07 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Geçmişinden korkanlar ya da Wikileaks!

BU yakınlarda öğrendim. Ankara’da bir zamanlar devletin güvendiği, yaşlı başlı emekli diplomatlarımız sabah vakti resmi arabalarla toplanır, Genelkurmay’da ya da bir başka yerde devlet arşivlerine yollanırmış.

Mesaileri, ‘özel görev’miş!

Resmi tarihimize aykırı düşebilecek ‘sakıncalı’ belgeleri arşivlerden ayıklamak diye tarif edilebilecek bu ‘özel görev’ halen devam ediyor mu, bilmiyorum.

Yine devleti bilen güvenilir bir kaynak anlatmıştı.

1950 yılı Mayıs ayı.

DP tek başına seçimleri kazanır ve Türkiye’de siyasal iktidar ilk kez halkın oyuyla el değiştirir. Onca yıl kendini devletle özdeş kılmış CHP’nin tepelerindeyse telaş rüzgârları esmektedir.

CHP’li İçişleri Bakanı görevini DP’li bakana devretmeden önce, zamanın önde gelen resmi tarihçilerinden bir ikisiyle birlikte İçişleri’nin arşivine girer, tarama yapar ve DP’nin eline geçmesini istemediği bazı belgelerden ‘temizler’ bakanlığının arşivini...

Devletimiz böyledir.

Geçmişten korkar!

Gerçek korkusu vardır. Çünkü kirleri de vardır, kendi ürettiği ‘katilleri’ de vardır o geçmişin. Bu nedenle devletimiz bizim geçmişimizi bize gerçeklere göre değil, kendi istediği gibi anlatır.

1960’ların başında ben siyaset bilimi okudum Ankara’da.

Dört yıl boyunca Mülkiye’de kimse bana örneğin Kürtleri, Kürt isyanlarının nedenlerini, Alevileri ve inançlarını, bu ülkenin toplumsal dokusuyla kimlik meselelerini öğretmedi.

İstiklâl Mahkemeleri’nin derinliklerine ışık tutan olmadı.

Otoriter laiklik anlayışının inançlar üstündeki baskısını öğrenmedim.

1915’in gerçek yüzünü, Ermenilerin acılarını kimselerden duymadım.

Dersim’e gelince isyandı, o kadar.

Oysa Dersim isyan değildi.

Ve Dersimliler, eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, tanık olarak, 1986’da Kemal Kılıçdaroğlu’na itiraf ettiği gibi, “Sığındıkları mağaralara zehirli gaz sıkılarak fareler gibi” öldürülmüştü.

6-7 Eylül de bizim tarih kitaplarının yazdığı gibi değildi. 1950’lerin başında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik pogrom, kontrgerilla ya da güncel deyişle ‘derin devlet’ tarafından düzenlenmişti.

Bize bunlar öğretilmedi.

Resmi tarih bunları yazmadı.

Karanlıkta tutulduk.

Osmanlı tarihine ilişkin, İstiklal Savaşı’yla Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ilişkin, Atatürk’e ve yakın tarihimize ilişkin arşivlerdeki gerçekler ya gizlendi, ya imha edildi.

İttihat Terakki’den başlayarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bulaşan ‘kirler’den bugün bile hâlâ tam temizlenemedik.

“Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” zihniyetinin ürünü olan siyasi cinayetler bugünlere kadar sarktı ne yazık ki, demokrasi ve hukukun kolunu kanadını kırarak...

Uzun lafın kısası:

Yalanda yaşatıldık.

Yalanda yaşayan çoğu insan gibi, toplum olarak da kendi kişiliğimizi bulamadık, olgunlaşamadık. Bu yüzden de iç huzuruna eremedik, iç barışımızı yakalayamadık.

Kendilerini Cumhuriyet devletiyle özdeş kılmış olan asker-sivil elit, rejim üstündeki kendi egemenliğini, kendi imtiyazlı durumunu devam ettirmek için Kemalizm adı altında tarihi gerçekleri sürekli çarpıttı.

Böylesini uygun gördüler bize...

Hayatın gerçekleri zorladıkça da, arşivlerin üstüne kilit üstüne kilit vurdular, yetmedi, arşivleri tarayıp belgeleri yok ettiler.

Ama gerçekten kurtuluş yok.

Sonunda enseliyor insanı!

Nitekim, neyin ne olduğunu arşivler hâlâ açılmasa da öğrenmeye başladık.

Geçmişi öğreniyor ve sorguluyoruz. Geçmişle yüzleşmeye de başladık.

Bu süreç artık durdurulamaz. Geçmişi tüm boyutlarıyla öğrenip kavradıkça, geçmişin yükünden kurtuldukça, daha güzel bir geleceğin yollarında yürüyeceğiz.

Farkındayım, böylesine satırlar ilk kez yazılmıyor bu köşede.

Kim bilir kaç kez yazdım.

Ama bu seferkini Wikileaks’e, belki daha doğru deyişle Ankara’daki bir Amerikan diplomatına borçluyum.

Wikileaks’ten öğrendim.

Ankara’dan Washington’a gönderdiği bir yazıda, entelektüel derinliği olduğu anlaşılan o Amerikalı diplomat, Türkiye’de resmi tarihçiliği eleştiriyor.

Ve gerçekler karşısında kafasını devekuşu gibi kuma gömen bu anlayışı, 1991’de tarihe karışan Sovyetler Birliği’nin totaliter tarih anlayışına benzetiyor.

Demiş ki gizli telgrafında:

“Türkiye’nin resmi tarihi katı tabular, inkârlar, korkular ve mecburi kılınmış kaba tahrifatlarla dolu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi tarihçiliğin bu halleri, eski Sovyetler’in akademik dünyasında anlatılan eğlenceli bir fıkrayı hatırlatıyor.

Sovyet Komünist Partisi’nin tarih fakültesindeki yetkilisi, parti kadrolarını ideolojik tehditler konusunda uyarırken, ‘Gelecekten kuşkumuz yok, o biliniyor. Ama geçmiş, o Allah’ın belası geçmiş yok mu, sürekli değişiyor’ diye yakınır.”(...)

Hasan Cemal, Milliyet, 5 Aralık 2010

07.12.2010


Karanlıklar aydınlansın

BU tam anlamıyla tarihin zembereğinin boşalması; yakın gelecekten hatta dünden başlıyor, sonsuz geçmişe kadar gidiyor, bütün karanlık perdeler arka arkaya açılıyor; karanlığın oyuncularını açık ederken 21. yüzyıla geçmişin ışıklarını, iyiliklerini de bırakıyor.(...)

Mesela Türkiye çok yakında vizyona gidecek olan Hür Adam filmi vesilesiyle Said Nursi’yi (Bediüzzaman) tartışmaya başlayacak. Said Nursi’nin hayatı bize 1960 ihtilaline kadar olan zamanı—adeta—anlatır. 1877 yılında Bitlis’in Nurs köyünde başlayan Said Nursi’nin hayatı, çok ironik bir şekilde, 1960 yılında biter. 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat eden Said Nursi’nin naaşı, 12 Temmuz 1960’da Urfa Halil-ur Rahman Dergâhı’ndan alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. (Isparta olduğu söylenir.) Bu arada nasıl bir hınçsa askerî yönetim naaşı ortadan kaldırmakla yetinmez, mezarı da yıkar. Amerikancı ve darbeci askerlerin Said Nursi’ye duydukları öfke ve yok etme hırsı aslında bu ülkenin gayrı resmî tarihine duydukları öfkedir. Çünkü Said Nursi’nin “Eski Said” olarak nitelendirilen dönemi ve bu dönemdeki mücadelesi, Türkiye’de 1908 devrimi ile 1923 arasındaki farkı anlatır. Ama bundan öte, Eski Said dönemi, tek bir ırka dayalı baskıcı bir rejimin, halka ve onun temel inançlarına rağmen, bu topraklara dayatılmasına karşı da mücadeledir.

Said Nursi 1908 devriminde İstanbul’daydı. İkinci Meşruiyet’in yeni imkânlar yarattığına inanıyordu. Kurucusu olduğu İttihad-ı Muhammed Fırkası 1909’daki 31 Mart Vakası’ndan sorumlu tutuldu. Aslında dönemin bir çok İslamcı aydını gibi Said Nursi de, 1908 devriminin gerçekte Anadolu halkına dayandığını, yani aşağıdan gelen bir hareket olduğunu ve bundan dolayı önlerine, önemli ölçüde, siyasi mücadele imkânı açtığını düşüyordu. Aykut Kansu’ya göre, 1908 devrimi bir Anadolu ayaklanmasıydı. 1908, Anadolu’da azınlıkların ve Müslümanların birlikte, daha o zamanlarda ortaya çıkmaya başlayan, baskıcı ve tek bir ırka dayalı toplum kurma iradesine karşı ayaklanmasıdır.

1906 yılının kışı Erzurum... İki Ermeni genç kız boylarınca karı yararak ayaklanmanın başı Hacı Arif Ağa’ya bir ulak götürüyordu... Bu ulak, 1908 devrimine giden yolu açtı. Peki, niye 1908 devriminde Müslümanlarla birlikte ayaklanan “azınlıklar” sonradan memleket düşmanı(!) olup memleketlerinden sürüldüler. 1923’te aslında ne oldu; devrim, 1908 miydi, 1923 mü... CHP niçin ve neyin devamı olarak kuruldu?(Ertem; 2009) Sanıyorum Said Nursi’nin “Eski Said” olarak nitelediği ve 1923 yılına kadar süren döneminde bu önemli “gayrı resmî tarih” sorusunu gündeme getireceğiz ve cevabını arayacağız.

Said Nursi Cumhuriyet’le birlikte “yeni” bir döneme adım atar ve doğduğu topraklara geri döner. Bundan sonra, fiili siyasetten daha çok, yazmak ve yazdıklarını yaymak, anlatmakla örülü bir yaşamı tercih eder. Ama bu yaşam, özünde “Eski Said” döneminden daha tehlikeli bir kapıyı açar ona. Çünkü baskıcı yönetim resmî ideoloji dışında her şeyi düşmanlaştırarak, o yıllarda hızla faşizme giden Avrupa ile birlikte, diktatörlüğün bütün tuğlalarını yerine koyuyordu. Said Nursi için bu dönem, baskı, hapis ve sürgün demektir. Zaten öğretileri 163. Madde ile yasaklanır. Ama bu dönemde, Türkiye’nin solcu aydınları da sınırsız zulüm gördüler ve hiç durmayan uydurma davalarla başlarını kaldıramadılar. Rejim tıpkı “Komünizmle Mücadele Dernekleri” gibi, “Nurculukla Mücadele Komiteleri” kurdu. Askerî vesayet rejimi kimi zaman da doğrudan askerî diktatörlüklerle, ABD hegemonyasını arkasına alarak ülkeyi işbirliği içindeki yerli sermaye güçleriyle yağmalarken, ülkenin solcu ve İslamcı aydınları “hain” ilan edildi ve hapislerde çürütüldü. Hatta rejim bunların mezarlarına bile tahammül edemedi. Nâzım’ın mezarı bir türlü vasiyet ettiği gibi memleketinde ulu bir ağacın gölgesini göremedi. Said Nursi’nin mezarı ise hâlâ ortada yok. Şimdi zamanıdır bu ışıkların gün yüzüne çıkmasının...

Cemil Ertem, Taraf, 5 Aralık 2010

07.12.2010


İdeolojik eğitim tarihi de, bugünü de çarpıtır...

GELECEKLERİNİ yönlendirmeye güç bulamayan toplumlar geçmişlerini değiştirirler.

Hasan Cemal dün Milliyet’teki yazısında hem bizden hem de Sovyetler’den örnekler vererek, geçmişin nasıl değiştirilebileceğini anlatmıştı.

Diyordu ki: “- 1960’ların başında ben siyaset bilimi okudum Ankara’da. Dört yıl boyunca Mülkiye’de kimse bana örneğin Kürtleri, Kürt isyanlarının nedenlerini, Alevileri ve inançlarını, bu ülkenin toplumsal dokusuyla kimlik meselelerini öğretmedi.

İstiklâl Mahkemeleri’nin derinliklerine ışık tutan olmadı. Otoriter laiklik anlayışının inançlar üstündeki baskısını öğrenmedim. 1915’in gerçek yüzünü, Ermenilerin acılarını kimselerden duymadım.”

Sonra da Wikileaks’teki bir Amerikan diplomatına ait belgeyi aktarıyordu...

Allah’ın belası geçmiş

Şöyle yazmış bu diplomat Washington’a gönderdiği gizli telgrafında :

“- Türkiye’nin resmi tarihi katı tabular, inkârlar, korkular ve mecburi kılınmış kaba tahrifatlarla dolu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi tarihçiliğin bu halleri, eski Sovyetler’in akademik dünyasında anlatılan eğlenceli bir fıkrayı hatırlatıyor.

Sovyet Komünist Partisi’nin tarih fakültesindeki yetkilisi, parti kadrolarını ideolojik tehditler konusunda uyarırken, ‘Gelecekten kuşkumuz yok, o biliniyor. Ama geçmiş, o Allah’ın belası geçmiş yok mu, sürekli değişiyor’ diye yakınır.”

Genel olarak “İdeolojik tarih yazımı” olarak nitelenen bu durumun ana dayanağı da “İdeolojik eğitim”dir.

Askeri demokrasi yok edilmeye çalışılırken veya juristokrasinin demokrasi üzerindeki vesayetine son verilmeye çalışılırken, okullardaki “Müfredat”ı belirleyen kurumların ideolojik tarih ve bugün öğretisini sürdürmeleri gözden kaçırılır.

Eğitimin gücü

İdeolojik eğitim dünü değiştirmekle kalmaz.

Bugünün gerçekleri de çarpıtılır.

Kendilerini resmi ideolojinin muhafızları olarak gören siyasi partinin veya bürokratik oligarşinin onaylamadığı siyasi partiler seçim kazandıkları zaman, halk cahil ve bilinçsiz olarak ilan edilir.

Eğer Cumhuriyet Muhafızları şu ya da bu şekilde iktidarda iseler, Amerika “Stratejik Müttefik” olarak görülür.

Washington’dakilerin “Bizim çocuklar” olarak gördükleri bu kadrolar, dış politikanın eksenini de Washington saatine bakarak belirlerler.

Ama kazara halkın seçtiği iktidar iş başındaysa bunlara “Amerika’nın kuklaları” diye damga vurulur.

Sonra da “Amerika bunları ne zaman devirecek” beklentisi başlar.

Kendilerine güvenmezler

Bunlar kendilerini Atatürkçü olarak görürler ve sunarlar.

Atatürk’ün “Türk övün, çalış, güven” söylemini kutsarlar.

Ama asla kendi halklarına güvenmezler.

(...)

Bu ideolojik öğretiye göre köprüler tuzak, enerji üretimi doğanın katli, kentleşme de yozlaşmadır.

Bu gerçekleri artık hepimiz biliyoruz.

Ama dünün ve bugünün gerçeklerini değiştiren “Tarih ve Toplum Mühendisliği Okulu” mezunlar vermeyi sürdürüyor.

(...)

Ne dersiniz?

Bugün siyaset bilimi okuyanlar, Hasan Cemal’in 1960’larda o okulda öğrenemediklerini, 21’inci yüzyılda aynı okulda artık öğreniyorlar mı?

Mehmet Barlas Sabah, 6.12.2010

07.12.2010


İleri demokrasi...

ALTI yıldır TBMM’de uyuyan Sayıştay Yasa Tasarısı nihayet kabul edildi. AB ile uyum çerçevesindeki bu yasa, sorumluluk alanı genişleyen kuruma hukuki ve yapısal zemin sağlayacak...

... ve denetim uygulamalarını ilgili uluslararası standartlarla uyumlaştıracaktı.

Peki, öyle mi oldu? Dünkü Star Gazetesi’nden okuyalım: “Yeni Sayıştay Kanunu’na askeri harcamaların denetlenmesi hükmü konuldu.

Ancak askeri denetimler bugün olduğu gibi yine gizli kalacak. Askeri harcamaların denetim kapsamı genişletilirken, denetimin nasıl olacağı gizli bir yönetmelikle belirlenecek ve raporlar vatandaşa duyurulmayacak.”

Gizli yönetmelikleri kim hazırlayacak?

“Yönetmelik Genelkurmay görüşüyle hazırlanacak...” Değişen bir şey oldu mu?

Soruya BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan cevap veriyor: “Şu anda askeri harcamalar gizli bir yönetmelikle denetleniyor. Açıklanmıyor.

Yine gizli yönetmeliğe göre bu denetim yapılacak. Üstelik yönetmeliği yürütme görevi olan Bakanlar Kurulu yapacak. Hiç olmazsa yönetmeliğin Meclis tarafından yapılması gerekirdi.

Eski düzen yeniden devam edecek...”

***

AB’nin “şeffaflık ilkeleri” yerine “askeriyenin nabzını tutma” konunca, durum bu oluyor...

25 Ekim tarihli Zaman Gazetesi’nin “Sayıştay Yasa Tasarısı” ile ilgili manşeti nasıldı?

“Korsan önergeyle askerî malları denetimden kaçırma girişimi”... Alt başlıkta şöyleydi:

“Meclis Genel Kurulu’nda kimin hazırladığı belli olmayan isimsiz ve imzasız önerge elden ele dolaşmaya başladı. Önergeyle, denetimin Silahlı Kuvvetler’in görüşü doğrultusunda yapılması isteniyor. Bunun için de Bakanlar Kurulu’nun yönetmelik çıkarması talep ediliyor. Benzer talebin askerî kanat tarafından daha önce AK Parti’ye iletildiği ancak kabul görmediği belirtiliyor.”

Aradan geçen zaman içinde askeri talebin kabul gördüğü anlaşılmakta. İdarelerin, siyasi çıkar hesaplarından bağımsız ve keyfi harcamalarını önlemeyi amaçlayan en kritik maddeleri olan “performans kriteri” böylece hacamat edilmiş oldu. Canına yandığımın “ileri demokrasisi”...

***

Türkiye halkının vergilerinin askeriye tarafından nasıl harcandığı saydam bir şekilde denetlenemiyor ama bir avuç öğrenci biber gazı eşliğinde eşek sudan gelinceye kadar coplanıyor...

Haftasonu tüm haber kanallarında protestocu öğrencileri devletin “ölçüsüz şiddet” kullanarak nasıl patakladığını görüp durduk.

Bu manzaralar “ileri demokrasi” gereği mi?

Hem yumurta attırmadan, hem de şiddet kullanmadan bu önlenemez mi?

Askeriyenin harcamalarını denetlemekteki AB uyum yasalarıyla da çelişen “aşırı özen” neden öğrencilerden esirgeniyor?

***

Tabii “ileri demokrasi” sadece “yönetime” ait bir mesele değil...

Birbirini hiç tanımayan Bursaspor ve Beşiktaş amigolarının durup dururken öldüresiye birbirine girişmelerinin söz konusu olduğu bir ülke burası... Hukuk yerine kaba güç çok daha etkin bir şekilde egemen...

Toplumsal yapının “kanunla, emirle, tüzükle” düzelmeyeceği de ortada...

Zaten AB’nin önemi de burada, toplumu “demokrasi ve hukuk” üretecek noktaya üretim ilişkilerini dönüştürerek taşıma kabiliyetinde...

Ama Meclis’te altı yıldır yatan ve kadük edilen Sayıştay Yasa Tasarısı’nın gösterdiği gibi AB reform süreci mışıl mışıl uyutulmakta...

***

(...)

“İleri demokrasi” konusunda samimi iseniz askerlerle uzlaşmayın ve AB reformlarına hız verin... Bir de sizi kızdıran öğrencileri ikide bir dövüp hırpalamayın...

Mehmet Altan Star, 6.12.2010

07.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.