14 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Allah’ın (cc) güzel isimlerine Bediüzzaman yorumu

Müellifin ifadesiyle, “Risâle-i Nur’un başvurduğu Esmâ-i Hüsnâ’yı, yani Allah’ın güzel isimlerini alfabetik bir sıra içinde ve kaynaklarıyla birlikte yansıtan” bir eser.

“Allah’ın Sıfatları ve İslâm Tefekkürü” ile “Esmâ-i Hüsnâ” başlıklı iki bölümden meydana gelen eserin ağırlıklı bölümü elbette ikinci bölüm; ki burada 217 isim alfabetik olarak ele alınıyor. İşte, “Allah’ın güzel isimleri:”

Allah (celle celâlühû), Âdil, Afüv, Âhir, Alîm, Aliyy, Âmir, Âsım, Atûf, Azîm, Azîz, Bâis, Bâki, Bari’, Basîr, Bâsıt, Bâtın, Bedi’, Bediyy, Berr, Beşîr, Burhan, Câil, Câmi’, Cebbâr, Celîl, Cemîl, Cevâd, Dâfi’, Dâî’, Dâim, Dâmin, Dârr, Delîl, Deyyân, Ebed, Ehad, Enîs, Evvel, Faal, Fâdıl, Fâlık, Fâric, Fâtır, Ferd, Fettah, Gâlib, Ğaffâr, Ğaniyy, Habîb, Habîr, Hâdî, Hafiyy, Hafîz, Hâfid, Hak, Hakîm, Hâlık, Halîm, Hamîd, Hannân, Hasîb, Hayrü’l-Fâsılîn, Hayy, İlâh, Kâbıd, Kâbil, Kâdî, Kadîm, Kadîr, Kâfî, Kahhâr, Kâmil, Karîb, Kâsım, Kâşif, Kaviyy, Kayyûm, Kebîr, Kefîl, Kerîm, Kuddûs, Lâtîf, Mabûd, Maksûd, Mâni’, Mârûf, Matlûb, Mecîd, Mekîn, Melik, Meliyy, Mennân, Merğûb, Meşkûr, Metîn, Mevcûd, Mevlâ, Mevsûf, Mezkûr, Muâfî, Muakkıb, Mübîn, Mufaddıl, Muğîs, Muğnî, Muhavvil, Muhît, Muhsî, Muhsin, Muhyî, Muîd, Muîn, Muizz, Mukaddim, Mukaddir, Mukallib, Mukarrib, Mukîl, Mukît, Muksit, Murağğıb, Murdî, Mürsîl, Musavvir, Mûsi’, Mutahhir, Mu’tî, Muahhir, Mübdi’, Mübeddil, Mücemmil, Mucîb, Mücîr, Müczil, Müdebbir, Mühevvin, Müheymin, Mükemmil, Mükevvin, Mükevvir, Mülâkkin, Mülevvin, Mülhim, Mü’min, Mümît, Müna’ım, Münci, Müneffis, Münevvil, Münezzil, Münşî, Müntakim, Münzir, Mürettib, Mürîd, Müsebbib, Müsehhil, Müsteân, Mütekellim, Müyessir, Müzeyyin, Müzill, Nâfi’, Nâhî, Nasîr, Nâzır, Nûr, Rab, Racâ, Râdî, Rafî’, Rahîm, Rahmân, Rakîb, Raşîd, Raûf, Rezzâk, Sâbık, Sabûr, Sâdık, Sahib, Sâik, Sâlim, Samed, Sâni, Selâm, Semi’, Seri’, Settâr, Sultân, Sübhân, Şâfî, Şedîd, Şefî’, Şefîk, Şehîd, Şekûr, Tabîb, Tevvâb, Vâcid, Vâhid, Vâris, Vâsi’, Vedud, Vefiyy, Vehhâb, Vekîl, Vitr, Zâhir, Zâkir, Zekiyy, Zi’l-Meâric, Zi’t-Tavl, Zü’l-Arş, Zü’l-İkâbin Elîm…

“Takdim”de “’Esmâ-i Hüsnâ’ olarak adlandırılan bu güzel isimlerin, şahadet ve gayb âlemlerinde tecellî eden Vacibü’l-Vücud’un tecellileri sayısınca” olduğu belirtilirken şunlar ekleniyor:

“Bilinen en meşhuru 99 adet olmasına rağmen, kâinat kitabını okumasını bilen için bu sayı, bilgi ve mahareti ölçüsünde artabilir. Risâle-i Nur Külliyatı’nın bu konudaki mahareti ise âlemce bilinmektedir. Yazarımız Süleyman Kösmene de onun bu maharetini bildiğinden, sayfaları arasında bir tefekkür gezisine çıkarak, bulabildiği kadarıyla, 300’e yakın isim tesbit etmiştir. Bunları tek tek ele alıp, Bediüzzaman Hazretleri’nin yorumları eşliğinde 217 başlık altında işlemeden önce, Allah’ın isim ve sıfatları konusundaki tefekkürü tarihî seyriyle birlikte kısaca aktarmaya çalışmış, Allah’a izafeten isim-sıfat ikilisinin nasıl kullanılması gerektiğine açıklık getirmiş, ikisi arasındaki farkları hem dil bilgisi açısından hem de kullanım yerleri bakımından izah etmiştir. Bu izahların dayandığı temel unsurlar da Risâle-i Nur kaynaklı olduğundan, kitabımızın, alanında yayımı itibarıyla tek olduğunu biliyor[uz](…)” (s. 11-12)

Gerçekten, Kur’ân-ı Kerim ve de Cevşenü’l-Kebir kaynaklı “Allah’ın güzel isimleri”nin incelendiği eserde, ele alınan her bir isim, tarifleri ve kaynakları (Kur’ân’da geçip geçmediği, Peygamberimizin (asm) bildirip bildirmediği; keza Kur’ân’da nasıl ve ne şekilde geçtiği), ayrıca Risâle’deki değinileriyle detaylı şekilde inceleniyor.

“Giriş” mahiyetindeki yazıda (“Başlarken”) ise, “Bediüzzaman Said Nursî’nin 82 yıllık ömrünün meyvesi olan Risâle-i Nur Külliyatı[nın], Allah’ın isimlerini görmek, göstermek, okumak, kavramak, anlamak ve gereğiyle amel etmek için tam bir ‘isimler haritası’ hüviyetinde” olduğuna vurgu yapılıyor. Doğru! Eserden ayrıca anlaşılıyor ki, Üstad mütemadiyen “esmâ-i hüsnâ”nın olduğu ayetleri tefsir etmiş, O Ezelî ve Ebedî Kudret’i (cc) isimleri/sıfatları/fiilleri ile tanıtmış.

Ve gelelim küçük notlarımıza:

*Redaksiyon hatalarıyla karşılaştık. Örnek 1: Bir yerde (s. 111), atıfta bulunulan maddenin sayfa numarası yanlış verilmiş. Doğrusu 164 değil, 186 olmalıydı. Örnek 2: Başka bir yerde (s. 183), Allah için—yanlış anlaşılabilecek—“ölümüne sevilen” ifadesi kullanılmış. Belki bunun yerine “çokça sevilen” ya da “ölesiye sevilen” ibareleri düşünülebilir.

*Bibliyografya maalesef yok. Gerçi çok fazla kaynak kullanılmamış; fakat böylesine önemli/çaplı bir eserde kaynakçanın eksikliği dikkat çekiyor.

Hülâsa olarak, bir Üstadın şaheserinden esinlenilmiş, Risâle’yi fevkalâde iyi hazmetmiş bir kalemden orijinal bir eser.

***RİSÂLE-İ NUR’DA ESMÂ-İ HÜSNÂ

Yazan: Süleyman Kösmene Sayfa Sayısı: 488 Ebatları: 17x23 cm Türü: İnceleme Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Nisan 2003.

ORHAN GÜLER

[email protected]

14.08.2010


Kahraman ordunun saygınlığını kurtarmak

Yeni genelkurmay başkanı atandı ve günlerdir gündemi meşgul eden bir konu bir şekilde sonuca bağlandı. Artık Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’i tarihî bir görev bekliyor. Neredeyse iki bin yıllık kahraman bir ordunun saygınlığını kurtarma görevi. En son basına yansıyan Heron uçaklarının görüntüleri artık uyuyan devin iyice uyanmasına sebep oldu. Şehit aileleri hiçbir zaman çocuklarının hesabını ordudan sormamıştır şimdiye kadar. Artık dâvâ açacaklarını söylemeleri çok yoğun bir değişimin göstergesidir. Eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un söylediği “Ordu yıpratılıyor” sözü açıktan açığa sonuçlarını vermeye başladı. Yalnız bu sözde fiil yanlış çekimlendi. Aslı “Ordu uzun süredir kendi kendini yıpratıyor” olmalıdır. Delilleri:

Öncesi var, ama özellikle 28 Şubat sonrası her YAŞ toplantısından sonra ordu içindeki özellikle dindar bir kimliğe sahip subay ve astsubaylar ve ailelerinin yürekleri ağızlarına gelmiştir. Birçoğunun korktuğu başına gelmiş ve disiplinsizlik suçundan dolayı o kadar bağlandıkları mesleklerinden olmuşlardır. Bu şekilde ihraç edilenler büyük bir belirsizliğin içinde buldular kendilerini. Şimdi düşünelim, otuz kırk yaşlarınızda, yıllarca emek verdiğiniz mesleğinizden oluyorsunuz ve hiçbir donanımınız, tazminat veya güvenceniz olmadan tam anlamıyla kapı dışarı ediliyorsunuz. Ve tek mesleğiniz olan askerlikle ilgili herhangi bir yerde çalışma ortamı bulmanız çok zor. Başvurduğunuz her yer size vasıfsız gözüyle bakıyor. Zaten devlette çalışmanız kanunen imkânsız. Bu şekilde ihraç edilenlerin yapmış oldukları işlere birkaç örnek vereyim: Evlere pvc takmak, arıcılık, emlakçılık, bahçıvanlık, kapı pencere imâlâtı… Diyeceksiniz ki bunda ne var, bu işleri herkes yapar. Ben de sorarım: En az yüzbaşı olsanız ve biri size gelip rütbelerinizi sökse ve bahçıvanlık yaptırsa, velev ki ne kadar suçlu da olsanız bu size kolay mı gelir. Tekel işçilerinin itibarlarıyla ve üstelik tazminatlarıyla işten çıkarılmalarına karşı çıkanlar, ordu içindeki böyle ihraçlara hiç seslerini çıkartmadılar. Bu, hadi bırakın her şeyi sosyal devlet anlayışına aykırıdır. Yok, eğer bir insan bütün bunları hak ediyorsa neden mahkemeye verilip, suçları ispat edilip cezaya çarptırılmadılar.

Ordu, hiçbir zaman “Bu adamlar dindardı biz onları o yüzden attık” demedi. Ama bu insanlar gökten zembille inmediler ki... Bunların aileleri, akrabaları, yakın dostları vardı ve genelde etraflarında sevilen kişilerdi. Yaşantıları da çoğu insan için malûmdu. Bu insanlar tabiî olarak yaşadıklarını çevreleriyle paylaştılar, olan biteni birilerine anlattılar, onlar da diğerlerine anlattı. Ordu, asıl bundan sonra prestij kaybetmeye başladı. O zamanlar medya yazmasa da, gazeteler de çıkmasa da insanlar ordunun dine bakışını yorumlamaya başladılar. Sonra subaylık ve astsubaylık sınavlarında yapılanlar... Hiçbir aile yoktur ki, bunlardan birinde oğlunun karşılaştığı soruları öğrenmesin.

Sonra bu ülkede zorunlu askerlik var, bu askerler üstlerinin bir şekilde dinî konulara bakışını değerlendirmedi mi sanıyoruz. Evet, belki ordu halkın içinde değildi, ama halk her zaman ordunun içindeydi.

Sonra bu baskınlar, ihmal söylentileri, Ergenekon iddianameleri (detaylar herkesçe malûm)… Tabiî olarak orduya güven yavaş yavaş azaldı.

Bu konuda tek taraflı değil de iki yönlü bir değerlendirme yaparsak, halk olarak da bu şekilde ordunun zarar görmesi asla işimize gelmez. Sizi savunmak ve korumakla görevli insanlara güvenemezseniz, en iyi ihtimalle paranoyak olursunuz. Güven ise sağlam temeller, mantıklı göstergeler ister.

İşte bu temellerin korunması için de ordu mutlaka saygınlığını yeniden kazanmalı, bunu da halkın gerçeklerine yönelerek yapmalıdır. Hani AB’ye sürekli söylüyorlar ya, “Türkiye’nin gerçekleri vardır”, artık halkın gerçeklerini de göz önüne almalıdırlar. Öncelikle yıkılması gereken, “Ordu dine karşıdır“ imajı. Daha sonra bu baskınlardaki ihmal ya da ihanet, ne olursa olsun sorumluların yargılanmasını sağlamalı ve yıpranan prestijini acil bir şekilde yeniden sağlamlaştırmalıdır. Bu ordunun içindeki her kahramanın boynunun borcudur.

Eğer bu süreç, sadece sivil iradenin çaba ve gayretleriyle devam eder ve iddialar teker teker ispatlanırsa, insanların orduya bakışı asla eskisi gibi olamaz ve kurum olarak da bir çıkmaza girilir.

MERAL ERDOĞAN

14.08.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.