22 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Mazhar Osman’dan ibretli bir hamiyet-i milliye dersi

Hamiyet-i milliye; milletin hak ve hukukunu koruma konusunda gösterilen gayret ve titizlik, millî fedakârlık demektir. Bunun Türk milletinde tezahürü ise İslâmiyetle imtizaç etmiş şekilde hayatın her alanında uygulanmış fazilet örnekleridir. Abbasiler döneminde İslâmiyeti kabul eden Türkler’in bin yıl boyunca Kur’ân’ın bayraktarlığını yapıp İslâma ve Kur’ân’a özellikle maddî cihad yoluyla hizmet ettiğine ve milliyetlerini kal’a yaptıklarına1 bütün tarih şahittir.

1055 yılında Abbasi Halifesi, Kaim bi Emrillah’ın İslâma yaptığı hizmetlerden ötürü Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’i Bağdat’a dâvet edip, ona “Doğunun ve Batının Hükümdarı” ünvanını vermesi bu gerçeğin siyaseten de kabulünü gösteren bir nişanedir. Artık bundan sonra Malazgirt deyin, Haçlılarla, Moğollarla savaşlar deyin, Niğbolu, Kosova veya Varna deyin, hiçbirşey demeseniz de İstanbul’un fethi deyin, yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesi"nin binlercesinin örneklerini görmek mümkündür.

İşte bu din gayreti, salâbet-i diniye denilen “dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet”le birleşince hakiki tesanüd, uhuvvet ve muhabbete dayalı şefkat medeniyetinin doğmasını netice vermiştir ki; yine sayısız fazilet örneklerini tazammun eder. Biz bunlardan sadece birini; bir Batılının “yalnız insanı değil, kedileri de bahtiyar şehir” dediği, “İstanbul’un Müslüman mahallesine ait olanla gayrı Müslim mahallesinde olanını bir bakışta anlayabilirsiniz. Zira Türkler hayvanlara karşı iyi davranır, Rum ve Ermeni mahallesinde olanlar ise bunların zayıf olan her şeye alçakçasına zalim davranmaları yüzünden hayvancıklar daha insan yüzü görür görmez selâmeti kaçmakta bulur”2 dediği uç bir örneği verelim de gerisini siz mukayese edin...

Yirmi Dokuzuncu Mektub, Altıncı Kısım’da bu konunun izahı yapılır ki, bizim anladığımız şekliyle; bu millete ait sayılan bütün güzellikler, onların ırklarına değil, dinlerine ait güzelliklerdir ve İslâma ne kadar temessük edilmişse maddî ve manevî terakki de o cihette gelişmiştir. O halde “bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı, bu asırda yaşamak taassubu bırakmakla olur, Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakkî etti“ denilip, milliyetçilik ve Türkçülük perdesi altında onu İslâmî değerlerden soyutlanmış, mâneviyâttan sarf-ı nazar edilmiş bir anlayışla idare etmek, gafleti ziyadeleştiren, menhiyata teşci eden, nursuz, sırf maddî felsefi düsturları medeniyet-i terbiye adı altında yerleştirmeye çalışarak bu milletin hem dünyalarını, hem de ahiretlerini mahvedecek kanunları yürürlüğe sokmak ve bütün bunları da suret-i haktan gösterircesine “milletin menfaati için yapıyoruz” demek hamiyet değil, ancak hamiyetfüruşluktur. (Hamiyet sahibi gibi görünmek, iddia etmek.) Ve dinden uzak bir terbiye, bu milletin gencine de, yaşlısına da, hastasına da, çocuğuna da, ehl-i takvasına da kısaca her bir kesimine zarardır, tahribattır.

İşte bu milletin hastalarına, Hastalar Risâlesi’ni, ihtiyarlarına İhtiyarlar Risâlesi’ni, gençlerine Gençlik Rehberi’ni, hanımlarına Hanımlar Rehberi’ni hediye eden ve bütün imanî bahisleriyle bu vatan evlâtlarının iki cihan saadetlerini netice verecek eserlerin müellifi gibi bir hamiyetperverin gayretlerinin bu zihniyete sahip olanlarca neden engellenmeye çalışıldığını da bu ders üzerinden daha net bir biçimde anlıyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri; “İkinci kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musîbetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerin intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musîbetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?” (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, s. 409) diye sesleniyor…

Fakat Cenâb-ı Hak böyle dehşetli bir dönemin çorak zemininde bile Mazhar Osman gibi hamiyetli doktorları bu hastaların imdadına koşturuyor. O, değerlerin böylesine tersyüz edildiği bir devirde büyük bir azimle şefkat ve merhametle, hiç yılmadan çalışmakla, Türkiye’de ‘çağdaş psikiyatri’nin kurucusu oluyor; ama halkın gönlünde yer eden sevgisi onu başka şekilde tanımlıyor: ”Türkiye’nin en sevilen deli doktoru.” Halbuki o ısrarla “Delilik bir hastalıktır, zatürre gibi, sarılık gibi, apandisit gibi” dese de, “Deli bir hastadır, toplum dışı kalmamalı” bilincini yerleştirmeye çalışsa da halk onu böyle anmaya devam ediyor.

Konferanslarına Maviş adı verdikleri Berlier marka kamyondan bozma bir otobüse bindirdiği hastalarıyla giden Mazhar Hocanın akıcı konuşması ve nüktedanlığı devrin kalburüstü gazeteci ve yazarlarının da ilgi odağıdır. Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Hüseyin Rahmi bu konferansların müdavimidir ve her zaman sadece salon değil, koridorlar bile tıklım tıklım doludur.

Ömrünü akıl hastalıklarının tedavisine adamış bu bilge insanın büyüklüğü, tarihten bildikleriyle şimdi gördükleri arasındaki uçuruma tahammülsüzlüğü ve eskinin insanı ihyâ ve imar eden anlayışının yeniden tesisi için çaba sarf etmesinden gelir. Avrupa’da eğitim gördükten sonra geldiği vatanında ilk görev yeri Toptaşı Bimarhanesi baştabibliğidir. 1920, mütareke ve işgal yıllarıdır. Savaşların getirdiği sefalette burası zaten kendi kaderine terk edilmiştir, bir mezbeleliktir, hastaların hâli ise içler acısıdır. Genç doktor hasta diye üçyüz kadar canlı cenaze teslim aldığı ve gördüğü perişanlık karşısında gözyaşlarını tutamadığı halde yılgınlık göstermez, tanıdığı hamiyetli Türk tacirlerinden, zenginlerden yardım ister, bankalara kendi şahsını kefil göstererek yiyecek temin eder, kalıpsız fesli hastabakıcıları modern kıyafete sokar ve on gün sonra ecnebi doktorları dâvet eder. İmkânsızlıklara rağmen bu kısa sürede yapılan değişiklikler karşısında hepsi hayrete düşer.

Fakat o, akıl ve ruh hastalarının daha insânî şartlarda tedavi göreceği bir yer ister, çünkü tarihimiz bu hastalıkların su sesi, musikî ve çiçek varyasyonları ile tedavi görüp, ipek çarşafların içinde yatırıldığı, 20 hastaya 150 görevli düşen hepsi de vakıf kuruluşu olan şifahane ve Bimarhane örnekleriyle doludur. İşte Mazhar Osman da bu seviyeye ulaşmak amacıyla bugün Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ismiyle hizmet veren binanın 1100 dönümlük arazisini alır, yıl 1927’dir. Buranın modern bir hastane hâline gelmesi için canını dişine takan hoca, ecdadının tedavi yöntemlerine bir yenisini ekler: "Meşguliyetle tedavi.” Hastanenin arazisinde ve binaların tamir ve tadilâtında hep hastaları çalıştırır, istihdam eder, elinden bastonunu alan, muşambaları silen, mutfakta kabak soyan, dolma yapan hep hastadır.

O, dinin ruh sağlığı üzerinde tesirinin pek esaslı olduğu inancına sahiptir ve şöyle der: “Mutedil, salih bir itikade malik dindar her şahıs sinirlerini metin bir zırhla muhafaza etmektedir. Din terbiyesi insanı birçok fenalıklardan, cinnet tevlit edecek, sebeplerden korur… Gayretperestliği teşvik eyler, kalpte fazla kin ve adavet yaşamasına müsaade etmez, düşmanına karşı bile af ve merhamet telkin eder… (ilâahir)” gibi dinin insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerini dikkat–i nazarlara sunduğu gibi uygulamada da birçok hastasını “Bu hastalar bizlik değil” diyerek okuması için ağzı duâlı gönül doktorlarından Murtaza Efendi’ye gönderir. İşte insanların düçar olduğu birçok manevî sıkıntıdan arınmak için koştuğu dergâhlarda kuvve-i maneviye kazanıp hayra yönlendirilmeleri yolunun kapanması, böyle hastalıkların da artmasını netice verecektir ve Mazhar Osman da bu görüştedir. Bir vesile görüştüğü devrin başbakanı İsmet İnönü’ye şöyle bir teklifte bulunur: "Paşam! Bizim hastanelerde yer kalmadı! Çok hasta var! Bunların çoğunluğu bizim hastamız da değiller! Eskiden tekkeler vardı, şeyhler vardı. Onlar bunları nefes eder iyileştirirlerdi. Siz tekkeleri kapattınız, hastaları çoğalttınız. Şunu yapın hiç olmazsa: Dergâhları kapatılan bu şeyh efendileri imtihan ederek, onlardan birer, ikişer, üçer kişi verseniz hastanelerimize, hastanede yatan hastaların dörtte üçü iyileşir çıkar!”

İşte gerçek hamiyet-i milliye budur, böyle olur. Bu sözleri dinleyen İsmet İnönü ise, “Ne bunu sen söylemiş ol, ne de biz bunu duymuş olalım!” diyerek meseleyi kesip atar. Eh buna da, milletin menfaatine olana kulak tıkayıp, olmayanı yapmakta diretildiğine apaçık bir örnek olduğu için, dense dense ancak hamiyetfüruşluk denir…

Dipnotlar:

1- Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî. 2- Örneklerle İslâm Ahlâkı, Doç. Dr. M. Yaşar Kandemir –Claude Farrere’in “Kedi Hikâyesi” adlı yazısından alıntıyla. 3- Tarihin Meçhul Tanıkları, İbrahim Refik, Sıradışı Bir Deli Doktoru Mazhar Osman maddesinden aynen aktarılmıştır.

ZEYNEP ÇAKIR [email protected]

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ben neredeyim?

Bazen amaçladığın hiç amaçlanmamışçasına gerçekleşir. Ve bazen bir kitabı yarı yerde bırakacak kadar ilham gelir. O ilham ki; ya sebebidir yeni bir kitabın ya da neticesi.

Ortası yoktur, başlangıcın ve sonunun iki yana hoyratçasına uzayan doğrunun.

Ama bulunur aciz insan, görünüşte o doğrunun ortasında. Görünüşte ortadayken, aslında hep sağa sola doğru uzayan doğrunun herhangi bir noktasında gezinir.

Gezintinin sebebi; “şimdi”den kaçmak ve “geleceğe” ve “geçmişe” uçmakken, neticesi; bitmeyecek gezintinin habercisi.

Aslında, (“aslında”nın da altında yatan da), gezintinin altında yatan da arayıştır. Ararsın ya kaybettiğini, ya da hiç tanımadığını ve daha ötesi; bilmediğin lezzeti bulmak için.

Ya da farkına varmazsın, çünkü lezzet denizinde yüzen, lezzetin farkına varmaz. Ve zamanla lezzet, lezzet olmaktan uzaklaşır. Lezzete alışılır, alışılmalı ki arzulansın yeni lezzetler.

Ararsın kaybettiğini ya da farklı olanı, bilmediğin, hiç tatmadığın bir şeyi. Gezersin “şimdi” gemisindeyken geçmişi ve geleceği.

Dümen sendeyken geleceğe sürekli yol alırsın, çünkü rota öyledir. Değiştiremezsin. Ama konaklarsın geçmişte. Ve ulaşacaksındır bir gün geleceğin konaklama servisine. Ama ulaştığını sandığın gelecek artık “şimdi” olmuştur. Adından sıkılmış ve istese de istemese de yeni adı “şimdiyi” kabullenmiştir. Ne garip ki, bu değişim bir iki saniye sürmez ve “geçmişe” inkılâp eder. Artık gelecek geçmiştir.

Peki, ortasını bilmediğim doğruda neredeyim? Geçmişte mi? Gelecekte mi? Şimdide mi? Ya da hepsinin aynı olduğu ve hiçbirinin aynı anda aynı olmadıkları yerde miyim?

Arayışın neticesinde tam buldum derken kaybetmelerim. Kaybettiklerimin gittiği yer nerede?

Her hâlde benim de, geçmişin de, geleceğin de, şimdinin de ve hepimizin de Hâlıkı olan Cenâb-ı Hâkk’ın izninde. Zira O'nu bulan her şeyi bulur. Kaybettiklerini de, arayışlarını da, sebebi ve neticeyi de, her şeyi, ama her şeyi bulur.

HAVVA YILDIRIM

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

BİR BAKMAK, ÇOK GÖRMEK

İnsan, meselâ bir paraya baktığında, gözü onun kâğıdını, aklı onun değerini, duyguları da o değerle nelere ulaşabileceğini görür. Ya da bir san'at eserine baktığında, gözü maddesini, aklı diğer san'at eserleri arasındaki yerini, duyguları ise o eserin mesajlarını alır.

En küçük bir parçasının bile değerini parayla ölçemeyeceğimiz, taşıdıkları harika san'atlarıyla seyrettiğimiz bu âleme baktığımızda da sadece maddesini görmemeliyiz. Bu kadar güzelliklerin yaratılması, bize de akıl ve duyguların verilmesi boşuna olabilir mi?

Suad Ünsal

ÜŞÜYORUM

Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır

Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum

Gözlerim parke parke taş duvarlarda

Açılıyor hayal pencerelerim

Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak

Güvercinler ülkesinde dolaşıyor

Bir çeşme başı arıyorum

Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp

Mis gibi nane kokuları arasında

Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey

Güne gülümserken papatyalar

Duâlar gibi yükselir ümitlerim

Güneşle kol kola kırlarda koşarak

Siz peygamber çiçekleri toplarken

Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde

Ben sonsuzluğu düşünüyorum

Ey sonsuzluğun Sahibi,

sana ulaşmak istiyorum

Durun kapanmayın pencerelerim

Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum…

Muhsin Yazıcıoğlu

NASİHAT İSTERSEN...

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.

Bediüzzaman, Mektubat, 263

ALLAH’IN SEVMEMESİ

Takva kulun Rabbiyle arasındaki sevgiyi yıpratmaktan korkusudur. O yakacak diye değil, sevmeyecek diye korkmaktır. Çünkü yanmanın en büyüğü onun sevmemesidir.

FİTNE YAYGINLAŞTIĞINDA

Birgün Peygamber Efendimiz (asm), bütün bir toplumu saracak olan fitne ve kargaşadan söz etti.

İnsanların birbirini, gözünü kırpmadan öldüreceği o korkunç zamanda:

- Öldürücü âletleri kırıp atmayı,

- Evlere kapanmayı,

- Kendisini öldürmeye kalkışan Müslüman kardeşine: “Beni öldürmek için elini bana uzatsan bile, seni öldürmek için elimi kaldırmayacağım; çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyen Hâbil gibi olmayı tavsiye etti.

Tirmizî, Fiten 33

HZ. ÖMER'İN ŞÜKRÜ

Birgün Halife Hz. Ömer (ra) sorar:

“Ben Allah yolundan ayrılsam ne yaparsınız?”

İçlerinden birisi çıkar ve:

‘Seni kılıçlarımızla doğrulturuz

ya Ömer!’ der.

Bu nasıl bir cesarettir ki bir büyük halifeye bu sözleri söylettirebiliyor? Hz. Ömer (ra) buna ne diyor acaba? Kızıyor mu? Hayır. Bilâkis memnun oluyor ve:

“Allah’a şükürler olsun ki doğru yoldan saptığımız zaman bizi kılıçlarıyla düzeltecek olanlar var” diyor.

İKİ ŞEHİR

Aslında her şehir kabristanlarıyla birlikte iki şehir sayılırdı. İstanbul, yanı başında kendi macerasını tamamlayan bu ikinci şehir tarafından daima eksiltilmekte, belki ona dünyalı olduğunu, fani olduğunu söyleyip durmaktaydı. İç içe geçmiş, birbirine karışmış iki ırmak gibi hayatlar akıyordu bu iki şehirde. Birinin akışı diğerine doğru, onu besleyip durmaktaydı. İnsanlar farkında olsa da, olmasa da bu iki şehir arasında her gün sessiz gidişler veya tantanalı geçişler oluyordu. Öylesine yakın, öylesine iç içe iki şehir. Ama onca iç içelik içinde tarifsiz bir uzaklık vardır aralarında. Ölümle hayatın yakınlığı, ölümle hayatın uzaklığı kadar...

İskender Pala, Katre-i Matem, s. 127

KİM ZENGİN, KİM FAKİR?

Allah zengindir, siz ise fakirsiniz.

Muhammed Sûresi, 38

TEVBE TADI

Ey nefis! Ne zamana kadar günahlardan zevk alacaksın? Tevbe tatsız değildir; onu da tat!

Babür

FELÂKET NEDİR?

Ölmek felâket değildir, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemek felâkettir.

İmam-ı Rabbani

İLİM YOLU

Bizim yolumuz irfan yoludur. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.

Hacı Bektaş Veli

İNANÇ

İnancın büyük olsun, ama inancınla büyüklük taslama!

Şems-i Tebrizî

BU DÜNYAYA NİYE GELDİK?

Yunus, sen bu dünyaya niye geldin?!

Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin…

Yunus Emre

GÖNÜLDAŞ

Gönüldaşından ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

Mevlânâ

DÜNYA HAYATI VE DENİZ SUYU

Maddî hayata meyledenler için hayat, deniz suyu içmeye benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler…

Muhyiddin Arâbi

İYİ ADAM OLMAK

Büyük bir adam olmak, “iyi bir adam olmaktan” kolaydır.

Abdulkadir Geylâni

OKUMAK

Her okur, okurken kendisini okur.

Marcel Proust

VAKİT

Her şeye gözünü kulağını veren, gözünü kulağını kaybetmez, fakat bir daha kavuşmamak üzere vaktini yitirir.

DÜNDEN YARINA

Dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır.

Halil Cibran

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Gençler adam yerine konulmak istiyor

Bir lisemizde ‘Pozitif Gençlik’ programımızı sürdürürken, gençlerden birisi, sesini zor duyurarak bir şeyler söylemeye çalışıyor. Ortam kalabalık olunca, ben de biraz ona doğru yaklaşıp, ne mesaj vermeye çalışıyor anlamak istiyorum.

Genç, yaşadıklarından etkilenmiş olmanın yüz hatlarına vurduğu bir halet içerisinde; ‘Hocam, bizi evimizde kimse adam yerine koymuyor. Görüş ve düşüncemiz önemsenmiyor. Bizi ciddiye almıyorlar. Hatta zaman zaman hayat çok ağırlaşıyor. Pek çok arkadaşım da benim gibi. Bu konuda ne yapabiliriz?’ diyor.

Şen-şakrak program sürerken, gencin üç dört cümlesi adeta yüzümüze atılmış birer tokat gibi oldu. Bir de böyle bir soruyu daha özelde sorsa belki rahatlayacağız. Ama uluorta yüz-yüz elli öğrencinin huzurunda sorunca, şaşırıp kaldık. Oturumda müdür ve öğrencilerin aralarına oturmuş öğretmenler de vardı.

Cümlelerimizin birden renk değiştirdiğini, şekil değiştirdiğini, tedirginleştiğini söyleyebilirim. Ama bu durumun böyle sürmemesi için de bir şeyler yapmak gerektiğini biliyorum. Yani eğitimci bir aktör gibi olmalıdır. Şartlar, durum, ortam neyi gerektiriyorsa, ona uygun bir adım atmaktan hiç mi hiç çekinmemelidir. Bu yapılacak şey, başkaları tarafından yanlış değerlendirilebilecek olsa bile. Yani yerinde atılması gereken adım, bir hekimin neştere karar vermesi gibi bir şeydir. Sevimsizdir, ama başkaca çare yoktur.

Ben de tam böyle bir zor vasatta, kendimi toparlayıp, ses tonumu arttırarak, mimiklerimi konuşulan konuya uygun kullanarak –ama bu durum çok da öyle tasarlayarak değil, biraz da ortama uygun gelişiyor- “Gençler! Evinizde anne babanın, abla, ağabeyin sizi adam yerine koymasını istiyor musunuz?” diye vurgulu bir şekilde seslendim.

Öğrenciler hep bir ağızdan, “Eveeeeeet” diye karşılık verdiler. Ses tonumu bir anda düşürüp; “Peki bunun için ne yapıyorsunuz?” dedim.

Birden ortam sessizleşti.

Ben, tam, “Yaaaa!” demeye hazırlanırken, az önceki cümlelerin sahibi beyefendi, “Ne yapabiliiiiz!” diye, duygulu bir ses tonuyla seslendi.

Ben de tam bu cümleyi bekliyormuş gibi, “Duymadııım!” dedim.

O da, yüksek bir ses tonuyla, “Ne yapabiliriz?” diye seslendi.

“İşte” dedim, en muhteşem cümle bu: “Ne yapabiliriz?”

O zaman, “İşte tam buradan işe başlamalıyız” dedim. Çünkü yürekten ne yapabiliriz demeden, hiçbir şey yapılmaz.

“Kendinizi adam yerine koyduracak bir şeyler yapmadan, adam yerine konulma beklentisi boştur” dedim.

Salondaki yüz elli gencin, hiç ses çıkarmadan programı takip etmeleri karşısında ben şaşkınları oynuyorum. Normal şartlarda, bu kadar genci siz bu kadar zamanda, böyle bir salonda tutamazsınız. Durum karşısında müdür de sessiz sedasız dinliyor ve izliyor.

Fakat böyle bir manzara beni ciddî ciddî ürküttü. Yani gençlerimizi anne babaların heder ettiklerini anlıyorum. Dinlemediklerini, anlamadıklarını, yüreklerine sarıp sarmalamadıklarını, öpmediklerini, cebinin harçlığını çok da düşünmediklerini, duygusal hareketliliklerini merak etmediklerini anlıyorum.

Bu tam bir felâket!

Gençlerin, pür dikkat dinlemelerinin altında, anlatılanlarda kendilerini bulmaları yatıyordu. Çünkü pek çok gencimiz, çenesi avuçları içinde çoktaaan ötelere yolculuğa çıkmışlar, hatıralarını canlandırmışlardı bile.

Ki bu durum, ne acı ki, toplumumuzda çok yaygın, çünkü aynı durum binlerce farklı şehrimizden gelmiş, üniversiteli, değişik kültür ve sosyal hayat gençlerinde de kendini gösteriyor. Yani gençler ailede ciddî bir dışlanmışlık manzarası içerisindeler. Tabiî belki bunu anne baba dışlamış olmak için yapmıyor. Ama ortaya çıkan manzara bu. Sen bir davranışı ne için yaptığını düşünürsen düşün, o davranışın muhataptaki izi belirleyicidir.

Acı olan da, böyle bir manzara karşısında bu gidişatın değişmesi noktasında gençler de ciddî bir varlık göstermiyorlar. Evlerde adeta etkisiz eleman gibi bulunuyorlar. Tabiî yine bunun müsebbibi ebeveyn. Yaşına uygun sorumluluk verilmemiş, bir şeyleri yapabileceklerine, değiştirebileceklerine inanılmamış ve inandırılmamış. Onun için evde yaşananlarla ilgili gençlerden kontrollü itirazlar neden olmasın? İncitmeyen teklifler neden olmasın? Çalışılmış, üzerinde düşünülmüş hayatı renklendirme modelleri neden gündeme getirilmesin? Bu konuda gençler bir durumu kabullenmişlik içerisindeler. ‘Böyle gelmiş, böyle gider’ düşüncesi hakim. Yani kimse değişim için yorulmak istemiyor.

Artık onları kurgulamanın ve ateşlemenin zamanı gelmişti, yeniden seslenerek; “Adam yerine konmak istiyor musunuz?” dedim. Salon, “Eveeeet” ile çınlıyordu. Ben de tam yeri gelmişken, az önce ‘ne yapabiliriz’ diyen gencin ayağa kalkmasını istedim. Kalktı. Kısa bir sohbetten sonra kendisine; “Evinizde, ev içi meseleleri konuşmak için haftalık bir aile toplantısı yapılıyor mu?” dedim. Başını sallamasından anlaşılıyor ki, böyle bir gündem yok. Peki, sen ailede böyle bir gündem oluşturabilir misin? Genç, ümitsizce, “Bizi dinlemezler hocam!” dedi.

“Beyefendi, sizi dinlemezlerse, hata yine sizdedir. Çünkü kendinizi aileye dinletecek bir formül bulamamışsınız demektir.” dedim.

Ben ona beyefendi deyince, yanındakiler, bir oley çektiler ve ‘oooOOO’ sesleri yükseldi. Anlıyorum, demek kimsecikler bu gençlere beyefendi tabiri kullanmamış.

“Bu akşam eve gittiğinde, çok kararlı bir şekilde, anne ve babayı bir başka özel odaya dâvet edip, bu teklifi yapacaksın. Bu konuda kendinin de gereken her türlü sorumluluğu alacağını söyleyeceksin. Yani haftalık programı sen hatırlatacaksın. Evet, yeni bir başlangıç her zaman zorluklar içerir. Ama sen kararlı olursan ve bu kararlılığın gerekçelerini annene, babana, kardeşlerine anlatırsan, sonuçta sen başarılı olacaksın. Ama dersine iyi çalışmalısın. Altyapısı oluşturulmamış bir teklif kabul görmez.” dedim.

Salona dönerek, bu teklif herkese geçerlidir. Bir şeylerin değişmesini istiyorsak, bu doğru bir şeyler yaparak mümkün olacaktır. Kendimize bakışın da değişmesini istiyorsak, yine bu ancak bir şeyler yaparak mümkün olacaktır. İşte tam buradan başlayabiliriz. Çünkü başlayacak aile toplantısı çok problemlerin çözüm yeri olacaktır. Konuşma başlayınca, problem biter.

“Var mısınız?” diye salona seslendim. Salon sanki önceden prova yapıp çalışmış gibi, hep bir ağızdan, “Eveeeet” dediler.

Hakikaten salondaki ses tonu ve enerji konuya ciddî yaklaştıklarını gösteriyordu.

“Bitmedi!” diye seslendim onlara! İşte e-posta adresim. Lütfen gelişmeleri birlikte değerlendirelim. Sizlerden başarı öyküleri içeren e-postalar bekliyorum. Haydin bakalım, Allah yardımcınız olsun!” dedim.

Alkışlar, bravolar, ıslıklar eşliğinde programımızı bitirdik.

**

Gençler! Yaşadığımız problemler, hazırlıksız yakalandığımız, çalışmadığımız konulardan gelince, çok zorlanıyoruz. Onun için ne yapıp edip, kendimizde, evimizde problem olarak gördüğümüz konulara çalışmalıyız. O problemi bir ev ödevi gibi değerlendirmeliyiz. Göreceksiniz, çalışmalarımız karşılıksız kalmayacaktır. Gençlerin samimî bir şekilde çalıştıkları gündemlere kimse duyarsız kalamaz. Tabiî teklifimizin hayırlar içermesi, kabul görmesi için de dua etmeyi unutmamalısınız. Duasız hiçbir şey olmaz. Neticede biz sonucu belirlemeyeceğiz, sadece biz, bize düşeni yapmış olacağız. Sonuç, Allah’ındır.

Ama lütfen, suhûletle ve sevgiyle…

Atacağınız adımla, yıllar sonrası için güzel bir hatıra başlatıyorsunuz…

SEBAHATTİN YAŞAR [email protected]

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalp atışı ve yağmur şıpırtısı

Yağmurun her yağışında ve yağmur şıpırtısının ruhumu her okşadığında… Gökler, bir şimşek sesiyle hıçkırıklarla ağlarken, bir kez daha ve yine yerleri öptüğünde… İnsanlar kaçışırken ve sokaklar yağmur seslerine eşlik ederken ve ben yumuşacık yatağımda penceremden gelen yağmur şıpırtısıyla hayallere dalmış buldum kendimi. Kim, hangi kapıda ve kim, kimi düşlüyor diye düşünmeden… Her sabah ve her akşam, her yağmur vaktinde, her saat başında ve her kalp atışımda…

Sevmek nedir? Desem, bu kez de kendime. Seninle olmak, seninle gülmek, seninle üzülmek ve seninle her sabah yeniden doğmak. Bir aşk, bir kelime ve bir Sen diyebilmek yine…

Penceremin dışında yağan yağmurda, seninle olamadım ya… Ya da sesini duyamadım diye… Islanmak ve insanlar gibi kaçışmak belki de… Bir aşk, bir kelime ve bir Sen diyebilmek…

Bir aşk

Bir kelime

Ve bir damla gözyaşı

Yarım kalmış bir yürek acısı

Hasrete takılmış ruh

Ve onun kaçışı…

Köşede Sen

Penceremde yağmur şıpırtısı

Bir Sen

Bir sevda

Ne işim var buralarda?

Yabancıyım ben sana

Kuş tüyü bakışlar

Ve titreyen ses telleri

Gel demez de sözler

Yüreğim sende titrer…

Ve yalnız ve kimsesiz

Bırakıp beni gittiler

Bir Sen vardın

Gözlerin kahve

Sözlerin çareydi bana

Sen de gittin

Kaldı bir tek, ben

Bir sevda

Bir ölüm

Bir uçurum kenarında

Bir gül bahçesinde

Bir yağmur ayazında

Bir sonbahar dalında

Bulur beni zamansızca

Bir sevda

Bir ölüm

Yıkar beni amansızca

Ve gül kokar her taraf

Yağmur tenlere değer

Yeşerir kuru dallar

Bir zaman olur

Gökler açar kararsızca

Ve güneş ve sen ve sevdam

Bulur beni her damladan sonra…

Bir ben

Bir Sen

Bir de sevda

Neler ettiniz bana?

Her yağmur ve her damlada Sen. Her gün ve her gecede Sen. Bir mum alevi değil, bir yanardağ misali. Bir kar rengi gibi tertemiz, bir ayışığı gibi masum, bir rüzgâr uğultusu gibi gizemli… Kalp atışım bir yağmur şıpırtısı gibi. Seni görmek ister, seni senden öte bilirken… Ama cesareti yok, ama dayanamaz; çaresiz, yapayalnız o… Bir sevda türküsü tutturmuş…

***

Yağmurdan kaçmak değil bu kez istediğim… Yağmurda olmak istiyorum bugün, yağmurla yürümek ve eşlik etmek ona… Alelacele toparlanıp çıkıyorum dışarıya, merdivenlerden hızla inerek… Nereye böyle sorularına aldırış etmeden… Yağmur değiyor yüzüme, gözlerime… Islanmanın verdiği bir titreyişle, yürüyorum yağmurlu yollarda, yağmur ve sokaklarla… Ve Sen,

Gönlüm şıp dedi.

Gün, geceye

Aşk, mevte

Bulut, yağmura devrildi.

Ellerim tir tir…

Gözlerim Kerem’ce irkildi.

Adımlarım geri

Yağmur, şıp şıp

Ben sana çevrildim.

Bir damla, iki göz!

Hangisinden hangisine…

Mecnun’dan Kerem’e

Leyla’dan Aslı’ya

Bülbülden güle…

Bilmem ki, kimden kime?

Bilemedim?

Aktı ellerime.

Gönlüm şıp dedi.

Islandı kalbim…

Yüreğim, ellerim ve her şeyim.

Sana, bir tek; yâre çevrildi.

Tekrarlaya tekrarlaya yürüdüm yağmurlu yollarda, ıslanmış vaziyette... Yağmurda boğuldum sanki her damlayla, seni gördüğümde kalbimin atışı gibi… Kalp atışı ve yağmur şıpırtısıyla… Yürüdüm… Geceye inat, güne inat…

Belki şemsiyen elinde, çıkarsın önüme diye… Bekledim yürürken, gözlerim köşe başlarında, gözlerini aradı… Islanırken seni bekledim, şemsiyenle… Gelmedin yine…

OSMAN KANAT [email protected]

İstimâ-ı Kur’ân

Kalbini hüşyâr eyle, bîhuş olup zevkinde

Bir azim dâveti gör, o sadanın içinde

Ol Resul-üs sakaleyn, âyâtın tebliğinde

Hayalen o vakte git, Kur’ân dinlediğinde

Sanki devr-i saadet, dinle! içten yürekten

Ter-ü taze hakaik, o fem-i mübarekten

Sanki Cibril-i Emin, tebliğ ediyor veya

Kelâm-ı İlâhi’yi, Resul-ü Kibriya’ya

En azim hatırayı, tefekkür et zihninde

O tebliğ tebellüğü, Hazerat mabeyninde

Ol yetmiş bin perdenin, hicabın gerisinde

Rabbimiz kelam eyler ona Kab-ı Kavseyn’de

Kur’ânı her vakitte dinler cümle zişuur

Ol bahr-i hakaik’te feyizlere gark olur

Bir hasat mevsimidir, Kur’ân ayı Ramazan

Her bir kudsî âyetten, binler feyiz nebean

Yüzbinlerce hafız’ın, revnakdar kıraatı

Sanki Dar-ı Ukba’da, kurtuluşun beratı

Ey nefis ta gönülden kulak ver bu sadaya

Onda ruh, onda hava, onda en parlak ziya

Ey Kur’ân açıl bize, sen ey Mu'cizü’l-Beyân

Bize şefaat eyle, kerem ey ruh-u revan.....

HİKMET ERBIYIK

5.11.2002, Beyazıt Camii

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

...VE KAYBEDER KENDİNİ; KENDİ İÇİNDE...

Kaybolurken hayat gözlerimizden;

Kahkaha manzaraları hiç eksilmez dudaklarımızdan...

-Ki en ağlanacak haldeyken insan;

Düşmeyeceğini sanar düşlerinde;

Hayatın pençesinden...

Bazen aklına eser düşünür “son”u hayallerinde;

Gece iner o zaman;

Kararır hayalleri yer yer...

Çeker gözlerinden gerçek perdelerini;

Vazgeçer düşünmekten yalanın dışındakilerini;

Ama içinde kor olur;

Kendinden gizleyemedikleri!

Yanar durur, kavrulur yüreği...

Kaybederken kendini, kendi içinde...

Anlamsız acınası bir biçimde!

Gerçekleri görmek elimizde;

Yaşamak;

İnanç ve bağlanmak yüreğimizde;

Cennet Rabb’imizin rahmetinde gizli...

BEYDA ÖZSOY

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Daha yapacağımız hizmetler var

Gençlik şölenine gitmek için Pazar günü düştük yollara… Bu bizim ve kendini genç hissedenlerin şöleniydi. İstanbul’dan 12 saatlik uzun bir yolculuk yaptık, ama her şeye değerdi. “Sınavlar başlamadan güzel olur” diyerek düşünerek koyulduk gurbet yollarına.

Ankara’ya yaklaştıkça heyecan artıyordu. Şehre girdiğimizde şölen afişleri dikkat çekiyordu. Sonunda Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi’ne ulaştık. Ankara nurlarla ve genç Said’lerle dolmuştu. Şölene gelenlerin gözlerindeki güzel ışıltı, uzaktan bile fark ediliyordu.

O gün hayatımıza, okul telâşı, sınav sıkıntısı tamamen uzaktı. En önemlisi dünya telâşından uzaktık. Hayatımızdan lezzet alan ve güzel gören bir coşku vardı. Gerek Risale-i Nur Enstitüsü tarafından hazırlanan faaliyetler, gerekse kardeşlerimizin hazırlamış olduğu çalışmalar çok güzeldi. Özenli çalışmalar artarak devam eder umarım.

Şölende İslâm Yaşar Ağabeyimiz, gençleri nazara veren güzel bir konuşma yaptı. Bizlere genç olmanın sorumluluklarını hatırlattı. Beni en derinden etkileyen nokta şuydu: Üstadımızın “Ezanın aslına çevrilmesi, Risâle-i Nurların neşredilmesi ve Ayasofya’nın ibadete açılması” hususunda üç hedefi olduğu ve ilk iki hedefini gerçekleştirdiği idi. Biz gençlerin üzerine düşen sorumluluk, Üstadın üçüncü hedefini yerine getirmek olmalıdır. İnşâallah Üstadımızın gerçekleştirmek istediği Ayasofya’yı açma fikrini, biz yerine getiririz. Ayasofya’nın içinde Risâle-i Nurların ve genç Saidlerin yer alması bizim de gayemiz olmalıdır.

Ali Oktay, Bizbize müzik topluluğu ile birlikte Üstadımıza duyulan sevgiyi, güzel eserleriyle dile getirdi. Ayhan Özel Ağabeyimiz de okuduğu duygulu şiirleriyle kongreye renk kattı.

Şölen boyunca masa çalışmalarına büyük bir ilgi vardı. Düzenlenen şiir, kısa film, karikatür ve fotoğraf yarışmalarında da büyük bir emekler vardı. Bize şevk verdi.

Biz genç Nur Talebeleri, Saidler olarak daha yapacağımız çok hizmet var. Seneye daha iyi çalışmalarla görüşmek dileğiyle…

ZEYNEP MENTEŞE

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Rızânın neresindeyiz?

-Allahım! Beni sana kavuşturacak bir

hizmetle huzurunda durdur!-*

Rızâ makamına seyyahsın, rızayı arıyorsun. Öyle bir makam ki, kendini kül edeceksin gayrı küllü kül.. Maksat o, gaye o,—lügât hangi kelimeyle anlarsa melalimizden o kelime ile işte—rıza makamına yol almışsın. “Eğer O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” diyor zamanın bedîsi, ne demeli dost, bedî haklı değil mi? Sebeb-esbab ne, ya müsebbib kim? Sevgili dost, kaldır perdeyi.. Gör denizi..

Son rüyamda mektubunu okuyordum. Bismillah deyip devam etmişsin: Bismillah, âhiri de rızâlillah.. Denizi gördüm sevgili dost, sahil selâmete pek yakın, denizi gördüm, ‘ve minallâhi’t-tevfîk’ deyip bitirmişsin.. Hüdhüd-ü Süleyman getirmese de aldım mektubunu.. Kızdım içimden, ne denizi sevgili dost? Biz sadece susadık.. Her susadım diyene umman gösterilir mi? Kuyuyu gösterirler ilkin.. Suyu gör, denize daha var.. Kuyuda ya mev’ûde olacaksın yahut ceylan Yûsuf.. Dost, gece değince vakte kuyuda sûretini görmüşsün.. Suyu isteyen, denizi isteyen, sûreti neylesin? Susamışsın dost, susuzluğu gördün mü?

Rızâ makamına yol aldım demişsin.. Taaccüb sardı fikrimi, “Aldım” nedir, ben nedir? Sen-ben var iken hangi makamdan bahs edilir? O makama ‘ben’siz gir/ecek/sin. Tecrübe ettiğimden değil, suya kanıp denize vardığımdan, rızâlillahda yandığımdan hiç değil tedbiri istediğimden sadece. Takdir tamamlanmışsa tedbirin ne önemi var demiştin, sahi ne önemi var? Râzı ol.. ”Varlığın bana yetmez mi ki senden başka bir şey isteyeyim?” demişti Harakanlı Ebu’l Hasan.. Râzı ol..

Rızâ makamdasın.. ”O razı olsa..” diyorsun.. Öyleyse yoldaki dikenin acısından şekvâ niye? “O razı olsa.. diken gül görünür..” Esvabım yırtık diyorsun, lîsanım sükûn.. Bir meczûb görüyorum seni, rıza diyorsun ondan gayrısı sana mecnun demiş; Estağfirullah, bundan sana elem ne? Âlemin âlâmını zihnine dolanmış görüyorum. Boş ver gayrıyı! Ondan gayrısına lâ kılıcı çekmeyen nasıl “illâ” diyecek?

Rızâ makamı... Nâz-u niyaz hengâmı... Rızâ diyorduk, sadakası nedir bu işin sevgili dost? Ser kalbini âleme sevgili dost, sadaka-i câriye olsun. Kalbini infak etmeden Allah’a nasıl yol bulacaksın ki sevgili dost? ”Sadakaların en büyüğü, insanın bizâtihî kendisini tasadduk etmesidir” diyor Niyâzi-i Mısrî. Sahi dost, kendini tasadduk ettin mi? Tasadduk ettik mi kendimizi?

Rıza-lillah! Râzı mısın ondan? Nasıl rızâ beklersin, sen ondan râzı olmadan? Hiç aşkı tatmadan mâşukundan aşk bekleyen âşık gördün mü?

“Râdıyeten merdıyye”** hâsıl olmadan, nasıl döneceksin Rabbe?

Daha henüz susamışız. Kuyuya düşmedik, denizi görmedik, dalga ile çekişmedik. Sahi rızânın neresindeyiz sevgili dost?

Sahi sadece o razı olsa da razı olur muyuz ondan?

Dipnotlar:

*İbn Ataullah..

**Fecr/28

ELİF RUHEFZA ALTUNER

[email protected]

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Demokraside millet, Meclis ve hükümet

Meşrûtiyetin, yani demokrasinin millet, hükümet ve meclis ile olan ilişkisini en iyi şekilde anlamak için, fikirleriyle asra damgasını vuran Bediüzzaman Said Nursî’ye başvurmak gerekir. Said Nursî, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğru tahliller yapmış ve çok etkili çözümler sunmuştur.

Günümüzde bile kuralları net olarak belirlenemeyen ‘millet-hükümet-meclis’ ilişkilerindeki görev ve sorumlulukları en ideal bir biçimde ifade etmiştir. Meselâ “Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Siz dahi hâkim oldunuz” diyerek milletin yönetimdeki yerini belirtmek sûretiyle insanları bilinçlendirmeye çalışmıştır. Ve bunun da İslâmiyete en uygun yönetim şekli olduğunu en anlaşılır biçimde anlatarak insanları aydınlatmıştır. Aynı zamanda “Hükümet hâdim ve hizmetkârdır” ifadesiyle de hükûmetin görevinin ne olduğunu belirlemiştir.

Bediüzzaman, millet iradesini esas alan bir yönetimin herkesi bir nev'î padişah hükmüne getirdiğini ve milletin bekasını temin edecek bir sistem olduğunu söylemiştir. “Zira meşveret perdeyi attı, milliyet göründü” sözü bunun bir ifadesidir.

Said Nursî, meşrûtiyet ile hükümet arasındaki ilişkinin farklı bir yönünü bir temsille açıklamaktadır. “Hükümet bir hekim gibidir. Millet ise hastadır” benzetmesiyle anlattığı temsilde çadırından çıkmayan bir hekim görmediği bir hastaya ne kadar doğru teşhis koyabilirse, milletin istek ve problemlerinin bilinmediği bir yönetim sisteminde de durumun aynı şekilde olduğunu belirtmiştir. Yani doğru teşhis koyup doğru ilâç veremeyen bir hekim, hastanın ölümüne yol açtığı gibi, sorunları tesbit edemeyip çarelerini uygulayamayan bir yönetim de milletin helâketine sebebiyet verir.

Bediüzzaman başka temsillerle de meclisi ve mahiyetini anlatmaktadır. Nasıl ki bir havuz veya göl, dere, ırmak ve pınarlardan akan suyla doluyorsa, meşrûtiyet-demokrasi yönetiminde de havuz gibi olan hükûmet, memleketin birçok yerinden milletin seçtiği vekillerden oluşan ve halkı temsil eden siyasî bir kurumdur. Bu temsilcileri milletin seçmesi, dolayısıyla milleti hâkim kılmaktadır. Ve bu hâkimiyet sebebiyle, meclisin görevlendirdiği hükümet, millete hizmetkâr olmak durumundadır.

FATMA AYDIN

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kur’ân’ı anlamak

Günler büyük bir hızla geçip gidiyor. Her gün biraz daha yaşlanıyoruz. Her an ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz. Bu dünyada en fazla kaç yaşına kadar yaşıyoruz ki? Git gide bu yaş ortalaması da düşüyor…

Biz yaşlanıyoruz; ama dünyamız artık zor ilerliyor. Yaşadığımız bu yerküre o kadar yaşlandı ki artık yavaş yavaş dökülüyor.

Ama yaşadığımız yer ve bizler ne kadar yaşlansak da; her geçen günde daha fazla gençleşen bir hazineye sahibiz. Bu bazılarına göre kurtarıcı, bazılarına göre her soruya cevap veren bir hazine… Üzerinden bin, iki bin, üç bin yıllar geçse bile her zaman taze kalacak ve bizi aydınlatmak için yanımızda olacak “Kur’ân-ı Kerim”…

Bilhassa Kutlu Doğum ile yeniden doğduğumuz, silkinip taze bir bahara girdiğimiz günlerden itibaren her yerde Kur’ân tilâvetlerini duyuyoruz, hem kalbimiz, hem de ruhumuz yeniden ayağa kalkıyor. Okuması sünnet, dinlemesi farz olan bu güzel tilâveti her an dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz…

Okumak kadar Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak da önemli. Duhâ Sûresi’nde: “1- Andolsun kuşluk vaktine. 2- Ve sakinleştiği zaman geceye, 3- Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı. 4- Elbette senin için ahiret dünyadan hayırlıdır. 5- Ve elbette Rabbin sana razı olacağın ihsanlarda bulunacaktır. 6- Sen yetim iken O seni barındırmadı mı? 7- Sen yolunu şaşırmış bir kavmin içinde iken O sana yol göstermedi mi? 8- Sen yoksul iken, O seni zengin kılmadı mı? 9- Öyleyse sakın yetimi ezme. 10- Bir şey isteyeni azarlama. 11 - Rabbinin nimetini de yâd et” derken, Rabbimizin her an yanımızda olduğunu anlayabilmek, bunun farkına varabilmek…

Her kelimesi tefsirlere sığdırılamıyor. Bazılarının sırrına varılamıyor. Onların sırrı ancak Rabbimizde ve bize de bunları tefekkürle anlayabilmek kalıyor…

Anlayamadığımız yerlerde Risâle-i Nurlar yardımımıza koşuyor. Her âyeti en güzel biçimde bize anlatıyor. Bunu ise sadece okumak kalıyor… Risâlenin bir yerinde; “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor. Rumuzu tavazzuh ediyor” deniyor…

Bizler için bu iki güzel nimeti veren Yaratanımız bizden bunları anlayıp, ona göre yaşamamızı istiyor. Efendimizin (asm) sünnetleri de örnek olarak önümüze sunuluyor. Hz. Aişe’ye, Efendimizin (asm) ahlâkı sorulduğunda; “Kur’ân’ı açıp okuyunuz. O Kur’ân-ı Kerim’in ahlâkı ile ahlâklanmıştır” diye cevap veriyor…

Her gün yaşlanan bir benlikle, çok daha yaşlı bir dünyada yaşıyoruz ve ölüme her gün bir basamak daha yaklaşıyoruz… Rabbim herkesi Kur’ân’ı anlayanlardan ve yaşayıp o ışık ile ahlâklananlardan olmayı nasip eylesin…

MERVE İRİYARI [email protected]

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yanlış anlaşılan bir padişah: Sultan IV. Murad

Osmanlı padişahlarının on yedincisi ve İslâm halifelerinin seksen ikincisi olan IV. Murad tam bir İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetiştirildi. Enderun mektebi hocalarından özel dersler aldı. Henüz on bir yaşında iken Osmanlı tahtına çıktı. Eyyûb Sultan’ın mânevî huzurunda hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin elinden kılıç kuşandı.

Yaşı küçük olduğu için annesi Mâhpeyker Kösem Sultan, saltanat nâibesi tâyin edildi. Tahta geçtiğinde, iç ve dışta karışıklıklar devam ediyordu. İdârî işler karışık olduğundan, Yeniçeri ve Sipâhiler her türlü fırsatı değerlendirip zorbalığa başvurmaktan çekinmiyorlardı. Vasî durumunda olan annesi Kösem Sultanın yardımı ile de iş başına kıymetli devlet adamları ve kumandanlar getirerek, asayişi sağladı. Bu sırada İran Şâhı I. Abbâs, Osmanlı sınırlarını geçip, Bağdat’ı işgâl ederek, otuz bin Ehl-i sünnet Müslümânı, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirdi. Rus Kazakları ise kayıklarla Karadeniz sâhilindeki bâzı köyleri yakıp yıktılar. Hâfız Ahmed Paşa, Kazak korsanlarına ve Safevîlere karşı harekete geçti. Şah Abbâs’ın Bağdat’taki zulmüne son vermek için ordu sevk edildi. Bağdat yakınlarındaki Azamiyye kurtarılarak, Bağdat kuşatıldı. Ancak yeniçerilerin isyanıyla Bağdat kuşatmasını kaldıran Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa, Irak’ın kuzey ve güneyini Safevi işgalinden kurtarabildi. Daha sonra Sadrâzam olan Hüsrev Paşa Safevîlere karşı Mihribân’da, Cemhâl’da zafer kazandı. İranlılar mağlûp olunca, Anadolu’da asâyiş sağlandı.

IV. Murâd Hanın yaşının küçüklüğünden faydalanan yeniçeriler, İstanbul’da zorbalıklarını ve halka kötü muâmeleyi arttırdılar. Eşkiyanın elebaşılarını tesbit eden Sultan Murâd, devlet idâresini bizzât eline alınca Yeniçeri ve sipâhî ocaklarını sindirerek, zorbalıkların önüne geçti. Kahvehâneleri ve meyhâneleri kapatarak tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Emri dinlemeyenlere şiddetli cezâlar verileceğini îlan edip, sıkı kontroller yaptı ve yaptırdı.

1634’te imzalanan Osmanlı-Lehistan Antlaşmasıyla Kazak akınlarına son verilip Leh kralları Kırım Hanlarına ve Osmanlı Sultanına vergi vermeye başladı, esirler karşılıklı değiştirildi. Sultan Murâd, Safevî saldırılarının önüne geçmek için ordunun başında Revan Seferine çıktı. Sefer boyunca ordunun başında bulunup, askerlerle ilgilenen, kuvvet, heybet ve dehşetinden ürkülen Sultan Murâd’a ordu içinde büyük bir emniyet ve hürmet hissi uyandı. Revan kuşatmasında bütün savaş plânları uygulandı. Sonunda kale muhâfızı, Sultan’a, Revan’ı teslim etti. Revan Kalesi tâmir edilip, içine on iki bin asker ve cephâne konularak muhâfızlığına Vezir Murtaza Paşa bırakıldı. Tebriz şehri tekrar zaptedildi. Safevî ordusu, Osmanlılarla meydan savaşına cesâret edemediğinden karşılaşılmadı. Sultan Murâd, Revan Seferine çıkışından on ay sonra İstanbul’a döndü. Osmanlı ordusunun doğudan ayrılmasıyla; Safevîler, Revan’ı tekrar işgal ettiler. Bunun üzerine Sultan Murâd, Bağdat Seferine çıktı. Padişah, 12.000 sipâhiyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği hâlde, Şâhı savaş meydanına çekememişti. Bir ihânet sebebiyle Safevîlerin eline düşen Bağdat, uzun ve zor kuşatmalardan sonra kesin olarak Osmanlı yönetimine geçti. Sultan Murâd, ilk iş olarak İmâm-ı A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî’nin kabirlerini ziyâret etti. Bu büyük zâtların türbeleri, sapık düşünceli Safevîler tarafından tahrip edilmiş ve eşyâları yağmalanmıştı. Pâdişâh bütün kabirlerin ve eserlerin tâmirini emretti. Şeyhülislâm Yahyâ Efendiyi de, bu işlere bakmakla görevlendirdi. Bu zaferden sonra “Bağdat Fâtihi” olarak anılan Murâd Han İstanbul’a döndü. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şâhın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrâzamla İran murahhasları arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türkiye-İran sınırının tesbit edildiği Kasr-ı Şîrîn Antlaşması imzâlandı (17 Mayıs 1639). Sultan Murâd, doğuda İran’la uğraşırken, batıdaki olaylardan da günü gününe haber alıyordu. Ancak bu sırada damla/nikris hastalığından muzdarip bulunan Sultanın durumu ağırlaştı. Nitekim çok geçmeden hastalığı daha da artan padişah 8/9 Şubat 1640 gecesi, güneş battıktan sonra İmâm Yûsuf Efendi Yâsîn-i Şerîf okurken vefât etti. Sultanahmed Câmii avlusunda Şeyhülislâm Yahya Efendinin imâmlığında müezzinlerin “Er kişi niyetine!” sadâları ve Müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenâze namazından sonra babası Sultan Ahmed türbesine defnedildi.

Sultan Murâd Arapça ve Batı dillerine hâkim olup her türlü memleket meselesine vâkıftı. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Evliyâ Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi âlimler, teşvik ettiği kimseler arasında idi. Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve ibâdetlerini hiç ihmâl etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selim gibi o da Hırka-i Saâdet dâiresinde hafızların arasına katılıp Kur’ân-ı Kerîm okurdu.

Ömrünü devlete hizmet ve Allah’ın emir ve yasaklarına itâatle geçiren bu Osmanlı Sultanı, Ehl-i sünnet düşmanı Acemlerin pek çok iftirâlarına mârûz kaldı. Bunlar kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük padişaha da bulaştırmaya kalkıştılar. İnsanlara zulüm ettiğini ve içki içtiğini söylediler. Hâlbuki devrin kaynaklarında Murâd Hanın içki içtiğine dair en küçük bir bilgi yoktur.

Birçok tarihçinin Kânûnî sonrası en büyük Osmanlı pâdişâhı olarak kabûl ettikleri Murâd Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selim’e benzemeye çalışırdı. Gerçekten de birçok özellikleri onunla uyuşuyordu. Fakat Yavuz’un sâhip olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye sahip değildi. Tahta geçtiğinde hazine bomboştu. Vefâtında ise, on beş milyon altın olup, gümüş paranın miktarı da belli değildi. Avrupa baştanbaşa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı Sarayına gününde ulaşıyor ve ona göre tedbir alınıyordu. Tahta çıktığında serseri yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını düzene koydu. Bozulmuş devlet nizâmını yeniden düzenledi. İsrafın önüne geçmek için kânunlar çıkarttı. Vefâtında içte ve dışta huzurlu ve îtibârlı bir devlet bıraktı.

Sultan Murâd’ın cesâreti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekâsı, hünerleri, askerî dehâsı, atıcılık, binicilik, silâhşörlükteki başarısı, askerleri ve tebeası tarafından çok takdir ediliyordu. İki yüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar; attığı ok, o zamanki tüfeğin mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silâhlarını en iyi şekilde kullanırdı. En küçük suçları bile memleketin selâmeti için cezalandırmaktan çekinmeyen Sultan Murâd’ın merhameti de çoktu. Memleketin her tarafındaki imârethânelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterirdi. Din ve devlet menfaatine iş yapanı hemen mükâfatlandıran Sultan Murâd, pek çok hayırlı işin yanında, Topkapı Sarayında Revan ve Bağdat köşkü gibi seçkin eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserleri de yaptırdı.

Boğazda yaptırdığı sarayda, oğlu Muhammed’in doğumunda yedi gece kandiller astırıp şenlikler yapıldığından, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptırdığı gibi, pek çok şehrin de surlarını tâmir ettirdi. Bağdat’ı feth edince, İmâm-ı A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî’nin türbelerini tâmir ettirdi. Kâbe-i Muazzamayı su basması üzerine; Ankaralı Mehmed ile Rıdvan Ağayı bu mübarek mabedi tâmirle görevlendirdi.

Sultan Murâd devrinde kazanılan zaferlerin yanında pek çok âlim, şâir, târihçi ve sanatkâr yetişerek kıymetli eserler meydana getirmişlerdir. Bunlardan bibliyografya, târih, coğrafya sahasında Kâtip Çelebi ve Vekâyinâme sâhibi Abdülkâdir, Ravdatü’l-Ebrâr ve Zafernâme sâhibi Karaçelebizâde Abdülazîz, Târih-i Gılmânî sâhibi Mehmed Halîfe, teşkilât ve idare sahasında Koçi Bey vardır. Yine Erzurumlu Ömer, Nef’i, Azmizâde Mustafa Hâleti, Nâibî, Yahya, Bahâî, Cevrî ve Fehim-i Kadîm, devrinde önde gelen şairlerdir. Yine süslü nesrin on yedinci yüzyıldaki temsilcilerinden Nergîsî de Sultan Murâd devrinin ünlülerindendir. Bundan başka şâir olan bu padişahın devrinde halk edebiyâtı saray tarafından desteklenmiş, zaferlerine destanlar, ölümüne şiirler yazılmıştır. Bu şairlerden bazıları saraya intisap etmişlerdir. Bunların belli başlıları Kuloğlu, Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa gibi halk şairleridir. Yine devrin tekke edebiyatındaki büyük temsilcisi Aziz Mahmûd Hüdâyî de, bu devrin sahasında önde gelen şairlerindendir.

AHMET ÖZDEMİR [email protected]

22.05.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (16.05.2010) - Risale-i Nur gençliği

  (08.05.2010) - Sen benim için gönderilmiş şefkat kahramanısın anne!

  (24.04.2010) - Birinci Meclis tarumar edildi

  (17.04.2010) - ‘Mevlid’ veya ‘Kutlu Doğum Haftası’

  (11.04.2010) - AYASOFYA DA BİR "AÇILIM" BEKLİYOR

  (03.04.2010) - Üçü de Nisan yağmurlarıyla toprağa düştü...

  (27.03.2010) - Medreselerin ıslâhında Medresetü’z-Zehra

  (20.03.2010) - Nevruzu anlamak

  (13.03.2010) - Isparta Tugay Camii temel atma merasiminde yaşananları anlatıyor

  (06.03.2010) - Çocuk eğitimi dua ile başlar


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.