20 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Şüphesiz Allahu Tealâ Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de size Teravihi sünnet kıldım. Öyle ise kim ki, îman ederek ve sevabını kesin olarak Allah'tan bekleyerek gündüzünü oruçlu, gecesini de ibâdetle geçirirse, bu geçmiş günahlarına kefâret olur.

Câmiü's-Sağîr, No: 969

20.08.2009


Nurs karyesi; Risâle-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak

Bizim Nurs köyümüz ise, hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki, bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi; Risâle-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilâyetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh sûretinde göstermişler.

Hem, o nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbi Isparta’da, birden bire, meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya ru-yi zemini fethedecek bu hocalardır.

Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar-onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, alimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hatta tarikat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O hâletleri başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim, bir hiss-i kablelvuku ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek—ki en lüzumlu bir zamanda—o talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye, o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acip şerâit içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalâletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risâle-i Nur’un bu fevkalade galebesi ve harikulade perde altında tenvirâtı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o mevkiine lâyıktır ki, kablelvuku İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Gavs-ı A’zâm (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi, bunlar, köy ve nahiye ve vilâyetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 50, (yeni tanzim, s. 106)

***

Otuz üç adet Sözlerin ve otuz üç adet Mektupların mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle, karyem Nurs’tur, merhume validemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir, Kadirî üstadım Nureddin. Kur’ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden, nur misâlidir. Kur’ân-ı Hakîmdeki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden, “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir...” (Nur Sûresi: 24:35.) âyetidir. Hem hakaik-i İlâhiyede müşkülâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâdan Nur ism-i nurânîsidir. Hem Kur’ân’a şiddet-i sevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn’dir.

Barla Lâhikası, s. 156, (yeni tanzim, s. 443) LÜGATÇE: temeddüh: Kendi kendini övme, beğendirme; böbürlenme. hiss-i kablelvuku: Bir şeyi vukuundan önce hissetmek. münazara-i ilmiye: İlmî sohbet ve tartışma. ru-yi zemin: yeryüzü. inhisar-ı hizmet: Hizmeti hasretme, hususi kılma. Zinnûreyn: İki nur sahibi; Hz. Osman (ra).

Bediuzzaman Said Nursi

20.08.2009


Oruç ve ihlâs

Ahirzamanın en belirgin özelliklerinden birisi bazı kavramların anlaşılmasının zorlaştığı bir zaman olduğudur. Bazen kavramların içi boşaltılmakta, bazen kavramlara yanlış anlamlar yüklenmekte, hatta bazen kavramlar ters-yüz edilmektedir.

İlginçtir, bu şekilde üzerinde oynanan kavramlar en çok din ile ilgili olan bilhassa İslâmî kavramlar olmaktadır. Daha da ilginçtir, bazı kavramlarla o kadar maharetle oynanmaktadır ki bir Müslümanın bunun farkına varabilmesi güç olabilmektedir.

Her Ramazanda zihnimi bu tarz oyunlardan ve tuzaklardan uzak tutmak için ayrıca çabalarım. Bu çaba benim hususî dünyamda bir nevî zihnime de oruç tutturmak anlamına gelir. Bilhassa ehl-i dünya ile iletişimde olduğum zamanlarda bu çabam daha da artar.

İşte yine böyle bir konuşma sırasında bir noktanın farkına varmıştım. Sonraları algılayabildiğim kadarıyla sadece ehl-i dünyayı değil, bir kısım ehl-i dini de aldatabilen bir noktaydı oruçla ilgili bu mesele.

Bu meseleyi en berrak biçimde ise bir hadîs-i şerifteki nüansla anlayabildim. Bu hadîs, aslında çok sıkça kullanılan ve hemen her Ramazan camilerin (elektrikli olduğu için kopya diye nitelendirdiğim) mahyalarına yazılan bir hadîs-i şerîfti: “Oruç tut, sıhhat bul”

Oruç diğer bütün ibadetler gibi Allah rızası için yapılmaktadır. Gelin görün ki; bu hadîs-i şerif Efendimiz’in(asm) kastettiğinden çok daha farklı bir yere çekilmekteydi. Hadîs-i Şerîfte de belirtildiği üzere oruç ibadetinin neticelerinden bir tanesi sıhhat bulmaktı. Oruç tutmanın sebebi değildi, olamazdı, olmamalıydı.

Tam da bu noktada kavramların yer değiştirmesi söz konusu oluyordu. Çünkü hadîs çok enteresan biçimde bazı zihinlerde “Oruç tut ki sıhhat bulasın”a dönüşmüştü. Bir adım sonrası ise “Oruç tutayım ki sıhhat bulayım” şekline dönüşüyordu. Çok ufak değişiklikler anlamı tamamen değiştiriyordu. Orucun sonucu orucun sebebine dönüşüyordu.

Nefsime baktığımda bunu kabullenmeye çok meyyal olduğunu da fark etmiştim. O zaman oruçla ilgili bir sürü hadîs varken neden bu hadîsin bu kadar meşhur olduğuna dair bir ipucu da elde etmiş oluyordum. Çünkü bu hadîs orucu anlamından ve o kudsî bağından koparmaya çok uygun bir biçimde değiştirilebiliyor ve zihinlerde yer edinebiliyordu.

Oysa oruç sıhhat bulmak için yapılan bir perhiz değildi. Sıhhat bulmak olsa olsa teşvik edici makamda olabilirdi, illetin yerine geçmemeliydi. Zaten sıhhat kazanmak maksat olsaydı, ağır hastaların oruç tutmamaları değil aksine oruç tutması gerekirdi! Demek oruçta maksat mideyi dinlendirmek değildi. Mideye de diğer azalar gibi oruç tutturmaktı…

Bu gözle Risâle-i Nur’un oruçla ilgili bahislerini, bilhassa Ramazan Risâlesini okuyunca Ahirzaman’ın bu muhteşem tefsirinin bu eğilimlerin her birinin farkında olduğunu ve bütün bu bahislerin bu “farkındalık”la, bu şuurla yazıldığını gördüm.

En basitinden Ramazan Risâlesi’nin ilk cümlesi daha ilk anda orucu yerli yerine koyuyor. Dünyevî neticelerle olan bağını onlara hiç yer vermeyerek kesiyordu. Sıhhatle ilgili olan kısım ise sonlara doğru, 9 nükte olan bu eserin ancak 8. Nüktesinde yer alıyordu. Üstelik yine gerçek anlamından koparılmadan… Meselâ “oruç vasıtasıyla bir nev’î perhize alışır” denilir, ancak akabinde “böylece insan zayıflar” gibi bir şey denmez. Aksine “riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir” denilmektedir. Yarım sayfalık 8. Nükteyi okuyunca insan nefsine hiçbir pay çıkaramaz.

Oysa oruçtan bile kendine pay çıkarmak isteyen nefsim ibadetin asıl maksadı olan Allah’ın rızasından yani ihlâstan uzaklaştıracak her türlü bahaneyi kullanmak istemektedir. Ramazan Risâlesi ve topyekûn Risâle-i Nur, nefsin eline bu fırsatı vermemektedir. Oruç ise aslında nefsin istediğinin tersine nefsi terbiye etmektedir.

Bize gereken ihlâslı oruçtur, rejim orucu değil! Rabbimin rızasını kazandıktan sonra, sıhhat vermese de olur! Ama yine de sıhhat verir, merak etmeyin. Bu günahkâr kulun orucunu kabul etsin de Rabbim, gönlüm başka ne ister! Verirse yine Ganî-i Kerîm’in, Şafî-i Rahîm’in şanındandır…

Bu yazı vesilesiyle Ramazanda Kur’ân’la, Nurlarla iç içe olmanızı ve Rabbimin bu ayı hepimiz için maddî mânevî bereket vesilesi kılmasını duâ ve niyaz ederim. Ayrıca vesileleri asıl maksatlarla karıştırmaksızın, asıl maksadımız olan O’nun rızası yolunda bir ay geçirmenizi dilerim efendim…

AHMET TAHİR UÇKUN

20.08.2009


Değer bulmanın yolu

Değer veren, değer bulur.

Evde, işte, çarşıda.

Bu, her zaman ve her mekânda mümkündür; her yer için geçerli.

Eşine, çoluk çocuğuna, anasına atasına; ata olmuş insana değer veren insan, hem kendisi mutlu, hem de toplum umutlu olur yarından. Onlar da, ona değer verir; hürmet eder, severler.

Toplum hayatından bir yansımadır bu.

Bir tebessüm ihtiyarı mest eder, ne çok duâ eder sizlere. Onlara yardım etmek, yardımcı olmak insanın, insan olma vasfıdır.

Kadınlara, kızlara nezâhetle, nezâketle davranmak hem bir centilmenlik, hem de insanî görev.

Centilmen bir delikanlı, terbiyeli, nazik, görgülü ve kibardır.

İslâm ile beslenen hayatlar böyle olur. Çünkü, insanlara, karşılık beklemeden iyilikte bulunmak; bir yaşlıya hürmet göstermek ve bazen bir tebessüm, memnun eder Mevlâ’yı.

Çarşıda, pazarda, toplu taşıma vasıtalarında onları görmeli, gözetmeli. Çocuklu kadınları ve çocuk hükmündeki ihtiyarları kollamalı; sevmeli, el uzatmalı. Onlara yer vermeli, gerektiğinde indirmeli, bindirmeli.

Otobüste, tramvayda, trende göze çarpan bir hâl var!

Bir kısım gençler, yaşlıların varlığından rahatsız; sıkılır gibiler sanki. Yaşlılar ayakta, gençler ise rahatta. Görür görmez onları, başlar cama yönelir, bir daha dönmez geri. Yerleştiği koltuktan kımıldamaz, kıpırdamaz, perçinlenmiş gibidir: Yaşlı, kadın, çoluk çocuk ayakta. Olmaz olmaz deme sakın. Hayatta oluyor böyle şeyler. Böyle gelmiş, böyle gidiyor; böyle görmüş, böyle yaşıyor.

Demek ki görmek, gördüğünü yaşamak ne kadar önemli bir şey. Çevrede yaşanan güzelliklere şahit olmak, istikamet belirler; yarına yol gösterir. Çünkü: “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”1

Bu böyle…

Bir de, çevir madalyonun tersini.

Böylesi keşmekeşten sıyrılıp çıkan nur yüzlü güzide gençler, yaşlılara saygılı, kadınlara centilmen. Fark edilir onca insan içinde; “Maşaallah” dedirtir kadir bilen herkese. Duâ duâ üstüne yağar, sağanak gibi. Hüsn-ü misâl olurlar, ruhu yorgun gençlere.

Evet, mesele bu işte.

Bir otobüs yolcusundan şöyle bir söz işittim:

Toplu taşıma vasıtalarının birinde, ayakta kalan bir yaşlı, gözünün içine baka baka oturan ve kendisine yer vermeyen hürmet fakiri gence: “Ben senin gibi olamam. Ama, bir gün, sen benim gibi olacaksın evlâdım” demiş.

Ne güzel söz söylemiş.

Bunu bana söyleyen, hem yaşlı, hem hasta idi. O da ayakta kalmış kişilerden biriydi.

Etme, bulma dünyası.

Kim birisine bir iyilik yahut kötülük yaparsa ona da o şey yapılır, onu görür sonunda.

Değer veren değer bulur, unutma!

“Men dakka duka”…

Not: Bütün okurlarımızın Ramazan-ı Şeriflerini tebrik eder, “Rahmet Ayı”nın feyz ve bereketine mazhar olmalarını dilerim.

Dipnot: 1- Said Nursî, Mektubat, 457.

ALİ RIZA AYDIN hocazade68@hotm

20.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.