09 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Yargı mı büyüktür, millet mi?

YARGI, anayasamıza göre millet adına yetki kullanan 3 erkten biri.

Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir; Ve millet, bu hakkı yetkili organlar eliyle kullanır.

Buraya kadar her şey normal. Tuhaflık, bundan sonra başlıyor.

3 erkten yasama ve yürütme, zaten oylarıyla milletten temsil yetkisi alıyor.

Geriye kalıyor, yargı kurumumuz.

Yargı, millete bağlı mı peki?

***

Yargıyı, ‘halka rağmenciliğin son kalesi’ gibi görenler olduğunu biliyoruz.

Bu yüzden bazı hâkim ve savcılar, hukuk değil, ‘dava’ adamı havasındalar.

Statükonun serhat beyleriymiş gibi misyon ifa ediyorlar. Sık sık medyada boy göstermeleri de tesadüf olmasa gerek.

Elimde somut bir istatistiki çalışma yok ama, podyuma çıkan mankenler kadar yüksektir popülariteleri...

Bilinirlik ölçümlemesi yapılsa, ekran starlarıyla havada karada yarışacakları kesin.

Aklıma çok basit bir soru geliyor. Fark ediyorum ki, basit olduğu için bugüne kadar sorulmamış bir soru.

Başka hangi ülkede yargıç ve savcılar, bu kadar ön planda duruyor?

Modern zamanlarda eşi benzeri olmayan bir örnek, bizimkisi...

‘Hâkimler devleti’ ya da ‘juristokrasi’ türünden kavramlar, günümüzde sadece teorik çalışmaların ve tarihin konusu iken...

Bir tek bizde, pratik alanına geçebiliyor, uygulamalı örnekleri veriliyor. Emsal teşkil edecek bizden başka ne çağdaş bir otokrasi, ne de demokrasi mevcut.

***

Hâkim ve savcıların seslerini, mahkeme salonları dışında neden duyuyoruz?

Neden bu kadar çok, neden bu kadar yüksek sesle konuşuyorlar? Anladık; onlar bakansa, başbakansa, cumhurbaşkanıysa eğer...

Siz de hâkimsiniz, savcısınız, mahkeme başkanısınız. Fakat bu, sizi aynı şey yapar mı; eşit konumlandırmaya yeter mi?

Onların memleket meseleleri hakkında konuşması, atıp tutması, sizin de atıp tutmanıza mazeret teşkil eder mi? Eldeki son mevziyi kahramanca müdafaa ediyorsanız...

Bütün mevzilerin sahibi millettir.

Sizin de adına karar verdiğiniz millet. Bizim sistemde ‘kuvvetler ayrılığı’ esas olsa da...

Bu ilke, herhangi bir kuvvetin milletten ayrılığına işaret etmez.

O zaman, size sorum şudur; Yargı, milletten ayrı mıdır; halktan bağımsız mıdır?

Eğer ‘değildir’ diyorsanız, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in dün söyledikleri nedir?

İşte adli yılbaşı konuşmasının özetini veriyorum size;

* Adalet bakanı ve müsteşarı, HSYK’da yer almasın.

* Yasama ve yürütme organları, zinhar, kurula hiçbir üye seçmesin.

* Türkçe meali: Meclis ve Cumhurbaşkanı’ndan onaylı hiç kimse, bu kurulun kapısından içeri girmesin.)

* Yargı Reformu Stratejisi Taslağı, bu açıdan yargı bağımsızlığına aykırıdır, düzeltilsin.

* Ve yargının bağımsızlığı, her şeyden büyüktür; demokratik meşruiyetten bile... Bu böyle bilinsin.

***

Biliyoruz; Önüne ‘bağımsız’ sıfatını koymadan adını ağza almaktan men edildiğimiz kurumdur, yargı.

Yargının bağımsızlığı ya da bağımsız yargı...

Kendisinden ancak bu kutsal tamlamalarla söz edilebilir. Katı bir dogma, muhkem bir nas gibi...

Bu hükmü tartışmaya açmak dahi, günah-ı kebair denen büyük kötülüklerden birini işlemektir.

Sözün özü, yargı temsilcileri, halkla aralarında bir bağ kurulsun istemiyor...

Ama kararlarını millet adına vermekten de vazgeçmiyorlar. Milletin değişim taleplerine ise, sonuna kadar direnecekler.

Onların meselesi budur. Gerisi, bizim memleket meselemizdir.

Akif Beki, Radikal, 8 Eylül 2009

09.09.2009


Yüksek yargı niye hep CHP’yi mutlu ediyor?

YARGITAY Başkanı’nı dinlerken yoruldum.

Teorik temeli zayıf, yer yer ideolojik mesajlar veren ve tabii her zamanki gibi CHP’yi hoşnut edecek türden vurguları olan uzun bir konuşmaydı. Gerçi Hasan Gerçeker en azından nezaketli biri. Diğer bazı yargı mensupları gibi bağırıp çağırmıyor, siyasilerle fazla çene yarıştırmıyor. Ama onun bu özelliği, sonuçta kendisinin ve temsil etti kurumun ideolojik kimliğini örtmeye yetmiyor.

Gerçeker de son tahlilde, diğer pek çok meslektaşı gibi, yüksek yargıya egemen olan ideolojik tercih doğrultusunda hareket ediyor. Özetlemek gerekirse, CHP’nin hoşnut, Ak Parti’nin şikâyetçi olduğu bir siyasi çizgi bu.

Ve bugüne özgü değil, öteden beri böyle.

Geçmişte de yüksek yargıdan CHP memnun, Özal ANAP’ı şikâyetçiydi; ondan önce de CHP memnun, DP şikâyetçiydi.

Kısacası liderlere, kişilere bağlı olmayan yapısal bir sorun bu.

***

Çünkü Türkiye’de bazılarının “demokratik görünümlü oligarşi” dedikleri demokrasi özürlü bir düzen var.

Oligarşi, yani ayrıcalıklı bir zümrenin egemenliği. Demokrasi, yani halkın yönetimi.

Bizde baştan beri üst düzey asker ve sivil bürokrasinin ayrıcalıklı bir konumu var. Yargı bürokrasisi de ayrıcalıklı zümrenin parçası.

Eskiden, yani CHP’nin Tek Parti günlerinde siyaset ve yargı gerilimi türünden tartışmalar yoktu, çünkü aynı sofrayı ve ideolojiyi paylaşan zümrenin arasında ayrılık gayrılık olmazdı.

Bu tartışma, çok partili hayata, yani demokrasiye geçişle birlikte başladı.

Çok partili hayata geçildiğinde, kuvvetler ayrılığı ilkesine de geçilmiş olmadı. Ayrıcalıklı zümre, iktidarı halkın seçtiklerine devretmeden önce, kendi çıkarlarının zarar görmesini engelleyecek sigortaları döşemeyi ihmal etmedi.

***

1950’de çok partili hayata geçişle birlikte, yasama ve yürütme erkleri demokratik seçim süreçleriyle oluşturulurken, yargı kurumuna dokunulmadı. Yargı erki, tek parti dönemindeki haliyle muhafaza edildi.

Yasama ve yürütme, halk tarafından belirlendi, ama yargı kendi kendisini belirledi.

Sonra köprülerin altından çok sular aktı, demokratikleşme hamleleri ve anayasalar yapıldı; ama yargının temel yapısı ve işlevi niteliksel anlamda değişmedi.

Yani o hiçbir zaman demokratik bir erk haline getirilmedi.

***

Şimdi Türkiye oligarşi ile demokrasi arasındaki gerilimi yaşıyor.

Dezavantajlı çoğunluğa dayanan partiler, yüksek yargı organlarının üyelerinin

tıpkı demokratik rejimlerde olduğu gibi seçimle işbaşına gelmesi için uğraş veriyor.

Çünkü kendi kendisini belirleyen bürokratik bir güç olarak yüksek yargının tarafsız olmadığını, içinde yer aldığı zümrenin ve o zümrenin siyasetteki temsilcisi olan CHP’nin tarafını tuttuğunu biliyor.

Bütün sorun bu.

Atatürkçülük, çağdaşlık, mağdaşlık işin cilası veya ideolojik örtüsü.

***

Gerçeker boşuna HSYK üyelerinin Parlamento tarafından seçilmesine karşı çıkmıyor veya

“Parlamento tarafından Anayasa Mahkemesine üye seçilmesi yerinde değildir?” demiyor.

Yargıtay Başkanı çağdaş demokrasilerde bizdeki gibi kendin pişir kendin ye düzeninde bir yüksek yargının söz konusu olmadığını bilmiyor mu?

Elbette biliyor.

Ama o bilerek ötekini, alaturka yargı sistemini tercih ediyor.

İşte bu yüzden parlamento, yüksek yargıyı, yargı bürokrasisine bırakmamalı.

Demos, mevcut durumdan hoşnut olsaydı CHP’yi seçerdi.

Demos’un, kendi hukukunu koruması için işbaşına getirdiği hükümet, gerilimi göze alarak reform yapmalı.

Ama reformu da tam yapmalı. Öyle üyelerinin bir kısmını Meclis seçsin, diğer kısmını bürokratlar kendi seçsin olmaz. Bu reform oligarşiyle elbette bir gerilim anlamına ge- lecek.

Madem ki öyle de gerileceğiz böyle de, bari gerilirken demokratikleşelim.

Sadece HSYK’yı, onun da üyelerinin bir kısmını değil, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ıyla bütün yüksek yargı organlarını demokratikleştirecek bir reform yapalım da bir kere gerilip kurtulalım. Böylece sadece CHP’yi seven değil, herkese eşit mesafede duran bir yüksek yargıya sahip olalım.

Berat Özipek, Star, 8 Eylül 2009

09.09.2009


O belge unutulmadı, unutulmayacak

BİR süredir gündemden düştüğü doğru ama ‘o belge’ unutulmuş falan değil, asla da unutulmayacak, akıbeti de er geç ortaya çıkacak.

Hangi belge mi? Altında Dursun Çiçek’in imzası bulunan İrticayla Mücadele Eylem Planı... AK Parti ve Fethullah Gülen’i bitirmeyi amaçlayan belge. Namı diğer; darbe belgesi.

Cuma günü basını bilgilendirme toplantısında Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Metin Gürak hatırlattı. ‘Belge davasını yakından takip ediyoruz’ dedi. Akredite engeli nedeniyle toplantıya, başta o belgeyi yayınlayan gazete olmak üzere belgeye karşı yayın yapan medyanın temsilcileri katılamadı.

Biraz da o yüzden Gürak’ın sözleri kamuoyunda gerektiği şekilde yankılanmadı. Kimi köşelerde o bildik önyargılarıyla yorum yapanlar olmadı değil. Genelkurmay adına konuşan Metin Gürak ‘Belgeyi maksatlı olarak üretenlerle, basına sızdıranlar adalete teslim edilsin’ diyor. Bu cümleye itirazım var.

Bir kere ‘Belgenin üretildiğine dair’ yargı kararı yok. Bu yönde oluşmuş kanaat de yok. Henüz belgenin mahiyeti netleşmiş değil. Askerî savcılık belge fotokopi olduğu için kovuşturmaya gerek duymadı, ayrıca ‘sahtedir, üretilmiştir’ diye bir hüküm vermedi. Belgenin altındaki imza gerçek... Çiçek’in eski imzalarıyla örtüşüyor, tıpatıp aynı. İmzanın sahte olmadığı çıplak gözle bile anlaşılıyor. Uzmanlar inceledi ve belge üzerinde herhangi bir tahrifat yapılmadığını belirledi. Yani ekleme, çıkarma yok.

Belki unutulmuş olabilir, Albay Çiçek ifade tutanağına öncekilere benzemeyen başka imza attı. Herkesin gözü önünde 40 yıllık imzasını değiştiriverdi. Manidardır, bu radikal değişiklik askerî savcının gözünden kaçtı. ‘İmzan niye değişti?’ diye sorma gereği bile duymadı. Çiçek imzasını neden değiştirdi? Çift imza kuşkuları daha da artırdı. Başından beri Çiçek çelişkiler içinde. Olağan şüpheli pozisyonundan kurtulamadı.

Dosya askerî yargıdan sivil yargıya geçti. AK Parti’nin başvurusu da var. Ankara’da şu an soruşturma devam ediyor. Hal böyleyken Gürak’ın, sanki belgenin sahteliği tespit edilmiş gibi konuşması ve sorumluların bulunmasını istemesi doğru mu? Hayır. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ‘kâğıt parçası’ dedi ama o herkesi bağlayan bir hüküm değil, kendi düşüncesini söyledi.

Önce belge netliğe kavuşmalı; sahte mi gerçek mi?

Çelişki Albay Çiçek’le de sınırlı değil. Belgenin ele geçirildiği ofisin sahibi Ergenekon tutuklusu Serdar Öztürk’ün açıklamaları da kafa karıştırıcı. Önce belgeyi polisin koyduğunu ima etmişti. Polis ofisteki aramayı en ince detayına kadar kameraya kaydetmiş, görüntüler Öztürk’ü doğrulamadı.

Öztürk daha sonra yeni bir iddia ortaya attı. Savcılığa gönderdiği dilekçede ‘belgenin sabıkalı bir kişi tarafından ofisine konulduğunu’ ileri sürdü. Ve ofisin bulunduğu sokakta iletişim tespiti yapılmasını istedi. Öztürk’ün önceki açıklamalarıyla dilekçede yazdıkları arasında fark var. Neden? Eğer belge iddia ettiği gibi sabıkalı bir kişi tarafından ofisine konulduysa bunu baştan niye söylemedi? Gerek Albay Çiçek’in söyledikleri gerekse Öztürk’ün açıklamaları soru işaretlerini azaltacağına daha da çoğalttı. İmza gerçek, belge tahrifata uğramamış, sorular cevapsız... Fotokopi olduğu doğru, aslı yok ama aslı olmayanın fotokopisi olur mu? Belge tartışmasında bulunduğumuz nokta burası.

Yoksa ne sahteliği tespit edildi, ne de gerçekliği belirlendi. Herkes yargının kararını beklemek zorunda... Sahte çıkarsa gereği yapılmalı. Kimlerin, hangi amaçla ürettiği bulunmalı. Kimsenin gözünün yaşına bakılmamalı. Kişi ise kişi, kurum ise kurum bedeli ödemeli. Ya gerçekse... Dursun Çiçek bu belgeyi hazırladıysa... O zaman ne olacak? Her iki seçenek de mümkün. Son sözü yargı söyleyecek.

Belgeyi Gürak Paşa’nın hatırlattığı iyi oldu. Asla unutulmamalı ve unutturulmamalı...

Mustafa Ünal, Zaman, 8 Eylül 2009

09.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.