22 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Bırakın, çözmeyin başörtüsü sorununu...

YazIma; “başörtüsü konusu, üniversite öğrencileri için umutlu bir hamleye kavuşmak üzere iken, “ya kamusal alana da sıçrarsa?” sorusu ile kafa karıştırıcı bir düzleme iteklenmek üzere.” diye başlamıştım ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yapılan 5 sayfalık açıklama haberi geldi. “Türban serbestîsinin, Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı olduğu” bir muhtıra üslubu ile ihtar ediliyordu.

Zaten hep öyle oluyor. Temel insan hakları ve özgürlükler ile ilgili bir mesele, ne zaman makul bir atmosfer yakalasa, birileri hemen devreye giriyor. Üstelik bir de yaklaşan genel seçimin, siyasilerin, “oy getirecek her konuya el atma” iştahını kabarttığı düşünülürse, kafaların karışmaması mümkün değil...

Demokratikleşmeye en büyük direncin yüksek yargıdan geleceğini defaatle yazdık. Çünkü statükonun değişmesini, vesayet sisteminin sahipleri kabullenmeyeceklerdir.

Ancak bu başörtüsü konusunun, yeniden böyle tek başına ele alınması da yanlıştır. AK Parti bu yanlışa neden düşüyor anlayabilmiş değilim. Neden temel insan hakları ve özgürlükler açısından bir paket hazırlanmıyor, buna bir cevap bulamıyorum. Üstelik referandumda çıkan evet sonucunun getirdiği demokratikleşme rüzgârını kesmek için fırsat kollayan vesayetçilere, yeni bir mevzi açma fırsatı altın tepside sunuluyor.

AK Parti, acaba Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendi başına yaptığı çıkışlardan mı cesaret aldı? CHP’de genel başkan değişti ama Önder Sav değişmedi ki... Yani bir zihniyet değişikliği söz konusu değil. Klasik “laikçi” zihniyet hâlâ dimdik ayakta... İşte AK Parti heyeti dün CHP’yi ziyaret etti. Ne oldu? Eski hamam eski tas... CHP, dinle barışma noktasında ciddi bir arayış içine girmedikçe, Ergenekon davasında yargıya müdahale konumundan vazgeçmedikçe, kimse CHP’nin demokratikleşmeye omuz verebileceğini düşünmesin.

Ne yazık ki, bizim ülkemizde bazı kesimlerde çok ciddi bir din düşmanlığı var. Laikliği, dine ve dinî değerlere karşı bir dayatma aracı olarak alenen kullanıyorlar. İnançlara saygılı olma anlamındaki demokratik laiklikten rahatsız oluyorlar. Pes etmeye hiç niyetleri olmadığı için her fırsattan da istifade ediyorlar.

Başörtüsü konusu da onlar için özel yeri olan bir bahanedir. Türkiye’nin içeride ve bölgesinde yakaladığı nispi istikrarı bozarak, kavgaya zemin hazırlamaya çalışıyorlar. YÖK, ne güzel, makul düşünen çok geniş kesimin de desteklediği bir çözüm bulmuştu. “Üniversitelerde bir kılık kıyafet yasağı yok” diyerek üniversite yönetimlere hatırlatmada bulundu. Sınavlar için de benzer bir karar alındı. Baştan bazı tartışmalar, engellemeler olsa da, pek çok üniversitede sorun sessizce ve kendiliğinden çözülecekti. Devreye siyasiler girince, pazarlıklar, politik hesaplar, manevralar yine başımızı döndürmeye başladı.

Bu durumda ise daha önce olduğu gibi üzülen, kırılan gençlerimiz, kız evlatlarımız oluyor. Şahsen ben bu duruma artık tahammül edemiyorum. Gençlerimizin hissiyatı ile, psikolojisi ile, umutları ile artık oynanmasın. Gençleri hırpalayarak onların sorunları çözülemez. Onun için siyasîlerimize diyorum ki; bırakın, böyle çözecekseniz çözmeyin başörtüsü sorununu...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na da bir hatırlatmada bulunalım. Laikliğin temelini, devletin din hürriyetini sağlaması prensibi teşkil eder. Başörtülü kızların üniversitede ilim tahsili yapması lâikliği yıkmaz; cumhuriyete de demokrasiye de hiçbir zarar vermez. Onlar başlarını örtmeyi hem laikliğin, hem cumhuriyetin hem de demokrasinin korumaya aldığı din ve vicdan, hatta düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti içinde mütalâa ediyorlar.

Problemi çözmek isteyenler de meseleyi bu açıdan ele almalıdır. Yargıçlarımız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini ciddiye alıyorsa, Türkiye’ye verilen cezalardan üzüntü duymalı ve devlet için değil, adalet için yargı anlayışına geçmelidirler... Başörtüsü, bu ülkede bir kavga sebebi olmamalıdır.

Hüseyin Gülerce Zaman, 21.10.2010

22.10.2010


Bürokratik oligarşinin içinde de bir oligarşi varmış

YIllar önceki bir Davos toplantısında, bir yüksek bürokrat, Türkiye’nin düzenini şu fıkrayla anlatmıştı dünyanın her ülkesinden gelen girişimcilere.

Bir Cumhuriyet Bayramı geçit töreninde şeref tribünündeki devlet büyükleri ve yabancı ülkelerin büyükelçileri, askeri birliklerin geçişini izlemektedirler.

Bir ara en ağır silahlar ve savaş araçları geçmeye başlar.

Tanklar, zırhlılar, füzeleri taşıyan araçlar, zırhlılar...

Derken bunların arasında birkaç yüz sivil yürüyerek geçer.

Siyah elbiseli, koyu renk kravatlı 2-3 yüz sivil uygun adımla geçerler...

Bir büyükelçi yanında oturan dışişleri bakanına “Bu siviller kimdir, askeri geçit töreninde bunların işi ne” diye sorar.

Dışişleri bakanı acı acı gülümser, cevap verir:

- Bunlar en yüksek tahrip gücüne sahip silahlarımız... Bunlar yüksek bürokratlarımız...

Cumhuriyetimiz kendini “Sınıfsız, kaynaşmış bir kitleden oluşan halkın devleti” olarak niteleyerek yola çıktı.

Osmanlı aristokrasisini buharlaştırdık.

DEVLETİN SAHİPLERİ

Azınlıkların oluşturduğu eski sermaye sınıfını da çeşitli dönemlerde temizledik.

Bunların yerine asker ve sivil “Bürokratik oligarşi”yi ikame ettik. “Yoktan var edilmiş ilk şehir”

Ankara’nın mülkiyeti de, intifa hakkı da bu kendine özgü aristokrasiye devredildi.

Sosyal Güvenlik’te bile “Emekli Sandığı” ile emeklilik oligarşisi yaratıldı.

Toplum sadece “Kentliler” ve “Köylüler” biçiminde sınıflandırıldı.

Demokrasiye geçildikten sonra da fazla bir şey değişmedi bu yapıda.

Dış politikanın ana çizgilerini onlar belirledi.

Eğitimin içeriğine seçilenler değil Talim Terbiye Kurulları karar verdi.

Siyasi partileri siviller kurdu ve bunları ya askerler ya da yargı kapattı.

Bu oligarşinin üyeleri “Devletin rutin dışı işleri”ni ya kendileri icra ettiler ya da taşeronlarla gerçekleştirdiler.

Cumhurbaşkanlarını korumakla görevli Muhafız Alayı’nın Cumhurbaşkanlarını derdest ettiklerini bile gördük.

Ankara’nın resmi ideolojisinin özü “Batılı olmak”tı.

TOTALİTER İDEOLOJİ

Ancak Ortadoğu’nun Baas rejimlerinde görülen bir totaliter ideoloji empoze edildi topluma.

“Kürt Realitesi” görmezden gelindi.

“Milli Dava” ilan edilen Kıbrıs kuşaklar boyu sürecek bir çözümsüzlüğe mahkûm edildi.

Laiklik inanç özgürlüğünün güvencesi olacakken, Devlet’in dini inançlara müdahale aracı olarak uygulandı.

Ankara’nın “Halk”a verdiği görüntünün ana öğeleri bunlardı.

Şimdi başka görüntüler de çıkıyor ortaya.

Meğer “Bürokratik oligarşi” de tek vücut değilmiş.

Meğer Emniyet MİT’i dinlermiş.

Meğer yargı bürokrasisi de parça parçaymış.

Meğer yargı bürokrasisinin de kendi içinde oligarşisi varmış.

Meğer yargının da tabanı ve tavanı varmış.

Bütün bunlar herhalde değişecek.

Türban konulu tartışmalarla iş uzatmalara aktarılsa bile sonunda mutlaka değişecek bu yapı.

12 Eylül Anayasa referandumunda işaret fişeği atıldı neticede...

Mehmet Barlas Sabah, 21.10.2010

22.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.