskişehir’de yaşadık ve Risâle-i Nurları da orada tanıdım. 1970 yılında Malatya’da astsubayken Risâle-i Nurları tanıyan teyzemin oğlu vesilesi ile biz de Risâle-i Nurları tanımış olduk. O yıllarda Malatya’dan Eskişehir’e tayini çıkmıştı. Çok da zengin bir kütüphanesi vardı. Oradan ödünç kitaplar alır okurdum. 2 yıl öyle geçtikten sonra “Artık sana Risâle-i Nurları vereceğim” dedi. Gençlik Rehberi ve Hizmet Rehberi ile başladık. Uzun süre kitap alıp vermeler devam etti. Sözler, Lem’alar gibi kitapları alır, 3-4 günde okur ve geri iâde ederdim. Risâle-i Nurları emanet olarak aldığım için hızlı okumaya alıştım. Günde 6-7 saat Risâle okurdum. Sonra kendime de Risâle almaya başladım.

Bekir Ağabeyle nasıl tanıştınız?

İlk Risâle-i Nurları okumaya başladıktan sonra kardeşleri ziyaret etmek için İstanbul’a gelmiştim. Fatih Camii’nin alt tarafında kalıyorduk. İstanbul’daki hizmetleri de yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Sonra ise, Çalışkan amcanın kızı ve aynı zamanda Bayram Ağabeyin hanımı olan Nuriye Hanım ile tanıştım. O, İstanbul’a gelirdi. Biz de onunla gelirdik. İstanbul’daki hizmetlerle iç içe yaşadık hep. Hatta Bekir bey, Arabistan’a gitmeden onların evine gelirdi, orada görürdük. Hatta buradan bir yolculuğumuz olmuştu Eskişehir’e. Eskişehir’de bir mahkemesi varmış Bekir beyin. Ceylan Ağabeyin hanımı, onun dayısının kızı ve ben Eskişehir’e gitmiştik 1971 senesinde. Daha sonra da Kutlular Ağabey vesilesi ile evlenmemiz gerçekleşti. Daha doğrusu Nevin (Kutlular)—Kutlular Ağabeyle evlenmeden önce de onunla arkadaştık—vesilesi ile oldu.

Aklınızdan hiç geçmiş miydi Bekir Ağabeyle

evlilik?

Kesinlikle hayır. Hatta o yolculuk sırasında bile aklımızdan öyle bir şey geçmemişti. Ki zaten o dönemde evlenip ayrılmış kendisi.

Bekir Ağabeyin üçüncü hanımı idiniz değil mi?

Önceki dönemle ilgili de kısaca bilgi verir misiniz?

Birisi Risâle-i Nurları hiç tanımadan olmuş ve beş yıl kadar sürmüş. İkincisi Arabistan’a gittiğinden sonra olmuş. Çok fazla sürmemiş Bekir Beyin evlilikleri. İlk eşinden hemen ayrılmış ve çocuğu hanımında kalmış.

Bekir Ağabeyin hayatı nasıldı?

Üç dönem olarak ele alabiliriz. Risâle-i Nurları tanımadan önceki hayatı, Risâle-i Nurları tanıdıktan sonraki hayatı ve Arabistan hayatı. Ben son iki dönemini biliyorum. Başta da dediğim gibi hizmetlerin içinde olduğumuz için oradan tanıyordum. Kutlular Ağabeyi, Fırıncı Ağabeyi, Birinci Ağabeyi hepsini tanıyorduk. Bayram Ağabeylere gitmiştim. Bekir beyin içinde poşet olan ayakkabılarını gördüğümde “Bu ne?” diye sordum ve ayakkabının altının delik olması hasebiyle su geçirmesin diye çorabın üstüne poşet giydiğini öğrenmiştim. Hiçbir ücret almadan dağlardan bayırlardan gider, mahkemesine ulaşır ve herkesi kurtarır gelir diye bilirdik.

Bekir Ağabey’in mahkemelerle ilgili bir hatırası var mı bildiğiniz?

Kendisi anlatmıştı. O dönemde evrak çantaları metal olduğu için “Soğuktan, sapı elime yapışıyor” demişti. “Sadece çantamdaki dosyaları düşünüyordum, ikinci şıkkı asla düşünmedim” demişti. Dağın içine girmişler ve bata çıka, yollarını kaybediyorlar. İki arkadaşı ile dâvâlara gidiyorlar. Hatta doğuda bir yerde kahve masaları üstünde uyuyakaldığını söylemişti.

Çantasında kefen taşıma olayı vardı. Son ânında da kefeni yanında mıydı?

Kefenini hiç yanından ayırmamıştı. Son dönemlerinde hastalığı nedeniyle hastanede yatıyordu. Bu sebeple çantası evdeydi. Hastanede vefat ettikten sonra da Bayram (Yüksel) Ağabey gelip evden almıştı. Üstaddan kalan eşyalar da vardı; tesbihi, cübbesi, yeleği, çorapları falan onları da almıştı ve Isparta’da sergileniyordu. Sonra Urfa’ya geçmiş olabilir.

Zübeyir’e yaklaşımı nasıldı?

Zübeyir’e çok düşkündü. Çocuk sevgisini onda gördü. Doktor, hastaneye götürmek için gelmişti. “Zübeyir'im gelmezse hastaneye yatmam” dediğinde Fırıncı Ağabey “Tamam ağabey, biz her gün getireceğiz” demişti de o şekilde ikna etmiştik. Her gün Fırıncı Ağabey Zübeyir’i alıp götürürdü. Saatlerce oynardı onunla. Bazen Fırıncı Ağabey “Ağabey yorulursun, alalım mı?” diye sorduğunda “Benim oğlum beni rahatsız etmez” diyordu.

Arabistan hayatı nasıldı?

Cidde Radyosunda çalışıyordu. Her sabah gider öğleden sonra 2,5-3 gibi eve gelirdi.

Ali Ulvi Kurucu ile münasebetleri var mıydı?

Vardı. İlk kanser teşhisini de, Ali Ulvi Kurucu’nun damadı vardı orada doktor, o koymuştu.

Rahatsızlığı neydi?

Beyin kısmında bir ur vardı. Bununla ilgili İngiltere’ye de gitti. Orada şuâ tedavisi gördü. Urlardan birini yok etmişler, ama sonra tekrar çoğalmış.

Son olarak Yeni Asya ve Elif okuyucuları ile

paylaşmak istedikleriniz neler?

Bekir bey ile geçen 4 yılım var ama bu cemaatle, Yeni Asya ile geçen 40 yılım var. Belki de söyleyeceğim en çok şey, bu sorunun cevabı olacak. Deyim yerindeyse beni adam eden Yeni Asya okumamdır. Benim tavsiyem; Risâle-i Nur, Yeni Asya ile okunmalı. İmanî hakikatleri Risâle-i Nur’dan, güncel olayları ve Risâle-i Nur’un sosyal yaklaşımını ise Yeni Asya’dan almak. Bunun yanı sıra şahsî okumaları kesinlikle aksatmamak. Biz okuyarak iman kuvveti alıyoruz. Bizim gıdamız, bizim kendi ihtiyacımız. Nurcu olmak için okunmaz, imanî terakkiyâtı sağlamak için okunur. Gazete ise kardeşliği tesis etmek için okunur. Gazeteyi başka türlü nasıl temin edebilirsiniz? Tekirdağ’daki arkadaşlarımla bu şekilde ilişki kurarım, haberdar olurum. İki gün okuyamasam deli oluyorum. Yeni Asya’ya karşı muhabbetim sonsuzdur. Risâle-i Nur’la eş değer tutarım. Yazarlarının değişmesi, beni hiç değiştirmedi. Yeni Asya’ya, makale okumak, yazı okumak için bağlı değilim. Kardeşlerimle irtibatımı sağlıyor gözüyle görürüm. Yıllar önce gazetede bir dâvetiye ilânı gördüm. Sünnet düğünü dâvetiyesi idi. Dâvetiyeye binâen kalkıp Bursa’ya gittim. Seneler sonra sünnet olan çocuğun ablası ile görüştüm, tanıştım. Kimse tanımıyordu düğünde beni, ama gazetede o ilânın çıkmış olması yeterliydi.

Yıllar önce bir hanım geldi “Sen yalnız sıkılmıyor musun?” diye sordu. O sırada da gazetemi okuyordum. “Bak,” dedim “Burada 16 tane ağabeyim var. Onlar bana mektup yazıyorlar. Nasıl yalnız olayım ki?” dedim. Yani Yeni Asya’yı okumamak için bir bahane aramadım.

Düşmana yardım eden sefiller

Bediüzzaman diyor ki:

"Bence yol ikidir; mizânın (terazinin) iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." (Sünûhat, s. 67)

Haricî saldırı zamanında,

dahilî husûmeti

terk etmeli

Yukarıdaki sözün sahibi olan Bediüzzaman Said Nursî, Rusya'dan esaret dönüşü geldiği İstanbul'da (1918 sonları) muhatap olduğu bir suâle karşı verdiği cevapta, o döneme damgasını vuran iç ve dış aktörlerin isimlerini mukayeseli bir şekilde zikrederken, aynı zamanda savaş yıllarında takınmış olduğu tavrının da gerekçesini izah ediyor. Kısaca, "Ben düşmanla bir olup dosta tokat vurmam; nazarımda vuran da sefildir" diyor.

Sefil, burada "rezil" tâbirinin daha kibarca ifade edilmiş halini yansıtıyor.

Metinde ismi geçen şahısların kısa künyesi ise, sırasıyla şöyledir:

ANTRANİK: 1865 Şebinkarahisar doğumlu olan Antranik (Ozanyan) Paşa, Ermeniler tarafından millî kahraman olarak kabul edilir. Avrupa'da militanlık eğitimi aldıktan sonra, Anadolu'ya döndü. Tam bir ihanetin içine girdi. Osmanlı ülkesindeki Ermeni isyanlarının çoğunda lider ve organizatör rolünü oynadı. Muş, Sason, Bitlis, Van, Erzurum, Karabağ ve Nahçivan'daki kanlı mezalimin başını çeken kişidir. En fazla Müslüman kanı döktüren "Ermeni çete reisi" olarak tarihe geçti. 1927'de Amerika'da öldü.

ENVER: 1881 doğumlu olan Enver Bey (Paşa), bir Osmanlı subayıdır. Genç yaşlarında hızla terfi ederek Osmanlı Devletinin Başkumandanlığına kadar yükseldi. Padişah vekili sıfatını kazandı. Naciye Sultan'la evlenerek Saray'a damat oldu. İtalyan, Balkan ve I. Dünya Harplerinde bilfiil bulundu. Mağlûbiyetin kesinleşmesi üzerine, yurdu terk etmek zorunda kaldı. Buhara taraflarında Ruslar'la çarpışırken, 4 Ağustos 1922'de şehit düştü. Cesareti, dürüstlüğü ve temiz ahlâklı oluşuyla diğer İttihatçılardan ayrılır. Naaşı, 1996'da İstanbul Şişli'deki Hürriyet–i Ebediye Tepesindeki mezarlığa nakledildi.

VENİZELOS: 1864 Girit doğumlu olan Venizelos, Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi yıllarının en etkili Yunan Başbakanıdır. Aynı zamanda "Megalo İdea" denilen "Büyük Yunanistan" idealinin en ateşli savunucusudur. Bütün Anadolu topraklarını da içine alan bu büyük idali gerçekleştirmek için, uğrunda koca bir ömür harcadı. Ancak, yine de muvaffak olamadı. Hatta, âhir ömründe kendi ülkesinde bile siyaseten mağlûp düştü. 1935'te Yunanistan'dan ayrılarak Paris'e gitti. Bir yıl sonra orada öldü.

SAİD HALİM: Mısır'ın meşhûr valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın torunu olan Said Halim, 1863'te Kahire'de dünyaya geldi. Kahire'de başladığı tahsil hayatını İsviçre'de tamamladı. Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca'yı bilen Said Halim, Osmanlı Devletinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Belediye başkanlığı ile Danıştay ve Ayan Meclisi üyeliklerinde de bulundu. 1912'te İttihat–Terakki Cemiyetinin Genel Sekreteri oldu. Bir yıl sonra M. Şevket Paşanın öldürülmesi üzerine, Sadrâzamlık makamına getirildi. Dört yıl müddetle bu makamda kaldı. Azgın İttihatçıları bir türlü memnun edemediğini gördü ve 1917 Şubat'ında istifa etti. İstanbul'un işgalinden sonra, diğer bazı İttihatçılarla birlikte Malta Adasına sürgün edildi. Sürgün sonrasında İtalya'ya gitmek zorunda kaldı. 6 Aralık 1921'de Roma'da bir Ermeni terörist tarafından vurularak şehit edildi. Naaşı, İstanbul'daki Sultan II. Mahmud Türbesinin bahçesine defnedildi.

Eski Said'in Yeni Said'e inkılâp ettiği günler

Birinci Dünya Harbinin sonlarına doğru esaretten kurtularak İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursî, eskisi gibi siyasetle ilgilenmediği gibi, savaştan evvel iç politikadaki icraatlerini beğenmediği İttihat–Terakki hükümeti hakkında da sessiz ve suskun kalmayı tercih ediyor.

Bu hal, bazı dostlarının dikkatini ziyadesiyle çekiyor. Kendisine, "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?" diyorlar. Cevabın ardından, bu defa kendisine konumuzun esasını teşkil eden şu suâli tevcih ediyorlar: "İttihada şedit muarız (İttihatçılara şiddetli muhalif) idin; neden şimdi sükût ediyorsun?"

Bu suâlin cevabı sadedinde "Düşmanların onlara şiddet–i hücûmundan..." diye başlıyor ve yukarıda iktibas ettiğimiz o veciz izahatta bulunuyor.

Gariptir ki, o günlerin İstanbulu'nda, yani I. Dünya Savaşının en şiddetli zamanında düşmana dahi rahmet okutacak derecede İttihatçılara muarız ve muhalif olan kimselere rastlanıyor.

Hatta, bazıları çeşitli mahfillerde konuşup aleyhte propagandalar yaparak, Osmanlı'nın mağlûbiyetini temenni edecek kadar ileri gidebiliyor.

Üstelik, sırf İttihatçılar mağlûp düşsün diye, İslâm âleminin perişaniyetine ve ekser vatan topraklarının elden gitmesine dahi—zımnen de olsa—bir nevî rıza getirilmiş oluyor.

İşte, sefillik denen şey budur ki, kendisinin mahvına çalışan düşman tarafın elini güçlendirecek bir yola sülûk ediyor.

Bu sefillerin gerekçesini de, hülâseten ifade etmekte fayda var. Onlar, meselâ diyorlar ki: "Şu İttihatçılar var ya, bunlar çok fenâ adamlardır. Millete zulmettiler. Muhaliflerini ezdiler. Günahları çok büyüktür. Allah'ın gayretine dokunacak işler yaptılar, çok sakil icraatlarda bulundular. Sonunda ülkeyi savaşa sürüklediler. Onlara hiç acımayacaksın. Hem, mağlûp olsunlar ki, burunları yere sürtülsün. Başka türlü akıllanmaz bunlar. Oh olsun Enver'e, Said Halim'e..."

Said Nursî, bu tür sözleri sarf eden sefillerle aynı görüşte değildir. Zira, Üstad'a göre "Haricî düşmanların zuhûr ve tehacümünde, dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak" elzemdir. Üstelik, böyle davranmak bir maslahat-ı içtimaiyedir.

Aksine davranmak ise, yine Üstad Bediüzzaman'a göre, teessüf edilecek ve kalb–i İslâmı ağlattıracak müthiş bir içtimaî marazdır.

Bundan dolayıdır ki, "Uhuvvet Risâlesi" isimli eserinde bu mevzuya temas ettiği bir bölümde, Müslümanları insaflı düşünmeye sevk eden şu ifadeyi kullanır: "Şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir."

(Mektubat, s. 260)

İki gencin hidayet öyküsü

Bir anda onları karşımda görünce çok şaşırmıştım. Şaşırmak ne kelime, öylece kalakaldım. Sakın bir rüya olmasın, diye düşündüm.

Sabah erken gitmiştim fakülteye... Dünden kalan onlarca mektup beni bekliyordu. Ders saatine kadar onları okuyup, cevaplamam gerekiyordu.

Okuyucularım her gün yurdun dört yanından ve hatta dünyanın çeşitli yerlerinden onlarca mektuplar gönderirdi. Tabiî ki bir o kadar da e-mail ve telefonlar bunların dışında...

Beni her mektup, her e-mail ve her telefon, oldukça heyecanlandırırdı. Çünkü okuyucum bana bir şeyler yazıp gönderiyorsa, kendisi için çok önemli olduğundandır. Ben de aynı titizlik ve ihtimam içinde yazdıklarını okuyup, isteklerine cevap vermeliydim. Bu onlara olan vefa borcumdu. Ama daha da önemlisi, kendime olan saygım ve görevimdi. Çünkü bana içini döken, çok ibretli hatıralarını paylaşan, “yetişin” diye feryat eden, çok acil bir problem için çırpınan veya gözümü ve gönlümü nemlendiren, bazen de bir çocuk gibi ağlatan bu mektuplar ve e-mailler, okuyucularım tarafından parmaklarıyla değil, yürekleriyle yazılıyorlardı. Onun için de her mektup, e-mail ve telefon benim için mukaddes bir emanetti. En önemlisi de bu gün satış rekorları kıran ve milyonlarca insana rehber olan kitaplarımın böylesi mektupların ürünüydü. İşte masamın başında önüme aldığım onlarca mektubun arasına dalıp büyük bir heyecan ve merakla satırlar arasında kaybolmuşken, onlar çıkıp gelmesinler mi?

Onlar dediğim, beni şaşırtan insanlar, üç yıldan beri derslerine girdiğim iki öğrencim.

Birisi açık açık “Ben ateistim, inanmıyorum, benim için Allah’ın (hâşâ) ve dinin hiçbir anlamı yoktur” diyen Topsakal Sinan...

Öbürü de, gösterişiyle, fizikî güzelliğiyle ve fanatik görüşleriyle herkesin tanıdığı, “Dinsiz Yeşim”di...

Her zaman bu iki öğrencimle iyi ilişkiler kurmaya gayret etmiştim. Onca saldırı ve hakaretlerine rağmen, köprüleri atmadım ve mutlaka bir dostluk şansı bıraktım.

Zaman zaman gelip, kapımı çalmaları ve özel konuları kendi paralelindeki insanlarla değil de benimle konuşmaları bu yüzdendi. Çünkü en ağır eleştirilerinde bile, aynı üslûpla cevap vermiyordum ve anlattıkları her olayı, gizli bir hatıra gibi saklıyor ve asla başkasıyla paylaşmıyordum. Bunun için de, ayrı dünyaların adamı olmamıza rağmen çok iyi bir diyaloğumuz vardı. Ama bu sefer gelişleri çok farklıydı. Öylesine bir duruşları vardı ki karşımda, bunun için hayal ve rüya olmaması için, Rabbime yalvarıyordum.

Topsakal Sinan, topsakalını ve saçlarını kesmiş, her gün görmeye alıştığımız o acayip kılığından eser kalmamıştı.

Hele Dinsiz Yeşim... Allah’ım ne olur bu bir şaka olmasın...

Uzun bir giysi ve kendini melekler gibi gösteren başında bir eşarp... “Sen ha...! Yani Dinsiz Yeşim ha...! Aman Allah’ım...!”

Müthiş bir heyecan ve tam bir şaşkınlık içinde, kendimi ayakta buldum. Nasıl karşıladığımı, nasıl oturttuğumu ve “buyur” ederken de neler söylediğimi hatırlamıyorum.

Tek hatırladığım Topsakal Sinan’ın, içtenlik dolu, samimiyet dolu ve mahcubiyet dolu sesiydi.

“Hocam sizi şaşırttığımızı biliyoruz” dedi, içindeki patlamak üzere olan duygu yoğunluğunu bastırarak. “Çünkü biz de şaşkınlık içindeyiz. Dar ve zor günlerimizde çaldığımız kapı, hep sizinki olmuştu. Elbette ki hayatımızın en önemli kararını verdiğimiz bugün de yine sizin kapınızı çalıp, desteğinizi almalıydık. Öyle de yaptık.”

Gözlerinde, bu güne kadar asla görmediğim mutluluk, tatlı bir tedirginliğin ve yeni hayatın atmosferi içinde nasıl davranmaları gerektiğini bilememenin pırıltıları okunan bu iki öğrencime hayran hayran bakıyordum. İçimde öyle bir fırtına başlamıştı ki, cümleler aciz kalmış, kelimeler çıkmıyor ve ses tonum bir türlü gırtlağımı aşıp gelemiyordu.

Allah’ım ne olur şu hidayet kapını, bilmeden günahlara bulaşmış ve yanlışlara saplanmış milyonlarca kulların için de esirgeme...

Sabahın bu erken saatlerinde karşılaştığım bu müthiş sahnenin sebebini sormaya gerek kalmadan girişken, konuşkan ve doğruları her yerde pervasızca söyleyen Yeşim, yüzü kızararak anlatmaya başladı: “Sinan’la benim aile kültürümüz birbirine çok benziyordu. Onun için de okulun ilk açıldığı günden beri arkadaş olmuştuk. Çünkü aynı görüşleri paylaşan, hayata aynı açıdan bakan, sorumsuz ve amaçsız iki insan... Belki de insan olmanın sorumluluğundan kaçmak için, Allah’ı ve dini inkâr etme kolaylığına saplanmıştık. Bu rahat ve dağınık yaşamımız yolunda bizlere en iyi rehberdi.

“Tabiî ki işin bu noktaya gelmesinde ‘dinsiz, imansız’ bir insan olmamızda en büyük pay, önce kul olmaktan nasibini alamamış ailelerimiz, sonra da amaçları ‘dinsiz’ bir toplum yetiştirmek olan öğretmenlerimizdi.

“Bu boşluk, bu çıkmaz ve karışık hayat içinde ne yapacağımızı şaşırmış bir halde, mutsuz ve huzursuz bir ömür sürerken Rabbim sizi çıkardı karşımıza... Belki de içten içe, gittiğimiz bu yolu beğenmeyişimiz, o yüce Allah’a bir yakarış olmuştu ki, bizim gibi ‘dinsiz’ iki insanın elinden tuttu.”

Bu büyülü atmosferin sanki bizi bir anda rüyalar âlemine sürüklediği durumu yeni fark eder gibi hemen araya girdim:

“Çocuklar dedim. Önce bir çay alalım. Sonra sohbetimize devam ederiz. Daha zamanımız çok. Çayla birlikte de bir şeyler söyleyelim. Muhtemel ki yeni kalktınız ve kahvaltı da yapmadınız.”

Sinan’ın gözlerindeki duygu bulutları bir anda oynaştı ve Yeşim’in patlamak üzere olan gözyaşlarıyla çarpıştı.

“Ne uykusu hocam” dedi Sinan. “Sabaha kadar uyumadık ki... Yeşimle birlikte bir gecede iki kitap bitirdik... Düzceli Mehmet ve Aysel...”

Aynı anda Sinan ve Yeşim’in bakışları önlerine eğildi, hayatın baharında ve kısacık ömürlerini Allah’a isyanla geçirmiş bu iki gencin yanaklarına doğru yaşlar sızmaya başladı.

Önü alınmaz bir fırtınanın ilk işaretleri gibi, boğazıma kilitlenen duygu tufanını haber verircesine ağlamaya başladı Yeşim. Sinan’ın ise elleri yüzünde, olup bitenleri göstermek istemiyordu. “Bu sabah tövbe ettik hocam” dedi Yeşim, bir türlü kontrol edemediği bir ses tonuyla... “Yalan yanlış ilk namazımızı da bu sabah kıldık. Düzceli Mehmet’in ve Aysel’in hayatları bizim içimizde, yüreğimizde vardı. Meğer ki bu yolları, onlar bizden önce geçmişler ve bizden önce Rabbimize kanat açmışlar. Ne yazık ki biz geç kalmışız. Galiba bizimki son umut.”

Daha fazla dayanamadı. Daha önce nişanlandığını duyduğum Sinan’a sarıldı. Ben ise masa başında tam bir şoka girmiştim.

Gel de dayan bu sahneye... Gel de söndür söndürebilirsen bu iki gencin yüreklerinde yanan ateşi...

Allah’tan ki çaylar yetişti. Ve odaya giren çaycıyı görünce kendimizi toparlamaya başladık.

“Ailelerimizin de rızasıyla bu sabah imam nikâhı kıydık hocam” diye devam etti Sinan. “Zaten nişanlıydık, biliyorsunuz... Benim de Yeşimin de giysileri emanet... Tıpkı emanet canımız ve emanet ömrümüz gibi...

“Dönem içindeki dersler çok etkili oluyordu. Her bir tartışma aslında bizi biraz daha kendimize yaklaştırıyordu. Her ne kadar ‘imansız’ görünsek de; hele kader, ahiret, Allah gibi imanî konular işlenirken sınıfta inatla ‘Kabul etmiyoruz’ desek de, aslında bunlar gizli bir onaydı.”

Bir konu tabu olamazdı... Mutlaka tartışılmalı. “İnanacaksın, yoksa kâfir olursun” demek bana göre bir acizliğin ifadesiydi... Bu açıdan tartışılan konular ve dersler bizim için müthiş bir ilâç oluyordu.

“Özellikle de sık sık atıfta bulunduğunuz Risâle-i Nur kitaplarını merak ettik ve inceledik. İlk zamanlar ‘Niçin bu hoca hep bu kitaplardan bahsediyor, başka kaynak yok mu?’ diye itiraz ederdik. Ama Risâle-i Nur kitaplarını tanıdıktan sonra anladık ki bu kitaplar bu zamanın manevî ihtiyaçlarına göre yazılmış. Nasıl ki kanser hastalığı için mutlaka kanser ilâcı lâzımsa, bu zaman inkâr ve şüphe hareketine de Risâle-i Nur kitapları lâzımmış. Bu tabiî ki diğer kitapları reddetme anlamında değildir. Çünkü her kitabın bir alanı ve hedef kitlesi vardır. Günün inkâr ve isyan cereyanının ilâcı da Risâle-i Nur’dadır. Bunun için de size çok minnettarız hocam...”

O sabah bir başka sabahtı. Ama o sabah yalnızca bu iki gencin mutluluk başlangıcı değil, aynı zamanda da kendilerini bekleyen çok ağır imtihanların da ilk adımıydı. Çünkü ikisinin de ailesi, güzel bir dönüş yapan bu iki gencimizi reddettiler. Onlara göre gençler “Sapıtmışlar, mutlaka tedavi görmeleri gerekiyordu.” Tabiî ki hedefte ben de vardım ve gençlerin “Akıllarını çelip, onları yanlış yola sevk ediyor”dum.

Bu iki genç bütün güçlükleri birlikte göğüslediler. Şimdi ikisi de öğretmen ve mutlu bir yuva kurdular. Yeni doğan çocuklarına da hocalarının adını verdiler. Bu benim için ifadesi zor bir mutluluktu.

Şimdi onlar, hayatın yanlışlıkları içinde ömür tüketen gençlere rehber olmak için gece-gündüz çırpınmaktadırlar.

Rabbim hem dirayetlerini, hem de sayılarını arttırsın.

[email protected]

Bir çiçek, bir de melek muhabbeti

5 yıllık Risâle geçmişi olan biriyim. Külliyatı defalarca devrettim. Bu okumalarım esnasında, Risâlenin en çok önem verdiği hususun “tevhid” olduğunu fark ettim. Hassaten Âyetü’l-Kübrâ, 33. Söz ve Tabiat Risâlesi sürekli bu hususa vurgu yapıyor, çiçekten böceğe, seradan süreyyaya kadar kâinatta Rabb’imizin varlığına ve birliğine işaret eden noktaların altını çiziyordu. Ne var ki bu durumla ilgili olarak, bazı Müslüman kardeşlerimizden “Nurcular çiçek böcek muhabbeti yapıyor” gibi Risâle mesleğini tahfif edici ifadeler duyabiliyorduk.

Hayli zaman sonra bu soruya bir cevap bulabildim. Evet Kur’ân’da da “çiçek, böcek muhabbbeti” yapılıyor, ekinden öküze, balıktan bakara envâî çeşit varlıktan bahsediliyordu. Bu durum bazen öyle bir raddeye geliyordu ki, bazı sûrelerin adları bazı hayvanlarla anılıyordu. Kur’ân bize, kâinatta yaratılan her bir varlığın bir yaratılış gayesi olduğunu, her varlığın kendi dilince Rabb’ini andığını, sineğin şedit bir kâfirin ölümüne sebep olduğunu, karıncanın kâfir saraylarını yerle bir ettiğini, her varlığın kendi dilince küfür ve kâfirle mücadele ettiğini hatırlatarak, bizi tefekküre, şükre ve harekete dâvet ediyordu.

Kur’ân’ın bir tefsiri olan Risâle için de benzer bir durum söz konusuydu. O da çiçekten, böcekten bahsediyor, insanın kâinatın yegâne varlığı olmadığının, insanın aklının kâinata mühendis olmadığının, bilâkis kâinattaki her varlığın kendi lisan-ı hâliyle Rabb’ini zikrettiğinin, Rabb’ine karşı kulluğunu yerine getirmeyen kişinin çiçekten böceğe kadar her şeye borcu olduğunun altını çiziyordu. Yine Rabb’e güzel bir kul olunduğunda, yani hakikî iman elde edildiğinde kâinata meydan okunabilecek bir güce ve kudrete ulaşılacağını ifade ediyordu.

Kur’ân ve Risâle’nin bu çiçek ve böcek muhabbetinden anlamıştım ki, bu asrın mü’minleri bizler tevhide ne kadar vurgu yaparsak yapalım yine de azdır. Zira, bize Rabb’imizi tanıtan, kulluğumuzu hatırlatan tevhid delilleri olan çiçekten böceğe milyonlarca varlığın yaratılış hikmetini bilmiyoruz. Bu hikmeti anlayamadığımız için bazılarımızın anladığı mânâda bir türlü kâinata meydan okuyacak bir imana ulaşamıyoruz. Zaten bu gün mü’minlerin ve İslâm dünyasının hali hazır durumu da bize bunu göstermiyor mu?

Elhamdülillah, şimdi Risâledeki çiçek böcek muhabbeti yapılan bahisleri okurken aklımda yukarıda bahsettiğim vecihle sorunlar, sıkıntılar yaşamıyorum. Ama yakın döneme kadar tevhidin bir başka erkânı olan meleklere iman bahsi hakkında benzer sorunlar yaşadım. Âlem-i şehadet dünyasında yaşadığını düşünen ben, kafamda âlem-i gaybdaki varlıklar gibi duran meleklere iman etmenin neden bu kadar önemli olduğunu uzun süre anlayamadım. Niçin bu kadar önemliydi ki, “meleklere iman” rüknü, imanın altı erkânından biri olarak sayılmıştı?

Sahi meleklere imanın bizim dünyamıza bakan tarafı ne olabilirdi ki? Siyâsî, içtimâî, iktisadî ve askerî sahada bütün dünyada bu kadar sancılar varken meleklere iman etmek niye bu kadar anlamlıydı?

Şu satırların yazarı olarak, yıllardır Risâle okusam da, şu yakın zaman kadar meleklere iman bahsini bir türlü kafamda oturtamamıştım. Fakat, Elhamdülillah, bu yakınlarda bir Risâle dersinde meleklere imanın benim dünyamda ne kadar da önemli olduğunu anlayabildim. Melekler çok durağan, statik, pasif varlıklardı benim zihnimde. Ne var ki hâlihazır okunan Risâle dersi öyle demiyordu. Meleklerin pasif, suya sabuna dokunmaz, etliye sütlüye karışmaz varlıklar olmadıklarını, bilâkis hayatımızın tam merkezinde yer aldıklarını, kâfirle ve şeytanla bir mücadele içinde olduklarını söylüyordu. İşte o an bozuldu kafamdaki algı. İşte o zaman anladım iman esaslarından nispeten yoksun ama fetih ve füruç hareketini önemseyen bizlerin meleklere ne kadar da haksızlık ettiğimizi.

O dersten sonra dönüp geriye baktığımda hatırladım ki başta Bedir olmak üzere birçok fetih hareketinde melekler bizatihî görev almış. İstanbul fethedilirken de Fatih’e melekler yardım etmişlerdir elbet. Daha yedi yaşında camideki melekleri görecek bir maneviyata ulaşan bir komutana, Peygamberimizin (asm) “İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir, onu fetheden komutan ne güzel komutandır” meâlindeki hadis-i şerifine nâil olmak için yardım ettikleri çok güçlü ihtimaldir. Belki “melekler şehri İstanbul” fethedilirken Osmanlı askeri meleklere iman bahsini okuyordu, Bizanslılar ise meleklerin cinsiyetini tartışıyordu! Ve İstanbul’un fethinden hareketle bildiğimiz bir şey var ki, meleklere iman etmeden hiçbir fetih ve füruc gerçekleşmiyor.

[email protected]

Sınava doğru

Zaman geldi çattı ve ÖSS sınavına iki gün kaldı. Hayat ne çabuk ve ne denli hızlı geçiyor, belki sınava ha bugün ha yarın çalışayım derken sınav vakti geldi. Düzgün bir şekilde ve elinden geldiğince çalışan, çalışmaya gayret gösteren arkadaşlar inşaallah sınav gününde stres ve sıkıntı yapmadan Allah’ın izniyle sınavı geçeceklerdir.

Eğer çalışıp gayret göstermişsek gerisini Cenâb-ı Hakk’a bırakıp tevekkül etmek lâzım.

Ben de bu sınava girmem itibariyle herkesteki heyecan var, ama “Kazanamazsam ne olacak ve önemlisi aile ve arkadaş çevresinden nasıl bir tepki alacağım ve yanımdaki insanlar kazanır da ben kazanamazsam ne yapacağım?” gibi nefsin sıkıntı vermesine hiç itibar etmemeli.

Elhamdülillah biz Cenâb-ı Hakk’a inanmışsak yeis ve ümitsizlik olmamalı, olumlu düşünmeli, Cenâb-ı Hak’tan hayırlısı neyse onu istemeli, sınav endişelerini atıp bu görüş ve havayla sınava girmeli ve “Bu sınav hayatın son sınavı, bu olmazsa hiçbir şey olmaz” dememeli.

Evet, herkese başarılar. Cenâb-ı Hak imtihanlarımızı geçmeyi nasip etsin. Sınav en güzel bir şekilde geçer İnşallah. Âmin.

“OKUDUKÇA”ya dair...

Yıllardır, seçtiğimiz, defterimize not aldığımız ve bir köşede tuttuğumuz “okuma ve yazma” yolundaki küçük notları ilk defa sizlerle paylaşıyoruz. “Bismillah” diyerek yola çıkıyoruz. Rahman ve Rahîm olan Allah’ımızın en güzel adıyla...

Rahmetli şehit kardeşim Hüsamettin Canan’ın o güzel ifadesiyle; “Bismillah demek, bu nimet benim değil Allah’ın demektir.” Bu şuur ve inanç ile...

Dağılmış, saçılmış, dünyanın bir bucağından incileri dermeye, toplamaya başlıyoruz. Hoş geldiniz. Şu sıcak günlerde dilinizi ve dudağınızı serinletecek güzel sözlerden ve düşüncelerden seçtiğimiz en nadide damlaları damıtarak sunmaya çalışacağız. İşimiz zor, duâlarınızı bekliyoruz.

Okudukça’da her hafta buluşmak dileğiyle... Duâsıyla. Duâlarınızı hâsseten bekleyerek... S.G.

İLK ÂYET

“OKU” emrinin zımnî bir anlamı:

“Kalbine yazılan vahyin ışığında hakikatin parçaları arasında bağ kur! Parçanın bütüne âidiyetinin illet ve hikmeti üzerinde düşün! Varlığı, Allah merkezli bir okumaya tâbi tut! Sözün özü ‘Oku’ emri, okumanın tüm anlamlarını içerir. Bu âyet, Allah’tan bağımsız bir bilgi ve bilim anlayışını kökten reddeder.” (M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân, II. cilt, s. 1278)

“POTKAL” NEYMİŞ

Gemiden denize salınan

ve içinde mektup olan şişe.

KE-KE-ME

nKekeme bir bilim adamına, ukalâ bir genç; kekemeliğin hayatını zorlaştırıp zorlaştırmadığını sorar. Bilgin, “Hayır” der, “Düşünmeme yardım ettiği gibi, küstahça sorular sormamı da engeller...”

OKUMAYA İSTEKLİYSENİZ

nHer gün, yeni bir gün ve yepyeni bir âlem demektir. Her dakika ve her an da... Öyle ise bir dakika bir sayfa, bir sayfa çok şey demektir.

OKUR, NE OKUR?

nHer okur, okurken kendini okur.

ANONİMİ BİLİR MİSİNİZ?

nAnonim; o, dünyanın gelmiş geçmiş en bilgini, en büyük şairi, yazarı, dilcisidir. Doğumu, ölümü, yaşadığı yer ve kıt’a da belli değildir.

YAZILI BİR ANI

nRahmetli Bekir Berk Ağabeyin, bir kitabını imzalarken kullandığı ifadeler ruhumu hoplatır hep:

“S. Gündüzalp kardeşime, arada sırada da olsa duâlardan unutulmamak dileğiyle.”

Haydi dostlar duâ ve Fatiha başına...

İLGİNÇ AMA GERÇEK!

nOnuncu yüzyılda İran’da yaşamış Abdülkasım İsmail isimli âlim bir başvezir kütüphanesiz dışarı çıkmazmış.

Mesai gidişi ve dönüşü, 117 bin kitaptan ibaret kütüphanesinin 400 devenin sırtına yüklenmesi gerekirmiş. Sefer sırasında eğitimli develerin alfabetik sırayı bozmadıkları söylenir.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN

NOT DEFTERİNDEN

- Herkese kendi âdeti hoş gelir.

- Şimdi oku kabirde okuyamazsın!

- Okuyamamaktan kork.

MİZAH-ÇIK

nPlupiarism=İntihal=Eser hırsızlığı demek.

W. Mizner der ki; “Bir yazardan çalarsanız intihal derler. Birçok yazardan çalarsanız araştırma derler.”

YAZAR ADAYLARINA ÖĞÜTLER

n Yazdığınızı yüksek sesle okuyun. İşinize yarayacak olan ritmi (ahengi) yakalarsınız. N. Hentoff

n Yazarın hangi taraftan olduğunun anlaşılmadığı öykülerin daha sarsıcı olduğunu anladım. L. Tolstoy

n Detaya sarılın, (ama) İlâhî detaya.

V. Nabokov

n Küçük bir not defteri ve kaleminiz yoksa, nice büyük düşünceler kaçırmışsınız demektir. Dr. T. Serdaroğlu

OKUMA ÖZÜRLÜLERİN DİKKATİNE

18.8.2005 Guardian’dan bir haber:

20-60 yaş sürecinde okuyanlar, sonraki dönemlerde dementia* adlı musibete daha dirençli oluyorlar. Düşünce ve kültür faaliyetinden kopmayanlarda Alzheimer’e yakalanma tehlikesinin üçte bir oranında azaldığı müjdesi de var.

Kalın sağlıcakla.. Pardon, okumayla...

* Dementia: Parkinson, alzheimer gibi beyinde bazı maddelerin eksilmesi sonucu oluşan her türlü hafıza kaybı ve sinir sistemi hastalıklarına verilen genel isim.

BÖCEĞİN DERSİ

Geçenlerde kitabın içinden küçük bir böcek çıktı. Bir o yana, bir bu yana gezinip duruyordu. “Ne yapıyorsun sen?” diyecek oldum. Tam o sırada bir cümlenin yanında durmaz mı?

Neymiş o cümle diye meraklandığınızı biliyorum. İşte o cümle:

“Kabukta dolaşan böcek, meyvenin tadını alamaz.”

Sizi bilmem ama bir düşüncedir aldı beni...

ASIL OKUMAK

EY kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!

Bediüzzaman

BİR ÖZDEYİŞ

YÜKSEK fikirler, yüksek dağlara benzer; alışkın olmayanları ürkütür.

Cenap Şehabettin

KİTABIN KADERİ

Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk.

İçine gönlünü boşalttığın bir şişeyi, belki açarlar, belki açmazlar...

Cemil Meriç

OKUMA DUÂMIZ

ALLAH'IM! Kur’ân’ı, kâinatı ve Nur’ları okumayı ve okuyup anlayamamanın önündeki engelleri aşmayı nasip eyle. Âmin.

12.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (05.06.2009) - Bir paylaşma san'atı: Evlilik

  (29.05.2009) - Elif ses getirdi

  (22.05.2009) - GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI

  (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM

  (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken

  (01.05.2009) - Yeniden Bismillah!

  (30.04.2009) -

  (30.04.2009) -

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.