11 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Gazalî’den Bediüzzaman’a

HAYATA aktarılamayan, hayata hayat katamayan, hayatiyet kazandıramayan bir düşüncenin kıymeti harbiyesi yoktur. En derinlikli düşünce, hayattan kopuk olan düşünce değildir; aksine, hayatı, hayatta yaşanan temel sorunları, sıkıntıları, açmazları en derinden kavrayan düşüncedir.

Büyük düşünürleri “büyük” kılan şey, hayatı, hayatta karşılaşılan sorunları başkalarından daha derinlikli, daha sarsıcı, daha çarpıcı, daha kuşatıcı bir şekilde kavrayabilmeleri ve insanların ayaklarını sağlam bir şekilde basabilecekleri muhkem bir yer bulabilmeleri ve sunabilmeleridir.

Muhkem yer, ancak ilim, irfan ve hikmet menzillerinden eşzamanlı ve ardışık olarak yürünebildiği zaman ulaşılabilecek bir yerdir. Bütün medeniyetlerdeki “bilim”, “düşünce” ve “sanat” düzlemlerine denk gelen ilim, irfan ve hikmet menzilleri, birbirinden ayrıldığı zaman, hem her biri mutlaklaştırılma, dolayısıyla araçsallaştırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır; hem de hakikati, hayatın zahirî / görünür ve batınî / görünmez yönlerini bir bütün olarak idrak edebilme, kavrayabilme, tecrübe edebilme imkânları suya düşer.

İlim, irfan, hikmet menzilleri, medeniyetlerin varoluş ve hakikat yolculuklarında ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakk’al-yakîn tecrübelerine hayat ve hayatiyet kazandıran müşterek hakîkat yolculuğunun farklı veçheleridir: İlme’l-yakîn, hakikat’e hayat buldurtur; ayne’lyakîn hakîkat’i hayat oldurtur, hayat katına yükseltir; hakk’al-yakîn ise, hakîkat’in herkese ve her şeye hayat sunmasını sağlar.

Bu üç menzil’de ardışık ve eşzamanlı olarak yürüyebilen kişiler, çağlarını ve çağlarının ağlarını aşabilen, bütün çağların çocuğu olabilen, bütün çağları kendi çocukları kılabilen, böylelikle çağrılarını çağlayana dönüştürebilen ve insanı, ilâhî çağrı’yla buluşturabilen muhkem bir yer’e iskân ederler ve oradan tenzîlî âyeti tekvînî âyetle hayata geçirerek hayata ve varlığa muhteşem bir ruh üflerler.

Bu üç menzilde aynı anda eşzamanlı ve ardışık olarak yolculuk yapabilen kişiler, peygamberî soluğu solurlar ve Hz. Peygamber’de kemâl noktasına ulaşan tekvînî âyetin âlim, ârif ve hakîm kişilikleriyle donanarak, şiarların şuura, şuurun şiire dönüştüğü taptaze bir varoluş düzlemi sunarlar insanlığa.

İşte İmam Gazalî, bu üç menzilde de yürümeyi başarabilmiş, Müslümanlara, ayaklarını emin bir şekilde basabilecekleri,—hangi dinden, inançtan, felsefeden olursa olsun—herkesin kendini emniyette hissedebileceği muhkem bir yer sunabilmiş kurucu, öncü, öncülerin öncüsü büyük bir düşünürdür.

Gazali’nin üç menzilde yaptığı nefes kesici hakikat ve varoluş yolculuğu, özgün İslâm düşüncesinin kurulmasına öncülük etmiştir: Gazali, -Razî ile birlikte-, İslâm düşüncesinin, sözkonusu üç menzilde de, antik Yunan, Hint, İran, Mısır ve Mezopotamya gelenekleri tarafından handiyse yutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir “tutulma” yaşadığı, oraya buraya savrulma, akidevî temellerini bile yitirme açmazına sürüklendiği kaotik türbülans ortamında, hem İslâm düşüncesini, karşılaştığı bütün düşünce geleneklerinin yok edici etkilerinden arındıracak ve kurtaracak; hem -ulaştığı o muhkem yer’den bakarak- bütün bu düşünce geleneklerinden yararlanacak; hem de daha sonraki dönemde İslâm medeniyetinin yaşadığı büyük krizi akîdevî, zihnî, siyasî ve sosyal düzlemlerde aşarak Osmanlı’yla birlikte büyük bir medeniyet sıçramasına imkân tanıyacak büyük varoluş ve hakikat yolculuğunun temellerini atmış, yapı taşlarını sarsılmaz bir şekilde döşemiş çığır açıcı bir düşünürdür.

Gazalî-Razî geleneğinin geliştirdiği bu yaratıcı hamle ve atılım olmasaydı, İslâm medeniyeti, hem yaşadığı akîdevî, zihnî krizi aşamayabilir; hem de böylelikle Haçlıları püskürtecek, Moğol saldırılarının yıkımlarını onaracak Osmanlı’nın öncük ettiği büyük medeniyet meydan okumasını gerçekleştiremeyebilirdi.

Gazali’nin İslâm düşüncesini bitirdiği iddiası, Müslümanların medeniyet krizi yaşadıkları, o muhkem yer’i yitirdikleri, yere düştükleri, yersiz yurtsuzlaştıkları bir zaman diliminde, Müslümanların karşı karşıya kaldıkları bu yok edici medeniyet krizini nasıl aşabilecekleri gerçeğinin üzerini örtmek, Müslümanların bu muhkem yer’i yeniden keşfetmelerini imkânsızlaştırmak için ortaya atılmış hedef saptırmaya dönük, hiçbir gerçekliği olmayan tastamam sahte bir iddiadır.

Müslümanların, kendilerine yeniden muhkem bir yer sunabilecek yeni Gazali’lere ihtiyacı var... Bediüzzaman, işte bu “yeni Gazali” figürünün en önemli timsali ve temsilcisidir... O yüzden neyi yitirdiğimizi iyi düşünerek, Bediüzzaman’ı, sözkonusu üç menzilde de ardışık ve eşzamanlı olarak yürüyebilmiş medeniyet kurucu, öncü bir figür olarak yeniden keşfetmek zorundayız...

Yusuf Kaplan Yeni Şafak, 10.5.2010

11.05.2010


Yüksek gerilim

ÜLKEDE tansiyon giderek tırmanıyor. Bu yüksek gerilimin bir toplumsal düzlemi var, şiddet aracılığıyla yayılıyor. Öldürme ve yaralama vakaları artarken tecavüz olayları birkaç yaşındaki çocuklara kadar iniyor. Biz bu uğursuz gidişi “asacaksın birkaçını” basmakalıbının dışında nasıl durduracağımızı bilmiyoruz.

Gerilimin diğer düzlemi de siyaset; tarafları siyasal partiler. Her ne kadar Siyasi Partiler Kanunu (4. Madde) “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” dese de demokrasimizin en antidemokratik öğelerinden biri partilerimizdir.

Parti başkanı delegeleri seçer, onlar da kendilerini seçen kişiyi. Parti başkanı, adına “milletvekili” denen ama aslında milletin çok azını tanıdığı insanlardan oluşan bir liste yapar ve seçimlerde seçmen belirli bir partiye oy verdiği anda o partinin başkanının listesini oylamış demektir. Bu bir seçimden çok siyasal eğilim belirtisidir. Seçilenlerin değil seçtirenlerin gücünün ve etkinliğinin tescil edildiği bu sürecin sonunda oluşan parlamento çoğunluğu bir partiye geçerse, o parti başkanı hükümeti kurar ve ülkenin kaderine büyük ölçüde egemen olur.

Bu durumu besleyen unsurlardan biri de Seçim Kanunu ve % 10 barajıdır. Ama bu yüksek barajı aşan partilerden hiçbiri, siyasal katılmanın tabana yayılmasından, “temsilde adalet"ten, barajı geçemeyen partilerin oylarının geçenlere verilmesi adaletsizliğinden söz etmez. O halde konu demokrasi değil, iktidar meselesidir. İleri sürdükleri “istikrarsızlık olur” gerekçesi doğru olsaydı bugün parlamento da toplum da daha istikrarlı olurdu.

Dolayısıyla, partiler ve seçim yasalarının en kısa sürede değişmesi -ki bunun için Anayasa değişikliğine de ihtiyaç yoktur-partilerimizin samimiyet ve demokrasi sınavı olacaktır. Çünkü eğer farklı siyasal tercihler en üst karar organına yansırsa bir türlü sağlanamayan mutabakat sağlanabilir. Toplumdaki çoğulluk eğer parlamentoya yansırsa, mutlak çoğunlukların ve mutlakiyetçi dayatmaların

olması önlenebilir. O nedenle işe buradan başlamak gerekir.

İkinci çıkış noktası da kendilerini “kurucu irade”nin yerine koyan veya devamı olarak gören güç ve kurumların, konumlarını yasama organından da yürütme organından da üstün görerek parlamentoyu karar veremez ve hükümeti yönetemez duruma getirmeleridir. Bu duruma nasıl geldik?

Demokrat Parti’yi (DP) deviren askeri kadrolar ve onların sivil destekçileri, halka olan güvensizliklerini (DP’yi seçmişlerdi ya!) parlamentoyu ve onun içinden çıkacak hükümeti hacir altına alarak gösterdiler. Yeni oluşturulan Milli Güvenlik Kurumu, Senato, Anayasa Mahkemesi yanında mesleki statüsüne eklenen maddelerle siyasal (rejimi korumak gibi) görev yüklenen Silahlı Kuvvetler birer vesayet kurumu olarak çalışmaya başladılar.

Yanlış anlaşılmasın; Senato ve Anayasa Mahkemesi’nin varlığı sakıncalı değildir. Tam tersine,

birincisi eğer vilayetleri temsil edecek bir yerindenlik temsili sağlayabilecek veya Temsilciler Meclisi’nin kararlarını süzgeçten geçirecek bir “akil insanlar” rolü oynayabilecekse fevkalade yararlıdır. Cumhuriyet Senatosu’nun 20 yıllık kariyeri incelendiğinde bu rolü oynadığı görülür. Ama 1980 darbecileri, seçilmişlerin organı olarak onu bile fazla görmüşlerdir.

Anayasa Mahkemesi veya Yüksek Mahkeme, her Anayasal demokraside olması gereken bir kurumdur. Yürütme ve yasama organlarının keyfi (Anayasa’ya aykırı) davranışlarını ve yasa yapımı çabalarını önler. Ama “asli kurucu unsur”, “tali kurucu unsur” diye uyduruk ayrımlar yaparak darbecilerin koyduğu kuralları, seçilmiş meclislerin yasalarına tercih edemez. İşte o zaman kendi Anayasal meşruiyetini kendisi çiğnemiş olur.

Bugünkü kavganın nedeni de bu değil midir? Her ikisi de otoriter eğilimde olan ve demokratik meşruiyetten çok yasal meşruiyete yaslanmak isteyen güçlerin mücadelesine şahit oluyoruz. Buradan demokrasi çıkar mı? Şimdi değil ama bir gün mutlaka.

Doğu Ergil, Habertürk, 10.5.2010

11.05.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım