04 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Çiçek serbest, yargı zan altında

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak Hasdal Askeri Cezaevi’ne gönderilen Albay Dursun Çiçek’in sürpriz tahliyesi herkesi şaşırttı.

Nasıl şaşırtmasın?

Tutuklayan mahkeme çok değil, 18 saat sonra bu kez tahliye kararı veriyor...

Peki, bir mahkeme delilleri yeterli görüp tutuklama kararı veriyorsa, 18 saat sonra ne değişti de tutuklamayı kaldırdı?

Doğrusu kararın değişmesini sağlayacak bir veri yok ortada. Ama kafaları karıştıran çok sayıda soru işareti var. En önemlisi de kararı veren 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan son dakika ataması...

Yani değişen bir şey var ama bunun deliller olmadığını, bir mahkeme üyesinin olduğunu biliyoruz. Bu tür “değişimler” açısından Türkiye verimli bir ülke. Kimse de o son dakika atamasının bu sonuçta etkili olmadığını söyleyemez.

Hukuk bu kadar sübjektif olabilir mi?

Hukuk güvenliğinin temel ilkesi gerçekten kanun hükümlerinin objektif yorumudur. Kişinin, yargıcın, avukatın sübjektif algısıyla yapılan yorumlarla kararlar çıkarsa hukuk güvenliği denen bir şey kalmaz. Önceki gün kaleme aldığımız yazı da tam da bu konuyla yakından ilgili “askerlerin sivil yargıda yargılanması”nı sağlayan yasaya değinmiş ve sözü Çiçek’in tutuklanmasına getirerek şu soruyu sormuştuk:

“Baykal, şimdi ne yapacak?”

***

‘Beraat değil tahliye’

Yazımızı okuyanlar dönüp aynı soruyu bize soruyor.

Sormalarının nedeni de Albay Çiçek’in jet tahliyesi... Soruyu soranlar, Albay Çiçek’in tahliye olmasının “beraat” ettiği anlamına gelmediğini unutuyor.

Doğru, tahliye edildi, ama hâlâ şüpheli statüsünde ve tutuksuz yargılanacak.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: “Yargılama sürüyor. Savcılar kendilerine göre belli kanıtlara ulaştılar ki tutuklama istediler. Tutuklama istendiğine göre büyük olasılıkla dava açılacaktır” diyor.

Bu nedenle Türkiye’nin darbecilerle hesaplaşmasında ilk kırılma noktası iki generalin tutuklanmasıysa, ikincisi de Albay Çiçek’in Ergenekon Terör Örgütü davasından tutuklanıp cezaevine konulmasıydı.

Tahliye edilmesi bu sonucu değiştirmiyor.

Ayrıca bu tutuklanmanın 16 saat sürmesi Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “kâğıt parçası” yakıştırmasını da, ana muhalefet lideri Deniz Baykal’ın söylemlerini de havada bıraktı. Mevcut yasa teknik nedenlerle Meclis’e geri gönderilse ve başka özel gelişmeler yaşansa bile bu sonuç değişmeyecek.

Sabah, 3 Temmuz 2009

Mahmut Övür

04.07.2009


Müjdeli bir değişim

Cumhuriyet tarihinin en ilginç dönemlerinden birini yaşıyoruz. Bütün hayatın “devlete ve devlet görevlilerine” göre tanzim edildiği “oligarşik” bir cumhuriyetten, her şeyin halka göre belirlendiği “demokratik bir cumhuriyete” geçme mücadelesi veriliyor. Cumhuriyetin yapısının değiştirilmesi için verilen mücadelenin tam göbeğinde “ordu” konusunun durması elbette bir tesadüf değil.

Türkiye’yi halkın iradesinden bağımsız bir azınlığın yönetebilmesi ancak ordunun “silahlı bekçiliğiyle” mümkün.

Biraraya geldiklerinde büyük çoğunluğu oluşturan dindarların, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin “özgür ve eşit” yaşama talepleri hep “silahla” baskı altına alınmış. Bu kesimlerden “devlet görevine” seçilenler ise eski yeniçeriler gibi bir “devşirme” anlayışından geçirilmişler. Dindarlar dindarlıklarını, Kürtler Kürtlüklerini, Aleviler Aleviliklerini “devlet kapısında” bırakıp içeri öyle girebilmişler.

Devletin içinde “asıl kimliklerinin” dışında “Atatürkçülük” diye tarif edilen yeni bir kimlik edinmişler. Bu “devşirme” yöneticiler, Sünni olacaklar ama Sünni yaşam tarzını ve ibadet etme biçimini terk edecekler, Kürt olacaklar ama “Kürtlüklerini” öne çıkartmayacaklar, Alevi olacaklar ama Aleviliklerini saklayacaklar, solcu olacaklar ama fikirlerini söylemeyecekler.

İbadetinden, Aleviliğinden, Kürtlüğünden, solculuğundan vazgeçmeyen “halk” ise “hakkını” isteyemesin diye sürekli bir baskı altında tutulacak. Medyayla, edebiyatla, karikatürlerle beyinleri yıkanacak, dindarlar “yobaz”, Aleviler “mumsöndü yapan ahlaksız”, Kürtler “bölücü”, solcular “hain” gösterilecek.

İnsanlar dinlerinden, dillerinden, fikirlerinden “utanır” hale getirilecek.

Devlet ekonomide tek patron olacak.

Cumhuriyet çok uzun zaman bunu başarıyla yürüttü.

Dünyanın koşulları da buna izin verdi.

Ama dünya da Türkiye de değişti.

Türkiye, “küreselleşen, bütünleşen” dünyanın önemli bir parçası haline geldi.

İnsanlar “hakları” olduğunu öğrendi.

Üretim yapan “halk” yavaş yavaş zenginleşmeye, devletin boyunduruğundan çıkmaya başladı.

Zenginleşen “dindar” kesim siyasete ağırlığını koydu.

Kürtler, silahla “kimliklerini” kabul ettirme yolunu seçti.

Aleviler örgütlendi.

Devletle, halk “iktidar” için karşı karşıya geldi.

Şimdi dünya koşulları “halktan” yana.

Para, halkın elinde.

Halkın Kürt kesiminde “silah” var.

Ve, halk “yeter” diyor.

Sadece bu ülkenin halkı değil, dünya da “yeter” diye bağırmakta.

Bu ülkenin huzura kavuşabilmesi için halkın bu ülkenin “sahibi” olması gerekiyor. Bunun önündeki engel ordu. Gerek ordu, gerekse “ordu yanlısı medya” sürekli olarak aynı şeyi söylüyor: “Cumhuriyet tehlikede.” Söyledikleri doğru ama eksik. Bu “oligarşik cumhuriyet” tehlikede. Bu ülkede “azınlığın sultası” sona erecek. Halkın iradesine tabi “demokratik” bir cumhuriyet kurulacak.

Ordu, “hukuk dışı” bir baskı kuramayacak halkının üzerinde. Kendi kimliğini unutmak zorunda kalan “devşirmeler” tarafından değil, gerçek kimliklerine sahip çıkan insanlar tarafından birlikte yönetilecek bu ülke.

“Ben Kürdüm” diyen birini cumhurbaşkanı seçebileceğiz, “ben Aleviyim” diyen bir başbakanımız olabilecek, “Cuma namazlarını kaçırmayan” bir genelkurmay başkanımız görev yapabilecek, “enternasyonalizme” inanan bir Marksist Meclis başkanlığını üstlenebilecek.

Bu ülkenin her vatandaşı, inancı, dini, dili, fikri ne olursa olsun diğerleriyle “eşit” konuma gelecek.

Bizim gerçek bir ülke, gerçek bir cumhuriyet, gerçek bir demokrasi olabilmemiz için önümüzdeki en büyük engel olan ordunun asli görevi olan askerliğe dönüp, elini siyasetten çekmesi bunun ilk adımı. Bu ilk adımın sancılarını çekiyoruz. Çok uzun sürmez bu. Hayatın bizzat kendisi “orduya” bunu emrediyor, buna direnmek mümkün değil. Ordu kışlasına çekilecektir. Kendi halkına karşı “oligarşik” bir cumhuriyetin “bekçiliğini” çok fazla yapamaz. Güneydoğu’daki savaş da barışla sonuçlanacaktır normalleşmeyle birlikte.

Asıl zorluğu belki de biz “ezilenlerin” kendi aralarındaki sorunlarda yaşayacağız. “Devletin bölünmesinden” çok korkan bu cumhuriyet, kendi halkını insafsızca “böldü” çünkü. Eğitim sistemiyle, medyasıyla, ezilen insanları birbirine düşman haline getirdi. Yıllarca ezilen ve birbirine düşman olan bu insanları barıştırmak, birbirlerinden duydukları kuşkudan kurtarmak, onların arasında eşitlik oluşturmak için eğitim sisteminden, medyanın yapısına kadar çok önemli değişikliklerden geçmemiz gerekecek. Türkiye’de büyük değişim başladı bence.

Bu değişimin en görünür ve en çarpıcı adımı ordunun konumu ama onu hallettikten sonra daha epeyce değişimden geçeceğiz. (...) Bu yolculuk biraz zor belki ama varılacak menzil çok huzurlu.

3 Temmuz 2009

Ahmet Altan Taraf

04.07.2009


‘Asker sorunu’

Şu yaşıma geldim, mönüsünde asker olmayan tek gün, tek öğün görmedim.

Her gün, her gün aynı mevzu... Asker de asker...

Malum meseleyi konuşup duruyoruz.

Artık, nakarata bağladık.

Dönüp dönüp bina okuyoruz.

Herkes, kendi ezberinden...

Daha da beteri, görünür vadede bu minval üzere gidecek olmamız.

***

Konuşmayıp da ne yapalım?

Muvazzaf bir albay, önce tutuklanıyor.

24 saat geçmeden, aynı mahkeme tarafından serbest bırakılıyor.

Gelin de şimdi, bu işi izah edin bana.

Ne anlatırsanız anlatın, milletin dilinden kurtaramazsınız.

Kabul edelim ki, tahrip gücü çok yüksek bir hareketti.

Hasar bilançosunu çıkarmak bile, ciddi zaman ister.

Tek bir hareketle, aynı anda yargının güvenilirliğini, TSK’nın imajını, siyaset kurumunun inandırıcılığını, demokrasimizin itibarını hırpalamayı başarıyoruz.

Helal olsun... Bize mahsus bir yetenek...

Neyimiz kaldı geriye?

Karambolde iş çeviriyor, çalakalem yazılar döşeniyor, en temel kurumlarımızı hoyratça yıpratıyoruz.

Hangimiz masum?

Har vurup, harman savuruyoruz.

24 saatlik bu hovardalığın, gereksiz güç gösterilerinin maliyetini düşünün...

Bize pahalıya patladığını anladığımızda, zaten geç olmuş demektir.

Hemen bugün başlasak bile, tahribatını telafi için geç...

Bu kadar ağır bir bedel ödemeye değdi mi?

O 24 saatte, ne değişti sonra?

Hakim heyeti mi, mahkeme mi, sanık mı, deliller mi?

Bazı şeylerin izahı yoktur.

Bu da onlardan biri olarak, kayıtlarımıza girdi.

Bunlar geçip gidiyor, gün gelip unutuluyor.

Ama bıraktıkları izler, kapanmıyor.

***

Sivil-asker ilişkileri üzerine konuşmak istiyordum.

Bir de baktım ki, lügatte hiç söz kalmamış.

Sadece Hasan Cemal’in asker sorunu üzerine yazdıkları uç uca eklense, Edirne’den Kars’a yol olur.

Yok eğer, külliyatın tamamını toplayalım derseniz, dünyanın beline bir kaç kat kuşak dolarsınız.

Ne varsa tükenmiş, gitmiş... Fakat dönüştürülebilir malzemeden...

Geri dönüşüm kutusundan alıp alıp kullanıyoruz.

Elde kalan son birkaç sözün kullanım hakkı da Hasan Cemal’de.

Bir defalığına ödünç alsam, bana kızmaz umarım.

***

Asıl ‘asker sorunu’, bizzat asker sorununun bu kadar tüketilmiş olmasıdır.

Sözü tükettik, ama sorun hâlâ duruyor.

Demokrasimizin, asker sorununu çözdüğünü kimse söyleyemez.

Kimse, bu konuda söyleyecek yeni bir şey de bulamaz.

Demirel klişelerini biliyorsunuz, ki en iyileridir.

‘Askeri, kendi kendini savunmak zorunda bırakmamalıyız.’ ‘Kışlaya, mektebe, camiye siyaset sokmamalı.’

Söyle de söyle...

Atilla Koç’un tabiriyle, ‘Bizde laf ordusu kışlak kurmuş.’

Netice-i kelam ne?

Faydasız sözden Allah’a sığınan mı var?

O lazım, bu lazım da... Askerin de bu kadar ortalıkta olmaması lazım değil mi?

Yol yürümek isteyen, bir şekilde kalabalığı yarmak zorunda kalıyor.

Karışıklıkta kimin, kime omuz attığını görmek ne mümkün.

Havaya atılan her taş, askerin başına niye rastgelsin?

Haddi zatında o asker de, orda durmamalıydı.

Kendi halinde, işinde gücünde adama sataşan, baştan kusurlu olur.

Ya adam çok ortalıktaysa...

***

Bir evde, ikide bir huzursuzluk çıkıyorsa, tek taraflı değildir.

Tamam, ordumuzu çer çöpten sakınalım.

Yalnız, biz buna yetmiyoruz; askerimiz de biraz yardımcı olsun... Bu yazı da, ‘asker sorunu’ üzerine yazılmış başı sonu olmayan o külliyata benden mütevazı bir katkı...

Kısa gelen yere yama yapılır artık.

Radikal, 3 Temmuz 2009

Akif Beki

04.07.2009


Vesayetin belgesi

(...)Asıl tartışılması gereken, belgenin gerçek mi sahte mi olduğu değildir. Bu, bir teferruattır. Toplumu bu teferruata odaklandırmak ve oradan hareketle asıl sorunu ve onun tarihî ve güncel boyutlarını gizlemek istenmektedir. Türkiye’nin ana problemi rejim üzerindeki askerî vesayettir. Demokrasimizi sakatlayan bu olgu aynı zamanda Kürt problemi, laiklik problemi, Alevî problemi gibi kronik sorunların çözülmesini de engelleyen ana faktörler arasındadır. Belge denilen şey işte bu askerî vesayetin yüzlerce tezahüründen ve delilinden biridir.Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğunu bir bütün olarak TSK’dan veya bazı TSK mensubu kişi ve gruplardan böyle bir belgenin çıkmayacağına inandırmak imkânsızdır. Belgenin ifade ve muhteva bakımından seviyesizliği, mantıksızlığı veya resmî makamların onun varlığını reddedişi bu kanaati kolay kolay değiştiremez. Zira, daha önceleri açığa çıkan çok sayıda benzer bilgi, belge, lahika ve plan bunların, bu ülkede gayet sıradan olduğu ve bazı asker memurların bu tür üzerlerine vazife olmayan ve hukuka aykırı şeyler yapmayı kendine iş edindiği yolunda bir toplumsal inanış yaratmıştır. O yüzden bu belge gerçek de olsa sahte de olsa, bir zihniyeti teşhir etmektedir. Gerçekse ve askeriye içinde hazırlanmışsa bu, hiç şaşırtıcı değildir zira emsalleri vardır. Sahteyse ve TSK dışında hazırlandıysa da bu TSK’daki bir problemi yansıtmaktadır; çünkü bu demektir ki onu hazırlayanlar TSK’daki (en azından bazı TSK mensuplarındaki) belgede ele alınan konularla ilgili düşünce tarzını bilmekte ve bu “sahte” planı bu şekilde topluma pazarlayabileceklerini düşünmektedir. Öyleyse, asıl mercek altına alınması gereken “Çiçek belgesi”nden çok, bu tür belgelerin hazırlanmasını mümkün kılan ve toplumu hemen bunlara inanmaya iten sebeplerin neler olduğudur.

***

Acı da olsa kabul etmek zorundayız ki; TSK’da adına “darbecilik” denen bir virüs vardır. Bu virüsün kurumun her mensubuna bulaştığını söylemek haksızlık olabilir; ancak bulaşma alanının hayli geniş olduğu pek çok olgu tarafından gösterilmektedir. Bu virüsün yol açtığı icraatlar, sanılanın tersine sadece topluma ve demokrasiye değil, TSK’ya da zarar vermektedir. Hatta en büyük zararı TSK’ya vermektedir. O yüzden bu virüsle ve tezahürleriyle mücadeleyi “TSK’ya karşı olmak” veya “TSK’yı yıpratmayı istemek” olarak adlandırmak tam bir sapkınlıktır. Asıl bunun yapılmasını engellemek sapkınlıktır ve TSK’yı baltalamaktır. Yanlış bilmiyorsam TSK, halka dayalı bir ordudur ve insan ve para kaynağı sadece “bağnaz Türkler” değil tüm toplumdur. Toplum kesimleri arasındaki ihtilaflarda taraf oldukça bu niteliği erir ve dolayısıyla hem meşruiyetini hem de gücünü yitirir. Orduyu “siyasetten uzak dur” diyenler değil, asıl kendi siyasî pozisyonlarının aracı haline getirmek isteyenler yıpratmaktadır. Öyleyse, asıl “TSK düşmanları” onlardır.

TSK içinde darbecilik virüsü nasıl olup da bu kadar rahat barınmakta ve yayılmaktadır? Bu, ciddi bir konudur ve çok sıkı incelenmesi gerekir. Şüphesiz bunun pek çok sebebi olmalıdır. En önemlilerinden biri, galiba, TSK’nın iç eğitiminde ve TSK mensuplarının meslekî ve sosyal hayatında sivil-asker ilişkilerinin militarist bir yoruma tabi tutulması ve sivilleri dışlayan ve aşağılayan bir ruh halinin içselleştirilmesidir. Rahmetli hocam Aydın Yalçın, askerlerle arası iyi olmasına rağmen, askerlerin dünyaya bakışını anlatmak için, “Biz onların gözünde askerlik çağı dışına çıkmış yedek subaylarız!” derdi. Bu zihniyete göre bütün siviller yetersiz, kötü ve potansiyel haindir. “TSK’ya yakın” olanlar dahi böyledir. Her an öbürleri gibi olmaları beklenebilir. Yani militarist sivillerle militarist olmayan siviller arasında sadece bir derece farkı vardır, nitelik farkı değil. Ülkedeki ana ve esas kurum ordudur. Ülkenin gerçek sahibi subaylardır. Ülke için neyin iyi neyin kötü olduğunu en iyi askerler bilir. Tabiatıyla, rütbe yükseldikçe bilmenin kesinliği ve keskinliği de artar.

(...)Bizim rejimimiz, kısaca, bir askerî vesayet rejimidir. Dolayısıyla, “gerçek” olmasa bile bir “militarist zihniyeti” ayna gibi yansıtan bir tekil belgeyle ilgili tartışmalara boğularak tablonun bütününü gözden kaçırmayalım, asıl sorunu, askerî vesayetle demokrasi olup olamayacağımızı tartışalım derim.

Zaman, 3 Temmuz 2009

Atilla Yayla

04.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.