13 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Hangi kurucu felsefe?

MALUM, kimi üniformalı devlet erkânı, CHP’liler ve bedenleri yerine zihinlerine üniforma giydirmiş bazı gazeteci-yazarlar sık sık şöyle bir görüşü dile getiriyorlar: “Cumhuriyet’in kurucu felsefesinden kimse sapamaz.” Ama bu görüş ahlâki olarak yanlış olduğu kadar, tarihsel gerçeklerle test edildiğinde de ondan savunucularını hoşnut edecek bir sonuç çıkmaz.

Önce tarihe bakalım. Besbelli ki, sözünü ettiğim bloğun “kurucu felsefe” dediği şey aslında tek-parti döneminin CHP doktrinidir. Nitekim aynı zevat genellikle “Atatürk ilkeleri”ne atıfla, bu ilkelerde somutlaşan siyasi görüşün bugün bile herkes için bağlayıcı olduğunu ileri sürüyorlar. “İleri sürmek” ne kelime, bunu tartışma götürmez bir doğru olarak vaz ediyorlar.

Peki ama, yeni Türkiye’nin kuruluşuna hakim olan siyasi doktrin gerçekten de o mudur?..

Herhalde şundan kimse şüphe edemez: 1920-23 arasında milli mücadeleyi yürüten ve yeni Türkiye’nin temellerini atan Birinci Meclistir. Bu gerçek, her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyetini ordunun veya CHP’nin kurduğu iddialarının tamamen safsata olduklarını gösterir.

Peki, Birinci Meclis’in sıkı sıkıya bağlı olduğu temel ilke neydi? Hiç şüphesiz “milli hakimiyet”, yani “milletin kaderine yine milletin iradesinin hakim olması” gerektiğiydi. Bu, sadece padişahın değil, herhangi bir zümrenin, grubun veya karizmatik bir liderin “millet” adına iktidar kullanmasını reddeden bir ilke olarak anlaşılıyordu.

Sadece o kadar da değil, Birinci Meclis bir tek-parti meclisi olmaktan da uzaktı. O, kendisi adına yetki kullanan herkesi demokratik mülâhazalarla kıyasıya eleştirebilenleri, bu arada İkinci Grubu da içine alan çoğulcu bir Meclisti. Bu Meclis etnik kültürel yapısı bakımdan da tekçi değil, çoğulcuydu. Dahası, bu Meclisin anayasası ne bugün kutsanan anlamda “üniter” bir yapı, ne de yine bugün tartışılmazlığı vaz edilen türden bir “ulus-devlet” öngörüyordu.

Bu Meclisin büyük bir hassasiyetle korumaya çalıştığı başka bir ilke de askeri gücün sivil denetimiydi. “Büyük Millet Meclisi orduları” tabii ki özerk bir güç olmayıp, Meclisin sevk ve idare ettiği bir aygıttan ibaretti. Dolayısıyla, askerlerin Meclise ve onun hükümetine vesayet etmesi gerçek olmak şöyle dursun, böyle bir şeyin düşüncesinden bile söz edilemezdi.

Saltanatı kaldıran da bu Meclisti, dolayısıyla Birinci Meclis cumhuriyetçiydi. Ama bu cumhuriyetçiliğin, daha sonra içi iktidar partisinin ideolojisiyle doldurulan “Cumhuriyetçilik”le hiçbir ilgisi yoktu. Aslına bakılırsa, tek parti ideolojisinin ilkelerinin anayasallaştırılması kuruluştan çok sonradır (1937) ve bunu mümkün kılan da, 1924’ten itibaren kuruluş dönemi felsefesinden adım adım sapılmış olmasından başka bir şey değildir.

Kısaca, bugün resmi mahfillerde “kurucu felsefe” muamelesi yapılan şey, gerçekte kuruluş felsefesinden bariz bir sapmayı temsil etmektedir. Bu, yeni Türkiye’nin kurucu felsefesi değil, tek-parti dönemi CHP’sinin felsefesidir. Aslında, Türkiye’nin bugün halâ devam eden büyük sorunlarını yaratmış olan da işte bu çoğulculuk karşıtı ve otoriteryen felsefedir.

Ahlâki açıdan bakıldığında ise, hiçbir “kurucu felsefe” gelecek kuşakları bağlayamaz. Babalarımızın veya dedelerimizin “doğru” bildikleri şeyleri bugün bizim sorgusuz-sualsiz kabul etmek zorunda olduğumuzu söylemek, bizim akıl sahibi varlıklar olmadığımızı söylemektir. Bu, bugünkü nesillerin kendi kaderlerini belirleyemeyeceklerini, önceden belirlenmiş bir kadere mahkum olduklarını söylemekle aynı şeydir. Kaldı ki, eğer rejimimizin adı demokrasiyse, nasıl yönetileceğimize kendimiz karar verebilmeliyiz.

Kısaca, sözde “kurucu felsefe”nin bağlayıcılığını reddetmek, atalarımızın doğru yaptıkları şeyleri takdir etmememizi gerektirmez; ama onların yaptıkları yanlışları tasfiye etmek de bizim hakkımızdır.

Mustafa Erdoğan / Star, 12.9.2009

13.09.2009


12 Eylül devam ediyor

SİVİLLER açılım ve yenilik ister, bürokrasi zihniyeti direnir. 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 367 kararı, 411 el kaosa kalktı manşeti bütün bunlar bürokrasinin değişime ve gelişmeye karşı direnişin açığa çıktığı noktalardır.

1960 kanlı ihtilalıyla başlayan direnişlerin bugün etkisi düne göre daha azdır ama bürokrasi değişime direniş yapısını hala korumaktadır.

(...)

Kurulan sistem ile ordunun hükümetler üzerindeki vesayeti devam etmiştir. Hükümetler ancak ordunun izin verdiği ölçüde yenilik ve açılım yapabilmişlerdir.

RTÜK’de ki askeri üye ile medyayı, YÖK’teki askeri üye ile üniversiteleri, mahkemelerdeki üye ile yargıyı, Anayasa Mahkemesi ile meclisi ve siyasi partileri, MGK ile hükümeti doğrudan denetlemeye devam etmiştir. Hele 12 Eylül kalıntısı protokol düzenlemesi gerçek devletin asker olduğu görüntüsünü bugün bile devam ettirmektedir.

Son 10 yılda bu üyeliklerin büyük kısmı iptal edilerek sivilleştirilmiş ama askeri vesayet sona ermemiştir.

Yapılan basın toplantıları, siyasi sosyal konularda genel kurmayın yaptığı açıklamalar ve takındığı tavırlar bürokratik direnişin tezahürleridir.

Kanun değişse de zihniyet değişmeyince alışkanlıklar sürüyor.

12 Eylül benzeri darbeler tarihe karıştı desek de Ergenekon isimli davada daha ilerisinin planlandığı iddialarını görmek insanı ürkütüyor .

Asker, milletin askeri ama geçen sene bir ordu komutanı ‘biz milletten başkasına hesap vermeyiz’ derken aslında kimseye hesap vermeyiz tehdidini savurmuştu.

Millet doğrudan denetlemez ki. Kurumlar aracılığıyla yapar bu işlemi. Seçtiği meclisi aracılığıyla, yürütme aracılığıyla, Sayıştayı aracılığıyla denetler.

Onlarca değişiklik ile kırk yamalı bohçaya dönse de 12 Eylül anayasası hala yürürlükte ve demokrasinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmakta.

(...)

12 Eylül’ün izinin silinmesi için başta anayasanın değişmesi, ordunun üyesi olmak için müzakere yaptığımız AB ülkelerindeki gibi Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı bir kurum haline getirilmesi, askeri okulların milli eğitimin denetime gerçek manada girmesi, Jandarmanın kıyılar ve sınırlar dışında görev alanının emniyete devredilmesi ve ordunun millete gerçek anlamda hesap verir hale getirilmesidir.

(...)

Meclis ya da hükümet askere tam olarak hakim olduğu güne kadar bu sıkıntılar devam edecektir.

Resul Tosun

Yeni Şafak, 12.9.2009

13.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.