15 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

İstanbul Valisi mahya emrini kimden aldı?

Gazetelerİn ‘korsan mahyalar’ dediği olayın aslı ortaya çıktı. Hatırlarsınız, İstanbul’un Kurtuluş Günü olarak kabul edilen 6 Ekim’de, kentin beş büyük camiine ‘ulusalcı’ çizgide sloganlar taşıyan mahyalar asılmıştı: ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ (Süleymaniye Camii), ‘Önce Vatan’ (Eyüp Sultan Camii) ‘Ordumuza Şükran Borçluyuz’ (Sultanahmet Camii), ‘Milli Birlik Esastır’ (Yeni Cami), ‘Kurtuluşun Kutlu Olsun’ (Üsküdar Valide Camii).

***

Dinle alakası olmayan bu sloganları oraya kim yazdırmıştı?

Kim bir Ramazan geleneği olan mahyaları ulusalcı ideolojinin aracı haline getirmişti?

Sorunun cevabı nihayet bulundu: İstanbul Valiliği...

28 Ağustos günü Valilik, Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne bir faks mesajı (emri) göndererek “şu camilere, şu mahyaları asın” demişti.

***

Bu olayın bize anlattıklarını birkaç maddeyle özetleyelim:

1) Türkiye Cumhuriyeti, Batılı anlamda laik bir devlet değildir. Laikliğin Fransa’da uygulanış biçimi, din ile devletin birbirinden adeta ‘ak ve kara’ şeklinde ayrılmasıdır. Orada din ile devletin üst üste geldiği ‘gri bölgeler’ nispeten azdır.

Bizde ise “ayrılık” değil kontrol, hatta tahakküm vardır. Yani devlet, dini kontrol eder.

Bitmedi! Daha önemlisi: Devlet aynı zamanda dini kullanır. Başka bir deyişle devlet, kendi amacına ulaşmak için dini alet eder.

Hani ‘Din siyasete alet ediliyor’ diye yaygara koparılır ya... Bunun dik alasını devlet yapar aslında. Dini değerleri tepe tepe kullanır. ‘Korsan mahya’ olayı buna güzel bir örnektir.

***

2) Dikkat ederseniz aslında ortada korsanlık filan yok. Burada bürokrasi emrediyor, din hizmetlileri de uyguluyor.

İstanbul Valisi Muammer Güler’e bu emrin kaynağını sormak gerek.

Vali Güler Şubat 2003’ten bu yana İstanbul Valisi. Sempatik, esprili bir insan valimiz. Seveni çok.

Ancak göreve geldiğinden bu yana geçen yaklaşık yedi yılda kendisinden böyle bir uygulama görmedik. Şimdi ne değişti?

İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan Güler, Bakan Beşir Atalay’ın ya da mesela Başbakan Erdoğan’ın isteğiyle mi bunu yaptı?

Yoksa valiye askeri makamlardan bir telkin mi geldi?

“Ne telkin, ne rica, ne baskı; bu uygulamanın yasa ve yönetmeliklerde yeri var” deniyorsa, hangi kanundur bu? Lütfen söyleyiversinler...

***

3) Bu mahyaların bize işaret ettiği bir olay daha var: Halka karşı bir psikolojik operasyon yapmaya karar verdiklerinde, ulusalcı/askerci çevrelerin elinde çok sayıda araç bulunuyor.

İşte gördük: Mahyaları dahi kendi amaçları için kullanıyorlar. Eylül 2007’de hazırlanan Lahika-1 adlı psikolojik operasyon planı; filmlerden, belgesellerden, TV ve radyo programlarından yararlanmayı öngörüyordu.

Ancak mahyalardan söz edilmiyordu.

Şimdi mahyaları da listeye ekleyebiliriz.

***

4) Cumhuriyetin niye laikleştirilmediğini artık daha iyi anlıyoruz. Çünkü din ile devletin birbirinden ayrıldığı bir ülkede, bürokrasi dini kolayca kullanamaz.

Bizde, halkı yönetme ve yönlendirme kapasitesini artırmak için dini kurumlar, devletin işlevi haline getirilmiştir. Yani Türkiye’de din, devletin ideolojik bir aygıtıdır.

Kimilerinin gülüp geçtiği mahya olayı bunun apaçık ispatıdır.

Emre Aköz

Sabah, 14.10.2009

15.10.2009


Oynadı, öldü!

ÇOCUK orada

uzanmış yatıyor.

Kopuk eli uzanmış da parçalarını topluyor.

Topluyor ki, hazır olsun; devletine huzur olsun.

Devleti düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor, soruşturuyor, tespit ediyor.

Çocuğa buyuruyor:

Oynadı.

Öldü.

«

Böyle de oluyor çocukluğun oyunları. Böyle de ölüyor oyunların çocukları. Benim kızlarım hiç bombayla oynamadı, hiç atık bir mermiyi parçalamadı.

Bizim kızlarımız, oğlanlarımız oynadı.

Ceylan oynadı.

Recep de oynadı.

Çünkü onlara gökten elma böyle düştü.

Çünkü onların talihine tarihten bomba düştü.

«

Artık mühim mi, bir suçlunun ortaya çıkıp çıkmaması. Ceylan’ı birinin vurup vurmaması; oyuncağa vura vura parça parça olması.

Çünkü devlet temiz çıktı; asker temiz çıktı. Zaten kimse istemezdi ki bir küçüğü parça parça görmeyi. Ceylan yavrucak, sanki kendi yapmış da patlayıcıyı, sanki kendi koymuş da orta yere, sanki kendini savaşlara, baskınlara, terörlere, terörle mücadelelere, kana adamış da, öyle kalakaldı.

«

Rapor Amca diyor ki, “Bu patlayıcılardan orduda var, poliste var, PKK’da da var”.

Daha ne olsun. Bir çocuk, di mi, daha ne ister ki. Bir çocuğa bundan bol seçenek, böyle yüksek ihtimal, böyle her ihtimal, böyle bir fırsat eşitliği, tarlada, bayırda, yolda, pusuda mutlaka soğuk çelikten, sıcak demirden, her yönden bir oyuncak bulup da ölme vaadi her yerde mümkün mü?

Biliyor musunuz; kaç çocuk, kaç ceylan, kaç kuzu, kaç serçe böyle oyuncaklarla oynadı da havalara uçtu; kaçının bacağı gitti, kaçının kolu artık yok, kaçının beyni hasarlı, kaçının ruhu paramparça?

Ben biliyordum. En azından 8 yıl öncesine kadar, Milliyet’te iken Dipsiz Kuyu, sayıyordum, sayıyla da yazıyordum.

Şimdi utandım. Ceylan bu ölüm diyarının kaçıncı patlayıcı oyun kurbanıdır; cennette, o yerde, o sınıfın kaç numaralı evladıdır, bilemedim.

Siz de utanır mısınız?

Yoksa utanmaz mısınız?

Bilemem. Bir çocuğa, bin çocuğa, milyon bin çocuğa, oynamaya patlayıcı sunan, patlamaz parçalanmaz da büyürse, töre sunan, terör sunan, şehitlik sunan, baskın sunan, kan davası sunan, dava sunan ve ille kan sunan kan kırmızı utancı paylaşmaz mısınız?

Kim bir çocuğun paramparça bedeniyle, bin bin çocuğun parça parça ruhlarıyla gurur duyabilir ki? Kim bir çocuğun kendi parçalarını arayan ellerini tutmadan yapabilir ki!

«

Recep de dedim ya...

Bir kez daha, Recep’i buradan anayım, uzun ömürler dileyeyim. Büyük medya sürgünü hakiki ve hakikatli gazetecilerden Ahmet Şık, böyle patlayıcı, mayın, bomba kaderlere çarpan, çoğu çocuk, nice insanı konu eden fotoğraf sergisi ile kitap hazırlamıştı.

Bana da Recep’in patlamasını yazmak düşmüştü: “Elime baktım, elim yoktu” diye anlattıklarından çıkıp şunu yazmıştım:

“Recep mayına da basabilirdi. Binlercesi, devletinkiler, örgütünkiler, komşudakiler, unutulmuşlar oralarda hep pusuda bekliyordu.

Recep mayına basmadı; ‘patlama’ onun ayağına, avucunun içine kadar geldi. 5 yıl önceydi, Zeydan Köyü’nde misafirdi, yoldan araba araba askerler geçti. Canım memleketin her köşesinden gençler işte. Gençtiler, geçtiler ama bir şey düşürdüler.

Her yabancı cismin muhtemel bir oyuncak ve büyük ihtimal ölüm olduğu bir yerde, gökten üç elma, büyülü bir masal düşmeyecekti ya.

Recep o acı gerçeği aldı, demirin soğuğuna sıcacık elindeki taşla vurdu. Taş patladı. Köy patladı. Ülke patladı. Dünya patladı. Evren patladı. Uçaksavar mermisi Recep’in elini alıp uçuverdi. Mermiyi kim düşürdü, eli kim uçurdu, Recep ne kadar çok ağladı, artık önemi yok. Oyun oynarken, ne olsun ki, tabii zorlanıyor.

Şükretmesini bilirsiniz, değil mi? Şükür, eli öldü ama Recep yaşıyor!”

Şimdi şöyle: Ceylan öldü ama rapor yaşıyor!

Umur Talu, Haber Türk, 14.10.2009

15.10.2009


Mahyaya çıkan palamut

O akşam canım palamut çekti.

Kolestrole de boş vereceğim. Yani demek istiyorum ki, çingene palamudunun mevsimi geçti, palazlanmışının kuru kuruya ızgarası da yavan kaçar.

Dolayısıyla, şöyle takoz dilimlenmiş ve soğanı bol dizilmiş âlâ tavasından arzuladım.

Kabul, deniz kurutulduğu için fiyatlar hâlâ ve hâlâ turfanda fahişiyle seyrediyor ama eh kursak nefsi bu, cüzdanın esaret prangasına itaat eder mi?

«««

OYSA malûm, evde pişirmek büyük angarya! Yukarıdan aşağı öyle bir koku sinecek ki, bilmem kaç gün sanki döşekte değil de balık hali tablasında yatıp kalkacağız.

Artı, her halde İstanbulluluğumu, geçen mevsim dondurulmuş ne idüğü belirsiz bir balığı, marketin sterilize reyonundan alacak kadar ayağa düşürmedim. Allah yazdıysa bozsun!

Seçmem için ya Beyoğlu, ya Beşiktaş, ya da Karaköy pazarına uzanmak gerekecek.

Dolayısıyla, tamam bu sonuncusuna gidelim ama, lokantasına gidelim dedim.

Hayır, leb-i derya şıkıdımları veya köprüde turist avlayanları kastetmedim. Perşembe pazarının Haliç cihetine bakan salaşlar var ya, hem tazesi yeniyor, hem de hesap el yakmıyor.

Refakatçime kaldırımların ve şosenin içler acısı durumunu hatırlatıp, topuklu iskarpin değil de rahat pabuç giymesini söyledim. Aşağı inip, kemal-i afiyetle palamut taam edeceğiz.

Kestirmedir diye de İtalyan yokuşu yerine, Karabaş’a çıkan sokakları kullanacağız.

«««

FAKAT o ne! Bir sokak aralığından Sultan Ahmet seçiliyordu ve mahyaları yanmıştı.

İki minare arasında kocca bir “ordumuza şükran borçluyuz” ibaresi yazılmıştı.

Hayırdır inşaallah! Bu nereden çıktı? Neden icap etti? Durup dururken, ibadethanede dahi orduya müteşekkir olmamız gerektiğinin hatırlatılmasına kim, nasıl ve niçin karar verdi?

Yoksa, aman iyi saatte olsunlar, genelde şafak vakti ve Harbiye Marşı’yla başlayan ve sayısını çoktan unuttuğum darbeler erken saate mi alındı? “Müjde”si (!) akşam ezanıyla mı verilir oldu? Yoksa, ben duymadımsa da acep müezzin efendi demin şerefeden ilân mı etti?

Şu an bulunduğum yerden seçilmiyor ama, diğer camilere de “hoşgeldin onbir ayın sultanı” yerine “hoşgeldin bin kışlanın bir süngüsü” cinsi mahyalar asılmadığı ne malûm?

Allah’tan, koşa koşa indiğimiz Boğazkesen Caddesi’nde bir kahve televizyonu açıktı.

Darbe marbe olmadığını anlayıp ferahladım ama, tabii artık iştah miştah kalmadı.

«««

NASIL kalsın ki? Karşıda o “orduya şükran” şiarı, öteki camilerde ise diğer “resmi ideoloji” mahyaları, ne denli taze ve lezzetli olursa olsun, palamut kursağımdan geçmiyor.

Oysa daha dün değil miydi ki, arabayı atın kasten önüne koşarak “güçlü ordu, güçlü ülke” sloganını empoze etmeye kalkışan militarist ruhu tartışıyor ve eleştiriyorduk?

Ve bizatihi şu an; bugün; hal-i hazırda; gündemin ilk maddesine “demokratik açılım”ı oturtarak Türkiye’nin sivilleşmesi konusuna harıl harıl kafa yormuyor muyuz?

Ama işte görünmez bir el ve denetlenemez bir kudret konjonktüre ve momentuma meydan okuyarak; artı ibadethaneleri dahi kullanarak işi, yukarıdaki “resmi ideoloji”nin “ötekiler”i en inciten en kaba ve en hoyrat amentüleriyle mahya yakmaya vardırıyor.

Hem alay ediyor, hem de ülkenin hep onun rotasını izlemesi için ısrar ve inat ediyor.

«««

EDİYOR ama biline! Biline ki bu cins “mahya palamudu”nun mevsimi çoktan geçti.

Bırakın tava veya ızgarasını, bayatlığı anlaşılmasın diye silme baharat boca edilen yeni moda pilakinin tadına dahi, bir nebze gırtlak taamı olan hiç kimse bakmıyor. Bakmayacak da!

Çünkü bu buzhane palamudu çoktan koktu ve bu “resmi kandil” çoktan bitti.

Dolayısıyla, kayık tabaktaki havuç süslemeli balık pilakisi ve minare aralığındaki sopa göstermeli camii mahyası artık ne lokantaya müşteri, ne de vaaza cemaat çekmeye yetiyor.

Hadi Uluengin, Hürriyet, 14.10.2009

15.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.