01 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

ALARM: Avrupa Birliği

Türkİye Avrupa’nın bir parçası değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi kapsayan genişlemesi, geçmişin genişlemeleri gibi asla değerlendirilemez. Avrupa’nın günümüzde sahip olduğu Hristiyanlığa dayalı evrensel ilkeler, Türkiye gibi çok büyük bir Müslüman ülkenin üyeliğe kabul edilmesiyle ağır bir darbe alır.”

Bu sözler Avrupa Birliği’nin ilk kez üye ülkeler tarafından seçilen “başkan”ı, Belçika’nın 1947 doğumlu, Flaman asıllı Hıristiyan Demokrat eski Başbakanı Herman von Rompuy’a ait. Bundan yaklaşık beş yıl önce partisinin bir toplantısında bu netlikte konuşmuş. Zaten, Türkiye’nin AB üyeliğine, Fransız Sarkozy ve Alman Merkel kadar soğuk baktığı çok iyi biliniyordu.

Herman von Rompuy’u, “düşük karizması” ve “hiçbir pırıltısı olmayan siyasi geçmişi” ile o makama taşıyan “yüksek irade” belli ki kararını verirken bu düşüncelerini de dikkate almış. Tony Blair, Jan Peter Balkanende veya Jean Claude Juncker gibi “söyleyeceği sözü yüksek sesle söyleyip oturduğu makamı güçlendiren” devlet adamlarını geçip AB’nin ilk başkanı olabilir miydi?

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barosso’nun komisyon üyelerini de açıklamasıyla Avrupa Birliği’nde genel eğilim belli oldu: AB artan bir şekilde Fransız-Alman ittifakının kontrolüne giriyor.

Bu durum, Türkiye açısından ciddi bir alarm işaretidir...

ZAYIF DIŞİŞLERİ BAKANI

Avrupa Birliği’nin Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan İngiliz Catherine Ashton da, Brüksel’de bile fazla tanınmayan bir teknokrat olarak biliniyor. Eleştiriler İşçi Partili bu politikacının bugüne kadar hiçbir seçimle gelinmiş makama aday olmadığı ve siyaseti bir teknokrat olarak sürdürdüğü yolunda.

Daha da önemlisi... Catherine Ashton’un önümüzdeki ocak ayında Avrupa Parlamentosu’ndan “onay” almasının hayli zor olduğu yönündeki görüşlerin ağırlık kazanması... Çünkü Ashton, 1980’li yıllarda İngiltere’de yaşanılan büyük “nükleer silahsızlanma kampanyası”nın önde gelen isimlerinden biri ve daha sonra elde edilen bilgiler bu kampanyanın doğrudan Sovyetler Birliği’nden sağlanan fonlar ile gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor.

Avrupa Parlamentosu’nun “aşırı sağ” kanadı bu atamayla ilgili ayakta...

GENİŞLEME KOLTUĞUNDA ŞAİBE

Olli Rehn’den “genişlemeden sorumlu komisyonerlik” koltuğunu devralacak Çek politikacı Stefan Fuele’nin de başı benzer şekilde aşırı sağ ile dertte... Onun durumu biraz daha zor gibi... Çünkü, 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin ünlü istihbarat örgütü KGB tarafından yönetilen bir akademide öğrenim görmüş bir eski komünist!..

Bu iki zayıf politikacının koltuklarını koruyabilmek için, Fransa ve Almanya’nın kalabalık parlamenter gruplarının desteklerine ihtiyaçları var...

YANİ...

Türkiye’nin AB üyelik sürecinde, 2014 yılına kadar karar mercilerinde kalacak isimler, bir hayli tatsız...

Alman-Fransız ittifakının AB’nin geleceğine ağırlığını koyduğu, en önemli komisyonerlikten biri olarak kabul edilen “iç pazarlar” yöneticiliğinin Fransız Michel Barnier’e, “enerji”nin de Alman Guenter Oettinger’e verilmesinden belli oluyor.

Michel Barnier’in, Avrupa ile ayrı telden çalmayı pek seven Londra Borsası’nın gücünü kırmak amacıyla o koltuğa oturtulduğu daha şimdiden konuşuluyor. Guenter Oettinger ise Avrupa’nın enerji geleceğini Amerika ile stratejik ittifak ve petrol/doğalgaz bölgelerinde ortak mücadelede gören İngiltere’nin aksine, Rusya ile yakın ilişkilere önem veren bir isim olarak değerlendiriliyor.

YANİ...

NABUCCO başta, Rusya’ya alternatif arayışlara soğuk bakılan bir dönemin, dolayısıyla Türkiye’nin ana enerji stratejilerinin dışındaki gelişmelerin habercisi gibi... Kötümser olmak istemem ama... Brüksel’e dikkat!..

Ardan Zentürk, Star, 30.11.2009

01.12.2009


‘Hayali delil üretmek!..’

TanIdIk gelmiyor mu?Türkiye Kurban Bayramı telaşında iken Erzincan’da ilginç gelişmeler yaşandı. Aslında son bir yıldır bu şehirden tuhaf sinyaller geliyordu. Fakat ülke gündemi o kadar yoğun ki kimse ‘orada ne oluyor’ deme fırsatı bulamadı.

Ergenekon soruşturması kapsamında Erzincan İl Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevli istihbaratçı Binbaşı N. E. tutuklandı. Aynı birimde görevli bir üsteğmen ve bir başçavuş da tutuklanmıştı.

Basına yansıyan haberlere göre binbaşıya 5 ayrı suçlama var. Fakat suçlamalardan birinin üzerinde özellikle durmak lazım: Savcıların iddiasına göre binbaşı ve ekibi ‘Hayali delil ve istihbaratlarla 17 yere baskın ve 26 kişinin gözaltına alınmasına” neden oldu.

Erzincan Jandarması’na yöneltilen başka ağır ithamlar da var. Fakat ‘hayali delil ve istihbaratlar’ kısmı size bir yerden tanıdık gelmiyor mu?

Türkiye’nin aylardır gündemini işgal eden Albay Dursun Çiçek imzalı ‘irtica ile mücadele eylem planı’ndaki maddelerden birisi de buydu. Sahte delil ve uydurma istihbaratlarla masum insanları ‘silahlı terör örgütü’ kapsamına aldırıp askeri mahkemede yargılama hedefi vardı.

Yani Albay Çiçek serbest ama planı uygulamada şüphe uyandıracak bir tablo ile karşı karşıyayız. Hatırlatalım biz Ankara gündemiyle boğuşurken doğuda sağa sola bırakılmış el bombaları çıkıyordu.

Erzincan özelinde bir diğer ayrıntı da başsavcı ile ilgili. Başsavcı İlhan Cihaner’i soruşturan (18.06.2009-6/18 sayılı soruşturma) müfettişler hacimli bir rapora imza attı. Başsavcı bakanlıktan gizli soruşturma yapmış, yetkisi olmayan talimatlar vermiş, masum insanlar hakkında dinleme kararı alırken yasa dışı terör örgütü mensupları diyerek teknik takibe aldırmış. Sahte ihbar mektubu hazırlatıp onun üzerine jandarmaya şehirde operasyon yaptırmış vs.

Özetle... Erzincan’da tuhaf işler olmuş, olmaya devam ediyor. Plan deşifre olsa da birileri ısrarla uygulamaya çalışmış. İnsan merak ediyor tabi; bazılarının millete komplo kurmaktan vazgeçmesi için ne olmalı? Cuntacılar ve planları deşifre oluyor ama birileri ısrarla plana sadık kalıp sahte deliller ve belgeler üreterek masum insanlara komplo kurmaya devam ediyor!

Adem Yavuz Arslan, Bugün, 30.11.2009

01.12.2009


Faşizm zaten ‘çağdaş’ bir şeydir

Güzel kentimiz İzmir’in aslında “faşizmin kalesi” olduğu gerçeği, bir “taş” eylemiyle iyice faş oldu. Son günlerde bir dizi yazar da bu konuya el attı. Ancak kanımca bu yazarların bazıları hala püf noktayı ıskalıyor. Çünkü İzmir’in dillere destan “çağdaş” kimliği ile “faşist” yüzü arasında bir tezat olduğunu varsayıyor, “yahu bu ilerici kent nasıl böyle faşistleşiverdi” diye soruyorlar.

Oysa İzmir, zaten “çağdaş” olduğu için faşizme bu kadar yatkın. Arada tezat değil, paralellik var.

Anlatayım. Öncelikle “çağdaş”ın anlamını belirleyelim. Bu kavram, en azından Türkiye’de, “devrim öncesindeki ‘karanlık’ çağın dogmalarından tümüyle arınıp, bilimi ve Ulu Önder’i tek yol gösterici edinip, sonra homojen bir ulus yaratmak için çalışıp, en son da kendini ona armağan etme hali ” gibi bir anlam taşıyor. (İnanmazsanız, “Milli Eğitim” kitaplarına, “Andımız”a, Genelkurmay bildirilerine filan bakabilirsiniz.)

Bu “çağdaşlık” hali ise aslında bize özgü bir durum değil. Buna benzer bir zihniyet 1920’ler Almanyası’nda da gelişmişti. Zemini döşeyen düşünür, “Tanrı öldü!” diyen Nietzsche idi. Onun açtığı yolda gidenler, geleneksel dini terk edilmesi gereken bir karanlık (Nietzsche’nin deyimiyle “köle ahlakı”) sayan bir anlayışı yaydılar. Kadim değerler bu şekilde bir anda silinip atılınca, yerine “en hakiki mürşit” olarak bilim kondu ki, bu, o devirde “biyolojik ırkçılık” ve “ırksal arınma” (öjeni) gibi kavramlara denk geliyordu. Dahası, geleneksel dinin yokluğundan doğan “maneviyat boşluğu”, Lider (führer) Devlet (reich) ve Ulus (volk) gibi putlaştırılmış siyasi kavramlarla doldurdu.

Sonuçta Alman toplumu, Lider, Devlet ve Ulus uğruna her şeyini fedaya hazır ve bunların hasımlarına karşı her zulmü onaylar kıvama geldi. Geleneksel değerler kamusal hayatın tümüyle dışına itildiği için, resmi ideolojiye karşı güçlü bir “ referans kaynağı” kalmamıştı. Mesela Yahudiler toplama kamplarında çoluk-çocuk öldürülürken, “yazıktır, günahtır, masumlara kıyılamaz” diyecek bir kamusal vicdan bulunmuyordu.

NAZİLER'İN ÇAĞDAŞ YAŞAM BİÇİMİ

Nazizm’in yükselişi ile Alman toplumunun “çağdaşlaşması” arasındaki bu paralellik, pek çok sosyal bilimci tarafından incelenmiştir. Amerikalı Yahudi düşünür Leo Strauss, bu yüzden faşizme karşı en büyük güvencenin geleneksel din olduğunu düşünmüş, kendisi bir ateist olmasına karşın “ toplumsal yaşamda dinin etkisini” ısrarla savunmuştu.

Bu arada, unutmadan, Naziler’in “yaşam biçiminin” de alabildiğine “çağdaş” olduğunu belirteyim. Bütün Nazi subayları, Wagner dinlemeyi, iyi şarap seçmeyi, balolarda dans etmeyi, ve Onur Öymen’in kriteriyle “bir kadını dansa kaldırmayı” iyi bilen adamlardı. Yahudiler’e duydukları nefretin bir sebebi de, onları “Aryan ırkının güzelliğine yakışmayan, sakallı, takkeli, kara-kuru, pis yaratıklar” gibi görmeleriydi. 1940 tarihli Nazi propaganda filmi Der Ewige Jude, Yahudileri bu “estetik” açıdan kötülüyor, onların dini kurallara (“koşer” kaidelerine) göre gerçekleştirdikleri hayvan kesimlerini de “barbarlık” olarak niteliyordu.

Türkiye’nin şansı şu ki, faşizmin zemini olan bu “çağdaşlık”, tüm topluma nüfuz edemedi, geleneksel dini söküp atamadı. Onun için de “kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi” olma gibi değerlere sahip siyasi hareketler geniş taban buldu ve bulmaya devam ediyor.

Eğer böyle olmasaydı da, tüm meclis Onur Öymen, tüm memleket İzmir gibi olsaydı, halimiz nice olurdu, bir düşünsenize. Kimbilir daha ne çok ana ağlardı...

Mustafa Akyol, Star, 30.11.2009

01.12.2009


Türkiye, hayırlı bir dönemden geçiyor

HayatIn temelinde her şeyin göreli olduğu gerçeği yatar. “Her şeyde bir hayır var” derken bunu kastederiz. Kültürümüzün bir gereği olarak bunu daha çok “kaderci” bir açıdan söyleriz. Bu da belli bir olumsuzluğa işaret eder. Fakat gelişmelere nesnel ve olumlu bir açıdan bakmak da mümkün.

1930’ların Avrupası, insanlık tarihinde o ana kadar görülmemiş bir vahşetin yaşandığı 1940’lardaki gelişmelere yol açmasaydı, bugünün birleşik Avrupası acaba insan hakları ve demokrasi açısından eriştiği ortak düzeyi yakalayabilir miydi?

Sonuçta, Voltaire’lerin, Schiller’lerin, Goethe’lerin, Rousseau’ların veya Erasmus’ların kıtası olması Avrupalıların 70 yıl önce sergiledikleri barbarlığı engelleyemedi. Demek ki bazı şeylerin anlaşılması için bazı şeylerin yaşanması gerekiyor.

BİLDİK PARADİGMANIN İFLÂSI

Türkiye’de gelinen noktanın da bu olduğuna inanıyoruz. Burada Avrupa’nın barbarlığı ile bir kıyaslama da yapmıyoruz. Kendi gerçeklerimizin kapsamında konuşuyoruz.

AKP’nin, alışılmış kalıpları yıkarak, demokratik yoldan iktidara oturması, askerin siyasete müdahale çabalarının yol açtığı olumsuzluklar, Ergenekon davası, Alevi açılımı, Kürt açılımı vs. derken, Türkler bugüne kadar ısrarla inkâr edilen gerçeklerle yüzleşmeye başladılar.

İster laik ister dinci olsunlar, tutucu kesimler için bundan daha olumsuz bir gelişme olamaz tabii ki. Sonuçta alışılmış paradigmaların iflası kolay hazmedilecek bir şey değildir. “Yandık, yıkıldık, bölündük, çarpılacağız” söylemi de bundan kaynaklanıyor.

Değişime karşı kesimlerden yansıyan “ülke kötü gelişmelere gebe” açıklamaları ise, sanki bir tespitten çok bir temenniyi içeriyor. Sonuçta, “benim olmayacaksa ölsün” düşüncesine yabancı bir ülke değiliz.

DÜŞÜNCE KALIPLARI KIRILIYOR

Fakat kendilerini demokrasi ve insan hakları açısından gelişmiş bir ülkenin vatandaşı olarak görmek isteyenler için Türkiye aslında hayırlı bir dönemden geçiyor. Nedeni ise malum. Kemikleşmiş fakat çağdışı kalmış düşünce kalıplarının kırılmaya başladığı noktadayız.

Bunun elbette ki sancılı boyutları var. Fransız devrimi aslında son derece barbarca bir olaydı. Ancak modern dünyanın temelini kuran da bu devrimdi. Türkiye ise bu değişimi barışçıl yoldan yakalayabilecek bir konumdadır.

Son yıllarda yaşananların bize öğrettiklerine bakarsak ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Bu gelişmelerle gelen “öğrenme eğrisi” şunları ortaya çıkarmıştır:

1- Demokrasi çoğunluğun “tahakkümü”ne dayanan rejim değil, azınlığın haklarının korunduğu rejimdir.

2- Askerin siyasete bulaşması demokrasilere zarar getiriyor.

3- Yasalar tek başına adaleti temsil etmiyor. Gerçek adalet ise herkes için gereklidir.

4- En ağır suçlarla itham edilenlerin dahi hakları vardır.

5- Kim olursanız olun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne siz de bir gün ihtiyaç duyabilirsiniz.

6- İnsanların anadillerini kullanmalarını engellemek adaletsizliktir.

7- Başkalarının telefonlarını dinlemek ayıptır.

8- Polis şiddeti, halka karşı işlenen bir cürümdür ve toplumsal bir patolojidir.

9- “Faşist” veya “ırkçı” olarak damgalanmak rahatsız edicidir.

10- Dersim veya Darfur gibi yaşanmış olan insanlık dışı gelişmelere arka çıkmak, milliyetçiliğin ve “mücahit dayanışmasının” patolojik boyutudur.

11- Kadına karşı şiddet ve töre cinayetleri ilkel barbarlığın doruğudur.

Türkiye’de herkesin bu listede sıraladığımız ölçülerle sınandığı bir dönemden geçiyoruz. Böylece, “durdurulamaz gelişmelerin terbiye edici etkisini” yaşıyoruz.

Ortaya çıkan yeni anlayış kalıpları, çıkarı olan belli bir kesim için olumsuz olabilir. Fakat halkın ağırlıklı kesimi için bunların hayırlı gelişmeler olduğuna inanıyoruz.

Semih İdiz, Milliyet, 30.11.2009

01.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl