Lahika |
İhyâ-i dinle olur bu milletin ihyası
İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, No: 60 *** Din ile hayat kâbil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler. Şu Jön Türkün hatâsı: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti. Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi, Medeniyet sistemi (HAŞİYE) bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi. Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı. Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkîsi. İhmâli nispetinde idi milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi. Hâşiye: Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekerâtta olan dinsiz, zalim medeniyete bakıyor. Sözler, Lemaât, s. 1166 *** Hem nev-î beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musîbetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok... Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak. Hutbe-i Şâmiye, s. 30-32 *** (Birinci Meclis’e hitaben yazılan bildiriden) Hâmisen: Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır. Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azim ve sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler. Sabian: Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş. Sâminen: Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydâne ve ihmalkârâne, müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere mâruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir. Tâsian: Sizin bu İstiklâl Harbindeki muzafferiyetinizi ve âli hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden seven cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisalle onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu frenk mukallitleri avâm-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfi olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecek.
Mesnevî-i Nûriye, s. 85; Tarihçe-i Hayat, s. 220
LÜGATÇE
ihyâ-i din: Dinin ihyası, canlanması. temessük: Yapışma, sarılma. terakkî: İlerleme. tedennî: Gerileme. tenâsi: Unutmak. şeâir-i İslâmiye: İslâma ait semboller. an’ane-i müstemirre: Devam edegelen, yerleşmiş gelenekler. lâakal: En azından. ihtiyâcât-ı ruhiye: Ruha ait ihtiyaçlar. hâcât-ı dîniye: Dinî ihtiyaçlar. inşikak-ı asa: Birliğin bozulması, bölünme, ayrılma. tenfîz-i ahkâm-ı şer’iye: Dinî hükümlerin yerine getirilmesi. gayr-i mahdut: Sınırsız. tehavün: Önemsememek, aldırış etmemek. teşcî: Cesaretlendirme. |
09.12.2010 |
Zerrât-ı vücûd tâifesi
(Na’büdü Mütâlâaları-2) Fâtiha’nın beşinci kelimesinde okuduğumuz Na’büdü mütalâasında ilk tâife vücudumuzdaki zerrât ve havâssımızdır.1 Hayretimizi çeken, zâhiren küçük, ama hakîkaten, vazîfeten ve keyfiyeten büyük bir âlem olan vücudumuzun zerrâtı, bütünüyle zâhirî havâssımıza varıncaya kadar tâife tâife ubûdiyet vazifesi ve şükran ile meşgul; dışarıdaki âlemden daha muazzam bir cemaat. İşte bütün zerrelerimiz, bütün duygularımız Hâlıkımızın rubûbiyetine karşı itaat ile istiânelerini ve ihtiyaçlarının lisan-ı hâlleri ile hep beraber istiâzelerini yaparlar. Bu şekli ile Rablerinin emir ve iradesi istikametinde hareket ettiklerini ifade ederler. Her anda dahi Rablerinin inâyet ve rahmetine muhtaç olduğunu izhar ederler. İnsan vücûdu hakikaten büyük bir zerrât taifesi. Bu tâifedeki her bir zerrâtın vazifeleri ile yaptıkları ve istimâl edildikleri işler fevkalâde hayret vericidir. Böylece keyfiyeten büyük bir âlem olan vücûdumuzun zerrâtı ile bilinen, görünen havâssımıza varınca kadar bütün tâife ubûdiyet-i İlâhiye içindedir. Bu şükran ibadeti ile meşgul olan muazzam vücûddaki tâifeler ise, dışımızdaki o büyük âlemden daha muazzam bir cemaattir âdeta. Evet âdeta; “bir küçücük kâinat hükmünde o cemaat-i uzmada her bir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle ‘İyyake na’büdü ve iyyake nestaîn’ diyerek emir ve irade-i İlâhiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve merhametine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar” 2 İşte esasında zerrâttan mürekkep insan vücûdu, kendisini teşekkül eden zerrâtın şahs-ı mânevîsi namına, yani kendindeki bütün zerreler, kuvveler ve duygular namına Hâlıkının terbiye ediciliğine mukabil itaat ediyor. Aynı zamanda ihtiyaçlarının da lisan-ı hâliyle “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diye taleb, duâ ederek Rabbinin emir ve iradesine göre hareket ediyor. Her anda Hâlık’ının inâyetine ve aynı anda merhametine ve yardımına muhtaç olduğunu görmesi mânâsı ile de, zerrâttan mürekkep vücûd tâifesi âdeta ibadetini yapıyor. Vücûd tâifesinin zahiri kendisidir. Batını ise maddî ve mânevî cihâzatdır. Midenin içindeki bir kısmı ve bu kısmın teşekkülündeki zerrât; midenin bütünündeki zerrât ile beraber iç organlarımızdaki zerrât ve nihayet bütün vücuddaki zerrât tâifesi, mütedahil dairelerden teşekkül eden kocaman bir şahs-ı manevî tâifesi olarak karşımızda, yanımızda yani içimizdedir. İçimizdeki bu taifenin his ve havâss dairesi ise daha dikkat çekicidir. Tesbitinde zaman zaman aciz kaldığımız bu havâssımız bizi mânâ âlemlerinde seyâhat ettirir. Bizim beş veya on olarak bildiğimiz ancak Üstadın yirmi olarak tesbit ettiği bu hislerimizin en genişlerinden kalb ve hayâl, başlı başına sınır ve had konulamayanlarıdır. İşte bu kalb ve hayâl âlemimizdeki tâifeler, ne kadar da dışarıdakilerin içeride tersimi, tasavvuru da olsalar, yine de içimizde değiller mi bu hayâlleri ile? Dilimiz, burnumuz, kulağımız, gözümüz, elimiz vs. gibi uzuvlarımız ile afakî âleme temas eder, enfüsî âlemde tefekkür ederiz. Bir çiçeği koklama temasının sonrası tahakkuk edenler; işittiğimiz sesin kendisinin vücudumuzun dışarısındaki ve içerisindeki halleri ve hakezâ bütün bunlarda istimal edilen zerreler, âlemler, tâifeler ile hep beraber “iyyake na’büdü ve iyyake nestaîn” mânâsının tecellisine ne kadar güzel ve münasip mâsadak oluyoruz.3 İşte zikredilen bu zahiren küçük ama mükemmel “dairede, kalbim(iz)deki lâtife-i Rabbaniyem(iz), ‘Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” o cemaat namına diyor.4 Böylece vücudumuzdaki maddî ve manevî zerrât âdedince ve onlar namına istiâne ve istiâzeyi ifade etmiş oluruz. Bu da kâinatın halifesine lâyık ve şayeste bir vaziyet olur. Na’büdünün bu ikinci taifesinin mütâlâası bizi vücûdumuzun zahirinden batınına; batınının batınından en zahirine kadarki halkalarına, cesedimizin cüz’ünden küllüne varıncaya kadar teşekkül eden tefekkür dairelerinde seyahat ettirdi. Hâzâ min fazli Rabbi...
Dipnotlar: 1- İşaratü’l-İ’caz, B. Said Nursî, Sh. 42. 2- Şuâlar, B. Said Nursî, sh. 958. 3- Kokunun kendisi ve naklinde istimal edilen, Allahu â’lem, esir maddesine varıncaya kadarki malzemelerden teşekkül eden zerrât ile bu zerrâta muhatab olan insan beraberce “iyyake na’büdü veiyyake nestâin” derler. Aynen bunun gibi kulağımıza gelen sesin teşekkül ve tahakkuk malzemeleri, kulak ve muhteviyâtı, beyin ve muhteviyatı, vs. bunların hepsi ve vekâleten insan beraberce “iyyake na’büdü veiyyake nestâin” derler. Böylece havâssımızın bütününe teşmil edebileceğimiz tefekkür ile marifetullah mümkündür.
4- Mektubat, B. Said Nursî, sh. 669.
MEHMET ÇETİN |
09.12.2010 |