26 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Ramazan

Yrd. Doç. Dr. Atİlla YARGICI

Hamd, Allah’ın kemâl sıfatlarına ayna olmaktır

Hamd’in Allah’ı övmek, O’na şükretmek anlamları olduğu gibi, Allah’ın kemâl sıfatlarını izhar etmek mânâsı da vardır. Çoğu zaman bu anlam gözden kaçmaktadır.

Bunu da şu şekilde anlamamız mümkündür: Cenâb-ı Hak insanı, kânatı kapsayan bir nüsha, binlerce âlemleri içine alan şu kâinat kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Allah’ın en güzel isimlerinden her birisinin tecelli yeri olan her bir âlemden bir örnek, insanda emanet olarak bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî uzuvlarını, Allah’ın emrettiği yerlere sarfederse, Allah’a azalarıyla şükretmiş olur. Bu, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak demektir. Meselâ eliyle ve diliyle insanlara iyilik yapan bir insan, Allah’ın “Muhsin” isminin tecellisine mazhar olmuş demektir. İnsanları affeden bir kişi, onun “Avuf” ismine ayinedarlık yapmış olur. O halde hamd, Allah’ın gizli birer hazinesi olan kemâl sıfatlarına iman ve amelle âyine olmak demektir.

“Rabbi’l-âlemin”, “Âlemlerin Rabbi” demektir. O halde bütün övgüler, şükürler ve hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Rab terbiye edici demektir. Ancak Rabbin anlamını bu kısacık cümle kesinlikle anlatamaz. Rab üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma, tasarruf etme, öğretme, yol gösterme, teklif, emir, yasak, teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli bütün şeylere sahib, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demektir. Bundan dolayı sahib ve malik anlamlarına da gelir. Meselâ, “Sahibuddar” ev sahibi demektir.

Terbiye, bir şeyi yavaş yavaş kemâline eriştirmektir. Her bir varlık kendi özelliklerine göre bir âlemdir. Âlemlerin her kısmında terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi her an görülür. Kâinattaki bütün varlıkları hikmetli kanunları gereği yavaş yavaş kemâle erdiren Rab’dır, Allah’dır. İnsanı basit bir sudan, mükemmel bir insan hâline getiren, Rabbimiz Allah’tır. Çekirdeği filiz, filizi ağaç, tohumu güzel kokulu ve güzel renkli cazib bir hâle getiren Rabbimiz Allah’tır. Kâinat görünüşte bir tane olmasına rağmen iç içe girmiş sayılamayacak kadar çok âlemler vardır. Her bir insan, her bir hayvan, her bir mikrop, her bir hücre, her bir bitki, her bir çiçek, kısaca herbir varlık bir âlemdir. Her bir âlem de, Rabbe bir âlemdir. Her bir varlık dikkatli gözlere, basiretli akıllara kendisini terbiye eden Allah’ı gösteriyor.

Hamd o kadar önemlidir ki, cennet ehlinin yapacakları duânın sonuncusunu teşkil eder: “Ve âhiru da’vâhüm, enilhamdülillahi Rabbilâlemin”, yani, “Duâlarının sonuncusu da: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.’” (Yunus, 10/10). Allah; hamd edenleri, kimlerin “hammâdûn”, yani çok hamdeden olduğunu duyuyor ve biliyor. Şunu unutmayalım ki, hamd şükrün başıdır. Allah’a hamd etmeyen O’na şükretmemiş olur. Peygamberimiz (asm) “Meşrû işlere Allah’a hamd ile başlanmazsa hayır ve bereketi kesilir” buyurmuşlardır. (İbn-i Mace, Nikâh, 19; Ebu Davud, Edeb, 18.)

Şahitlik yapan ağaç

Zi’lkade, Hicretin 7. Senesi, Medine Mescidin girişinde oturmuş, sokakta oyun oynayan çocukları izliyordum. Bir süre sonra yanıma bir bedevî yaklaşarak, Peygamberimizin (asm) nerede olduğunu sordu. Namaz vakti mescide geleceğini söylediğimde:

“Ezan okunasıya kadar sana başımdan geçen olağanüstü hikâyeyi anlatayım evlât. Böylece, Efendimizi (asm) beklerken oyalanmış oluruz” dedi. Ben tamam demeye varmadan başladı anlatmaya: “Çok sıcak bir gündü. Etrafta kimsecikler yoktu. Kızgın çöl güneşinin altında adeta bir mum gibi eriyor, kendimden geçiyordum. Mataramda kalan son birkaç damla suyu içtim. Zar zor yürüyordum. Az zaman sonra şehrin evleri, ağaçları göründü. Son bir gayretle ilerledim.

“Sonunda şehre ulaşmıştım. Biraz çarşıda pazarda eğlendim, ihtiyaçlarımı aldım. Kâbe’nin etrafında dönen, ibadet eden insanları izledim. Sonra Kâbe’nin hemen yakınındaki meydanda oturup harıl harıl sohbet eden kalabalığın yanına usulcacık ilişiverdim. Selâm verdim, ama sohbete öyle bir dalmışlardı ki, yakınımda duran birkaç kimseden başka selâmımı alan olmadı. Ben de onları dinlemeye koyuldum. Kendi kabilelerine mensup bir adam hakkında konuşuyorlardı. Kimisi onun yaptıklarını anlatıyor, sonra gözlerini kocaman kocaman açarak, o bir büyücü diyordu. Bir başkası onu yalanlarcasına, hayır o bir falcıdır diye karşı çıkıyordu. Bir başkası onun yalancı olduğu konusunda Lat ve Menat üzerine yeminler ediyordu. Herkes bu garip adam hakkında bir şeyler söylüyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Şehirden uzakta yaşadığım için hiçbir şeyden haberim olmamıştı. “Duyduklarıma çok şaşırmıştım. Bu nasıl biriydi ki, herkes hakkında bir sürü şey söylüyor ama yine de onun nasıl biri olduğu konusunda birleşemiyorlardı. İyiden iyiye bir merak uyandı bende bu garip kişiyi görmek için. Ama güneşin batmasına az bir zaman kalmıştı ve benim çöle dönmem gerekiyordu.

“Eşyalarımı sırtıma yükleyip şehrin çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Birisi arkamdan, ‘Ey bedevi nereye gidiyorsun?’ diye seslendi. Döndüm baktım. Mübarek yüzlü, hoş bir insan… ‘Ehlime gidiyorum’ dedim aceleyle.‘Ondan daha hayırlı bir şey ister misin?’ İyice meraklanmıştım bu ilginç soru karşısında. Heyecanla, ‘Nedir o?’ diye sordum. Yüzünde bir tebessümle, ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlühu’ dedi. Onun meydanda konuşulan kişi olduğunu o anda anladım. ‘Peki, bu şehadete şahidin var mı?’ diye şüpheyle karışık bir merakla sordum. Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak dediği anda, o ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak etti, geldi o mübarek zâtın yanına. Üç defa ağacı istişhad etti, ağaç da sıdkına şehadet etti. Sonra emretti, ağaç yerine gidip yerleşti.

“Gördüklerim hayal değil, yalan değildi, sihir hiç değildi. ‘Bu olsa olsa bir mu’cizedir ancak’ diye sevinçle bağırdım. ‘Sen peygambersin. Hem de son peygamber! Ne mutlu bana ki, sana tâbi olanlardan biri olabildim. İyi ki seni gördüm, tanıdım, sevdim ve bildim…’ İşte o gün oracıkta, güneş son kızıllıklarını yeryüzüne yayarken, İslâm’ın o bembeyaz, huzur dolu dünyasına girdim.”*

*İbn Hacer, İsabe, 1:506

Bencil(l)ik

Düşünce ve duyguların zamanla değiştiğine kimsenin itirazı olamaz her halde. Kazanılan tecrübeler, elde edilen yeni bilgi ve haberlere göre, önceki düşüncelerimiz ya tamamen ya da kısmen değişmiştir çoğumuzun.

Değişen dünya şartları insanlardaki anlayışları, hayalleri, ümitleri ve bakış açılarını da değiştirmiştir zamanla. Fikir anlamındaki düşünce değişiklikleri anlayışla karşılanabilir, ancak aynı zaman diliminde olduğunuz halde, bulunduğunuz konuma göre görüş ve düşünceleriniz değişiyorsa, hele hele işin içinde menfaat varsa, orada biraz durup düşünmek lâzım. Çünkü bir çifte standarttır söz konusu olan.

Herhangi bir iş için kuyrukta bekleyen insanlarımız, bir yolunu bulup kuyruğa girmeden işini halleden gözü açığı kınarken, aynı imkân kendine verilse ne yapar?

Hakemin aleyhine verdiği yanlış karara öfkelenen taraftarın, lehine verilen hatalı karara feveran ettiği görülmüş müdür?

Trafikte, yaya iken başka, sürücü iken başka konuşmuyor muyuz?

Toplu taşıma araçlarının içi ve dışında olmamıza göre değişmiyor mu tepkilerimiz?

Soğuk ve yağışlı bir havada belediye otobüsü bekleyen ve “ne olursa olsun” o otobüse binmeliyim diye düşünen yolcu, amacına ulaştıktan sonra bir durak sonraki yolcuları da alabilmek için kaptanın; “Lütfen ilerleyelim” sözüne itirazvârî tepki mi vermelidir? Yoksa aşağıdakilerin-dışarıdakilerin de kendisi ile aynı yere gelmesine yardımcı mı olmalıdır?

Kendi istek, arzu ve çıkarlarını öne çıkarıp, başkalarını yok saymak bencilliktir. “Önce ben”, “benden sonra tufan” anlayışı, adalet-hakkaniyet ve insafla bağdaşmaz.

Bencillik her şeyin kendi lehine olmasını istemeyi, menfaatçiliği tetikler. Menfaat penceresinden bakanlar, hakikati değil görmek istediğini görür, duymak istediğini duyar ve buna göre düşünce geliştirir.

“İsrailoğullarından peygamberlik gitti”

Yahudiler, peygamber olarak gönderilmeden önce yanlarındaki kitaplardan (Tevrat, İncil) Peygamberimizin (asm) sıfatını, ismini ve hicret edeceği yerin Medine olacağını öğrenmişlerdi. Peygamber Efendimiz (asm) doğduğu zaman, Yahudi âlimleri:

“Bu yıldızın doğduğu gece, Ahmed (asm) doğmuştur!” dediler.

Peygamberimiz’in (asm) doğduğu gece, Kureyş’in ileri gelenlerinin de bulunduğu bir toplantıda Mekke’de ticaretle uğraşan bir Yahudi:

“Bu gece, sizlerden birisinin çocuğu doğdu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz!” dediler. Yahudi:

“Vallahi, sizin bu kabahatinizden iğrendim! Bakın, ey Kureyş topluluğu! Size ne söylüyorum, iyi anlayın! Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu! Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım! Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben vardır!” dedi.

Onlar, Yahudinin sözünden hayrete düşüp evlerine gittiler. Bazılarına, “Bu gece, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular’” denildi. Ertesi günü Yahudinin bulunduğu yere gidip:

“Bahsettiğin çocuğun bizde doğduğunu öğrendin mi?” diye sordular. Yahudi: “Onun doğumu, benim size verdiğim haberden sonra mıdır? Yoksa önce midir?” dedi.

“Öncedir ve ismi de Ahmed’dir” dediler. Yahudi: “Beni ona götürün!” dedi.

Yahudi ile birlikte kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler. Peygamberimizi (asm) onun yanına çıkardılar. Yahudi, Peygamberimizin (asm) arkasındaki “ben”i (hatemi nübüvvet=peygamberlik mührü) görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Bir müddet sonra ayıldı.

“Yazıklar olsun sana, ne oldun?” dediler. Yahudi:

“Artık İsrailoğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları kalmadı artık! Bu onların öldürülecekleri hakkında verilmiş bir hükümdür. Araplar, peygamberlikle kurtuluşa ereceklerdir! Ey Kureyş topluluğu, ferahlandınız mı? Vallahi size haberi doğudan batıya kadar ulaşacak bir satvet, bir hamle verilecektir!” dedi.

Cehennem

Bir gün Behlül Dânâ, üstü başı toz toprak içinde Harun Reşid’in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

“Bu ne hâl Behlül? Nereden geliyorsun böyle?”

“Cehennemden geliyorum ey hükümdar!”

“Ne işin vardı Cehennemde?”

“Ateş lâzım oldu da!... Ateş almaya gittim.”

“Peki getirdin mi bâri?”

“Hayır efendim, getiremedim. Cehennemin bekçileri ile görüştüm. Onlar ‘Sanıldığı gibi ateş burada bulunmaz. Ateşi herkes dünyadan kendisi getirir’ dediler!”

Sabır ve tahammülü

Said Nursî, sabır ve tahammülün zirvesinde bir şahsiyettir.

Seksen küsûr yıllık mübarek ömrü içinde kendisine çektirilen ezâ ve cefa karşısında hep sabır ve tahammül göstermiştir.

Hürriyetinin elinden alınmasının yanı sıra, zehirler içirilmiş, hapishanelerde yatırılmış, kendi öz vatanında diyar diyar sürgün hayatı yaşatılmıştır.

Bu olup bilenlere mukabil Said Nursî, kendi ifadesiyle “Kadere iman eden, kederden kurtulur” düsturunu rehber edinerek, “Hizmet uğrunda zahmet, sevaba sebeptir” anlayışı ve hakikatiyle, her yapılan zulme ve çektirilen cefaya karşı sabır ve tahammül göstermiştir.

Hubb-u câh ve makam-mevki düşkünlüğü

İnsan sûretindeki şeytanların, cinnî şeytanlardan aldıkları ders ile iman ve Kur’ân hizmetkârlarını kudsî hizmetlerinden ve yaptıkları ulvî cihaddan vazgeçirmek, en azından onlara fütur vermek için, hubb-u cah denilen şöhretperestlik, makam-mevkî yolu ile onları aldatıyorlar.

Şöhret duygusu, makam-mevkî sahibi olma arzusu, aslında her insanın yaratılışında vardır. Ahiret için çalışan Kur’ân hizmetkârları için bu his çok tehlikelidir. Bütün gayretleri ile yalnız dünyayı kazanmaya çalışanlar için de çok karmakarışıktır ve kötü ahlâkın menşeidir.

İmana ve Kur’ân’a hizmet edenler için Allah’ın rızası ve O’nun kabul etmesi öyle bir makamdır ki, insanların teveccüh ve rızalarından çok çok üstündür. İnsanların teveccühü, mânâ-i harfî ile olursa, yani Cenâb-ı Hakk’ın tevecühünün yansıması veya gölgesi olursa makbul olur. Yoksa insanların teveccühü kabir kapısına kadardır. Orada söner.

Eğer şöhretperestlik hissi susturulmazsa, yönünü müspet tarafa çevirmek lâzımdır. Meselâ cemaatle dolu bir camiye giren bir adam, orada güzel bir sada ile Kur’ân’dan bir aşir okursa, oradakiler ona duâ eder. Hizmetimizde de ihlâs olmak şartı ile bu hissi müsbet bir şekilde kullanmak mümkündür.*

Ancak daha önceleri hizmetin içinde ihlâsla ve aktif olarak çalışan bazı Nur Talebeleri, siyasete girince veya makam mevki sahibi olunca, dengeyi muhafaza edemedikleri için hizmetlerine fütur geldiği, bazılarının da dâirenin dışına savrulduğu görülmüştür.

* Mektubat, (yeni tanzim, s. 699)

Sizinkini bilmem, ama bizim cami ağzına kadar doldu

Ramazan-ı mübareğin ilk alâmeti olan teravih namazını kılmak için mahalle camiimize gittik.

Ezan okunuyordu o anda. İçeri bir girdik ki, aman Allah’ım! Cami lebaleb, ağzına kadar doluydu, şaşırmıştık. Bir an kendimizi Bayram namazına geldik zannettik, zor yer bulduk. “Elhamdülillah” dedik, çok sevinmiştik.

Aziz milletimizi yıllardır, dinden, dinî değerlerden uzak tutmak için elinden gelen her türlü hokkabazlığı, baskıyı, zulmü, fitne ve fesadı yapan devrimbaz-düzenbazların oyunları tutmamıştı. Milletimizin saflarını bozamamışlardı. Cemaate bir baktım, her yaştan kimse olduğu gibi, özellikle de genç ve çocuklar göze batacak sayıdaydı. Öyle tahmin ediyorum ki, sizin camilerinizdeki manzara da farklı değil.

Zaten mübarek Ramazan ayı geldiğinde aziz milletimiz hep birden bir ordu gibi hizaya geçer, oruç ve teravih başta olmak üzere diğer ibadetlerini de îfâ ederek, Rablerinin şâkir, zâkir, hâmid bir abdi, kulu olduklarını gösterirler, isbat ederler. Her ne kadar milletin gözünün içine baka baka, adeta millete hakaret edercesine sigara dumanını yüzlerine üfleyen, terbiye noksanı, utanmaz güruh varsa da, bunlara aldırmadan bu ibadetlerini yapar milletimiz.

Memlekette baştan başa bir umumî şenlik vardır, daha bayram gelmeden bayram havası yaşanır adeta. Kızıma Mısır’dan bir arkadaşı mâil yollamış: “Bayramınız mübarek olsun” diye. Yani bu mânâ kastedilmiştir her halde. Gerçekten âlem-i İslâmda olduğu gibi, bizim memleketimizde de Ramazanlar bayram gibidir. Zaten bayramlar umumun ortak olarak sevindiği, paylaştığı bir şeyin neticesi değil midir?

Yani her ne kadar uğraşsalar, didişseler de, bu millet dininden, dinî değerlerinden ve onun emirlerinden vazgeçecek değil İnşaallah!

Farz oruç, bize neler kazandırır?

Farz oruçla ancak Allah’ın rızâsı kazanılır, Allah’ın mağfiretine ulaşılır, Allah’ın merhametine nâil olunur, Allah’ın muhabbetine ve sevgisine mazhar olunur. Farz oruçla Allah’ın kulu olmanın en erişilmez zevki tadılır.

Farz oruç bizi Allah’a dost yapar, günahlarımızı döker, bizi günah kirlerinden arındırır, hatâlarımızın bağışlanmasına yol açar, tövbelerimizin kabûlüne vesîle olur, duâlarımızın hayırla cevap bulmasını sağlar, kaç yaşında olursak olalım, annemizden doğduğumuz ilk gün gibi bizi sâfîleştirir, arındırır, bizi Allah’ın sevgili bir kulu yapar. Umduğumuz hayırların tamamına ulaştırır.

Oruçlu iken günahlara karşı içimizde büyük bir set ve karşı duruş gücü oluşuyor. Ruhumuz sükûnete eriyor. Dünyanın alına, yeşiline, rengine, servetine, malına, mülküne, sevgisine karşı içimizde büyük bir doygunluk ve istiğnâ meydana geliyor. Oruçlu iken bizi yaratan Rabb’imizin Gani ismi içimizde tecellî ediyor, bizi bütün nimetlerden zengin kılıyor. Yemiyoruz, ama yemiş gibi tok oluyoruz. İçmiyoruz, ama içmiş gibi suya kanmış oluyoruz, lezzetlerden kendimizi alıkoyuyoruz, ama lezzetlere banmış gibi bir mutluluk tadıyoruz boylu boyunca. Nâmahreme karşı gözümüz tok, ilgimiz yok; mahreme karşı özümüz hakka doğru, sözümüz Rabb’e doğru. İçimizde ne şeytan var, ne dessas cin, ne fitne, ne fesat! İçimizde barış, kardeşlik, sevgi, saygı, huzur, mutluluk ve uhuvvet hâkim. Biz bütün mü’minlere kardeş olduğumuzu oruçla hissediyoruz.

Ne zaman ki, Allah’ın büyüklüğü, eşsizliği, azameti, benzersizliği, ulûhiyeti, birliği, tekliği, O’ndan başka İlâh ve Mabud olmayışı, her şeyin O’na boyun eğiyor oluşu, bütün kâinâtın O’nun emirlerine âmâde oluşu yüksek sesle îlân edilecek, Allah’ın “Buyurunuz!” emri gelecek; işte o zaman Allah’ın izniyle, emriyle ve irâdesiyle elimiz nefsimizin isteklerine ulaşabiliyor, helâlinden olmak kaydıyla dileğimizce yiyoruz, içiyoruz, lezzetimizi takip ediyoruz.

Demek, oruç günahlara istiğnâ bakımından duygularımızı latîfleştiriyor, bizi melekleştiriyor.

Ramazan mânileri

Ramazan gecelerine ayrı bir çeşni katan söyleyişlerden birisi de, mânilerdir. Mânilerin içinde ince hicivler, lâtif nükteler bulunur.

Bahşiş istemek için ev sahibine iltifatlar edilir, lâtifeler yapılır. Genellikle ilk söyleyeni belli değildir, yani anonim dörtlüklerdir. Bazen de davulcular tarafından kişilerin isim ve sıfatları zikredilerek irticâlen söylenir.

Besmeleyle çıktım yola

Selâm verdim sağa sola

A benim ağalarım

Namazınız mübarek ola.

Eski cami direk ister

Söylemeye yürek ister

Benim karnım tok ama

Arkadaşım börek ister

Arnavut musun Tatar mısın

Ekşili çorba yapar mısın

Ben sana davul çalıyorum amma

Acaba sen oruç tutar mısın

Davulumun ipi kaytan,

Kalmadı sırtıma mintan,

Virin ağalar bahşişim,

Alayım sırtıma mintan.

Oruç, günahlarımızı siliyor

* Öncelikle bize kendini tanıtabilir misin? Adım Şule, soyadım Tamtürk. 5. sınıfa geçtim. 11 yaşındayım.

* Ramazan ayı kısaca senin için ne ifade ediyor? Senin dünyandaki yeri nedir?

Ramazan Ayı bana Kur’ân’ın indirilmesini hatırlatıyor. Bir de oruç tutulması geliyor.

* Peki orucun faydası nedir?

Oruç bizim günahlarımızı siler. Ondan tutuyoruz.

* Teravih namazlarına gidebiliyor musun?

Hıım. Genellikle.

* Nasıl oluyor teravih namazları? Senin için farklı oluyor mu?

Oluyor, rekâtları fazla oluyor.

* Hiç okulda oruç tuttuğun oldu mu?

Tuttum.

* Peki, arkadaşların sana nasıl davrandı?

Niye tutuyorsun dediler. Dayanamazsın, bırak hadi dediler. Ama yine de bırakmadım.

* Sahura kalkmak zor geliyor mu?

Yaani.

* Kalkamadığın zaman oluyor mu?

Olmuyor. Genellikle kalkıyorum.

* Hangi bayramı daha çok seviyorsun? Ramazan mı, kurban mı?

Ramazan Bayramını. Çünkü o zaman günahlarımız oruç tuttuğumuz için siliniyor. Ondan daha çok seviyorum.

* Peki, iftarda çok yemek yenmesi doğru mudur?

Evet yani. Evet.

* Ramazan’da niye yardım paketleri dağıtılır?

Fakirlerin yemekleri olmadıkları için. Ondan dağıtıyorlar. Bir de sevap.

* Bediüzzaman Hazretlerinin Ramazan-İktisat-Şükür Risâlesini okudun mu?

Az bir şey.

* Allah kabul etsin oruçlarımızı…

Röportaj: zübeyİr ergenekon

Bahriyedeki iftar yemekleri

Bunca yıldır oruç tutarım ama “En lezzetli orucun hangisidir?” diye sorsalar hiç tereddüt etmeden askerî okulun ilk yılındaki iftar yemeğini söylerim. Zira aradan 25 yıl geçtiği halde tadı hâlâ damağımda duruyor.

Aklınıza büyük bir ziyafet sofrası gelmesin sakın. O seneki Ramazan’da doğru dürüst yemek bile görmemiştik. Bilâkis birkaç bisküvi ve çay ile oruç açıyorduk. Belki biraz tuhaf gibi gelecek ama o yıllarda yaşadığım bazı olayları anlatırsam sanırım bana hak vereceksiniz.

O yıl Bahriye Mektebine girdiğimiz ilk yıldı. Ne yazık ki okul idaresi oruç tutmayı yasaklamıştı. Bu yasak her yıl olmasa da okul komutanının keyfine göre uygulanmaktaydı. O yılki komutan önceki yılda olduğu gibi oruç tutmayı yasak etmişti.

Yıllarca hiç ara vermeden oruç tutmuş biri olarak bu durumu çok tuhaf ve acımasız olarak karşılamıştım. Ama ne olursa olsun orucumu tutmaya karar vermiştim. Zorla boğazıma yemek sokacak değillerdi ya?

İlginçtir benim gibi en az 15 sınıf arkadaşım da aynı kararı vermiş “Ne pahasına olursa olsun” oruç tutmayı göze almışlardı. Ramazanın ilk günü büyük bir tepki ile karşılaştık. Okul idarecileri bizi iftar zamanı yemekhaneden adeta kovarcasına uzaklaştırmışlardı. Biz yine de numaralarımızı tesbit etmedikleri için ceza almaktan kurtulduğumuza seviniyorduk.

İlginçtir, okuldaki en az 120 Libyalı öğrenci için iftar yemeği çıkıyordu. Onlar âfiyetle iftar ederken aynı okulun öğrencisi biz Türkler, üvey evlât muâmelesi görüyorduk. Hem de kendi ülkemizde…

Her ne ise yaz aylarının o geç iftar saatinde teneffüshanenin yolunu tuttuk. Hiç olmaz ise kantinden aldığımız bisküvi ve benzeri şeyler ile orucumuzu açtık. Bir de güzel bir çay demlemiştik. Fakat o ne güzel iftar yemeğiydi. “Ya Rabbim, her zaman bize öyle güzel nimetlerini lütfunla gönder” diye daima duâ etmişimdir. Belki inanmayacaksınız ama o yıl tuttuğum oruç, benim en güzel orucum ve iftar soframdı. Demek ki insana zevk veren gıdalar değil, o an içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyedir.

Şimdi anlıyorum ki; her güzel şey Cenâb-ı Allah’ın rahmeti ve lütfu iledir. Eğer O, isterse en kötü bir hastalığı dahi güzel gösterdiği gibi, en nefis sofradaki nimetleri dahi zehir gibi tatsız ve acı hâle getirebilir.

Rabbimden niyazım, bütün kardeşlerimizi hakikî iştahı kazanan ve koruyan kullarından etmesidir, vesselâm.

Hayatın normale dönmesi

Hayatın akışını değiştiren bir olay yaşanmıştır, deprem olmuştur, sel gelmiştir... Ve bazıları bundan zarar görmüştür. İlk önceleri insanlar bu olayın etkisiyle şoktadırlar. Bir zaman geçtikten sonra şok etkisi gittikçe azalır, yaşananlar unutulur ve denir ki: “Hayat normale döndü.”

Ancak bu hadiseden zarar görenler, hatta dünyasını değiştirenler için hayat bir daha normale dönmeyecektir, bu hiç düşünülmez.

Bundan dolayı “hayatın normale dönmesi,” unutmanın, hayatın gerçeğinden kaçmanın adıdır bizim için. Çünkü hayat kendi akışında yol alır ama biz akıntıya karşı kürek çekmekte inat etmeyi sürdürürüz.

Halbuki hayatı oraya buraya döndürmeyi bırakıp, onu anlamaya çalışsak. Bu âlemin bir tesadüfler bahçesi olmadığını anlasak, her şeydeki olumlu yönleri veya o kötü zannettiğimiz şeyle hazırlanan güzellikleri görebilsek, gündüzler kadar geceleri de sevebileceğiz.

Minik parmak

Sofradayız. İki yaşına yakın yakışıklı yaratılmış bebüşümüz var. Hoşuna giden yiyecekleri anneciği ağzına sokuşturuyordu. Herkesin bakışlarını çekmenin şımarıklığıyla bizlere de neşe kaynağı oluyordu.

Artık tabaklar boşaldı ve sofrayı toplama faslına sıra gelmişti. O da ne! Minik parmağını önündeki tabağın susamlarına batırarak yanındaki ablasının ve kendisinin ağzına götürmesin mi! Büyüklerinden gördüğünü uygulamayı çoktan öğrenmişti.

DÜŞÜNCE KIRINTILARI

DUÂ

Allah’ım ne olur sonunda bu emaneti meleğine verirken, onun eline teslim ederken, aldığımız günkü, bize bahşettiğin günkü sâfiyeti ve temizliği lütfet. Son nefeste Kelime-i Şehadet nasip eyle.

FİKİR

Bütün insanlara eşit davranan ölüm; mevkî meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.

VECİZE

Zamanın hiçbir ânı, kâinatın hiçbir köşesi, hiçbir zaman O’nun (cc) ezelî isimlerinin tecellîlerinden nasipsiz kalmamıştır.

SELİM GÜNDÜZALP

26.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Ramazan

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.