Detaylı bilgi için TIKLAYIN
      "Gerçekten" haber verir 27 Ocak 2006

Eski tarihli sayılar

 
 

Enstitü

 

İyilik haddi aşarsa, kötülük doğurur

Günlük yaşantıda bizim değer yargılarımızın belirlediği iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının çerçevesinde bazen iyi ya da doğru olarak adlandırılan fiillerin de ölçüsünü aşması halinde, bizi, istikametten ve vasattan uzaklaştırdığı gözlenmektedir.

Hayatta her şeyin ideal olanını, sırat-ı müstakimi ya da doğru yolu temsil eden vasatı maksimum ya da minimum değerler değil, optimum ölçüler ifade etmektedir. Meselâ, su çok faydalı bir nimettir ancak bu ne kadar su içebilirseniz o kadar için anlamına gelmez; fazlası çatlatır. Bal faydalı bir gıdadır, ancak ölçüsüz bir şekilde ve aşırı miktarda alınırsa şeker komasına sokar. Dolayısı ile hayatta her işleyişin, her halin bir optimum noktası, yani fayda ve zarar eğrilerinin kesiştiği bir vasat noktası vardır ve buna riayet edilmelidir.

Günlük olaylarda ve bedenle ilgili işleyişlerde kendini gösteren bu hal, davranışlarda, tavır ve hareketlerde de dikkate alınması gereken bir ölçü ortaya koymaktadır. Ahlâkî anlamda iyi olduğu ifade edilen her hal ne boyutta uygulanırsa uygulansın hep iyidir denemez. İyilik şeklinde ifade edilen tavırların da bir vasatı, yani zamana ve şartlara uygun bir ölçüsü olmalıdır. Meselâ, hoşgörü ve esneklik çok takdir edilecek ve insanî açıdan üstün meziyetler şeklinde ifade edilecek tavırlardır. Ancak sonuna kadar, her ne olursa olsun hoşgörü ile yaklaşmak ve her tavrın ortaya koyduğu duruma uyum sağlayacak bir esneklik göstermek kişiyi ya da toplulukları kendi kimliğinden ve kişiliğinden uzaklaştırabilir. Zulme rıza gösteren dehşet verici hal ile yüzleştirebilir ve daha da kötüsü, bu damar vasıtası ile zulüm bizzat mazlûmlar ya da mazlûmların tarafında yer alanlarca uygulamaya konulabilir. Bu noktada samimiyet de hafifletici ya da kişiyi temize çıkarıcı bir unsur değildir. Böyle bir durumda işin en kötü yanı kişinin duygu, ruh ve inanç boyutunda iyiliğin ve iyilerin yanında olmasına rağmen, netice ve sonuçlar itibarı ile kötülüğün ve kötülerin yanında muamele görecek olmasıdır. Bu anlamda hayat yolculuğunda hepimizi büyük bir hatar ve çetin bir imtihan beklemektedir. İnsanlık tarihi ve yakın tarihimiz, felsefe ve nübüvvet yolu ayrımı içinde nübüvvet tarafında yer alıp, ancak uygulamaları ile istemediği halde hoşgörü ve esneklik gibi güzel hasletlerin ölçüsüzlüğü sebebiyle nefis ve şeytanın alt yapısını inşa ettiği felsefe tarafına hizmet etme, fiilen onların tarafında yer alma ve dehşet verici makamlara gelme örnekleri ile doludur. Bu hallerde bizzat kötülüğe niyet ve olmadığı halde iyilik saiki ile kötülüğün karşısında gereken izzet ve azametin, bunların uzantısında yer alması gereken celâl tecellisi ve salabetin ortaya konamaması sebebiyle ortaya çıkan bir tablo yaşanmaktadır.

Hayat cemal ve celâl dengesi ile istikametini bulan pozitif ve negatiflerin ortasından geçen, hatta doğruyu takip edebilen bir yapıdır. Cemalin tek başına istikameti ve vasatı bulmaya yetmediği bir tarz ile mülk âlemi yaratılmıştır. Her şeyin bir denge ve ahenk içinde yer alması gereken varlık âlemi ölçüsüzlük ve her şekildeki aşırılıklara, işleyişi içinde olumsuz karşılık veren bir yapı sergilemektedir. Meselâ, aşırı hoş görü ve esneklik içinde her şeye ve herkese uyum sağlama endişesi taşımak ve bunu maslahat için yapmak Âlemlerin Rabbi yerine insanları razı etmek endişesi gibi ürpertici bir sonuç doğurabilir. Namusuna ve mukaddesatına sövüldüğü anda tebessüm etmek ya da güleryüz göstermek en çirkin ve nefret verici hallerden biridir. Oysa tebessüm ve güleryüz bütün dinî ve ahlâkî öğretilerin en başta teşvik ettiği davranışlardandır. Doğru söylemek en temel ahlâkî davranıştır, ancak mahrem sırları ortaya dökmek şekline dönüştüğünde en çirkin fiillerdendir.

Dindar bir insanın ya da idarecinin dikkat etmesi gereken en önemli konulardan biri esneklik ya da hoşgörü ile hareket etmek düşüncesi ile kendi değerlerini ve prensiplerini ayaklar altına almak gibi bir hâle düşmemektir. Kimliğini, çizgisini ve kişiliğini kaybetmişlik kişiyi her türlü kötülüğe alet haline getirebilir. Ayrıca Kâinat Sultanı'nın yanında ve zaman zaman O'nun rağmına başka hatırları ön plana çıkarmak gibi özünde çok edepsizce olan bir tavrı netice verebilir. Her şeyin bir haddi ve vasat mertebesinin var olduğu, kâinat kitabının en belirgin cümlelerinden olmalıdır. Her konuda haddi aşma imkânı vardır. İyilik de haddinden geçerse ve vasat mertebesinden uzaklaşırsa kötülük doğurur.

27.01.2006


 

Risâle-i Nur ve Hz. Ali

Risâle-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali'ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risâle-i Nur'da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali'dir.

1 Bu çalışmamızda, Risâle-i Nur'da Hz. Ali'nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali'nin Risâle-i Nur'la olan ilgisi üzerinde durulacaktır.

Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt'in mânevî şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali'ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli sebebi, İslâm tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur'ân ve İslâm'a hizmet metodu ve misyonunun Risâle-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.

Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risâle-i Nur ve Risâle-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi mânevî bir münasebet görür. Bu hususta Risâle-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan "Sekizinci Şuâ", "On Sekizinci Lem'a", "Yirmi Sekizinci Lem'a" ile Gavs-ı Azam'ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki "Sekizinci Lem'a"da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.

Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali'nin mânevî bir evladı, Al-i Beyt'in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: "Gerçi manen ben Hz. Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam'ın bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt'ten sayılırım."2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3

Bediüzzaman'ın yukarıdaki mânâyı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazali'den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali'den almıştır. "Demek İmam-ı Ali'nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali'nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır."4

Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslâm tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, mânevî olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber'i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s), Zeynelabidin (r.a.), Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali'nin dersini talim emiştir.5

İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz. Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Hz. Ali'nin, Risâle-i Nur'un üstadı ve kendisinin de hakaik-i imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risâle-i Nur'a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6

Nur Külliyatı'nda, "Risâle-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali'nin bir mânevî hediyesi ve eseri olarak" takdim edilir.7 Ayrıca " Nur Şakirtleri'nin üstadı İmam-ı Ali olduğu"8 ve "Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt'in esas olduğu"9 beyan edilir.

Hz. Ali, Risâle-i Nur'da, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın en mühim bir talebesi, Kur'ân ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt'in mânevî şahsiyetinin temsilcisi11 olarak vasıflandırılmıştır.

Risâle-i Nur'da; Peygamber Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali'nin çok musibet ve ithamlara maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i zandan kurtarmak için "Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir."12 mealindeki hadis-i şerif nakledilir.13

Ayrıca, Nur Külliyatı'nda, Hz. Peygamber'in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali'nin de içlerinde bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile "Hamse-i Âl-i Aba"dan sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali'yi istikbalde çıkacak olan dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade edilmektedir.14

Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in (a.s.m) Hz. Ali'nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e ait olduğuna, zira Hz. Ali'ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına dikkati çeker.15

Risâle-i Nur'da, halifeliğin kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali'nin kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şâyet onları ve onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali'yi, "olduğu gibi görünmeme", yani "takiyye" yaptığı şeklinde bir istifhamı ihtiva ettiği beyan edilir.16

Hz. Peygamber'in neslinin devam ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin "Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise Ali'nin sulbüne koydu" keza, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır" hadis-i şerifleri nakledilir.17

Bediüzzaman, Fetih Sûresi'nin son âyetinin18 Hz. Ali ile ilişkisini kurar. Bu âyeti; saltanat ve hilâfete tam liyakatle ve kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali'nin, (r.a.) gelecekteki durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar sebebiyle mesul olmadığını, isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19

İsm-i Azam'ın herkes için bir olmadığı, Meselâ Hz. Ali için İsm-i Azam'ın, "Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs" olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz. Ali'nin ismi geçer.20 Hz. Ali'nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu isimlerin genişçe izah edildiği "Esma-i Sitte" Risâlesi olarak bilinen 30. Lem'a'yı telif etmiştir.

Hz. Ali'nin, tahdis-i nimet olarak ilminin genişliğine ve şümulüne işareten "Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur." sözüne dikkat çekilir.21

Yine Risâle-i Nur'da, Hz. Ali, esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22

Bediüzzaman'ın vefatından önce talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda "Kur'ân'a hizmetteki acib ihlası nereden ders aldın?" mealindeki bir soruya cevap sadedinde "iki noktadan" diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali'nin ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için, namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhî'den niyaz etmiş.23 Yine aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslâm olarak nitelendirilir.24

Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'nin çok önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilâfet-i İslâmiye'yi Kur'ân'da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş olan "adalet-i mahza" esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu istikamette içtihadda bulunmuştur. "Cemel Vak’ası" olarak tarihe geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali'nin temsil ettiği "adalet-i mahza" ile muhaliflerinin temsil ettiği "adalet-i izafiye"nin çatışmasıdır. Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali'nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini beyan eder.25

Nur Külliyatı'nın en önemli Risâlelerinden olan Uhuvvet Risâlesi'nde, Hz. Ali ihlâs timsali olarak tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. "Bir vakit İmam-ı Ali bir kâfiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: 'Neden beni kesmedin?' Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim. O kâfir ona dedi 'Beni çabuk kesmen için (maksadım) seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.' dedi."26

Bediüzzaman sair İslâm âlimleri gibi Hz. Ali için, "Şah-ı Velâyet" ve "fütuhat-ı İslâmiye'nin pehlivanı" unvanını kullanır.27

Risâle-i Nur ile Hz. Ali arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman'ın, dolayısıyla "Nur Talebelerinin" evradları içine girmiş duâ metinlerinde görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.

a- Celcelutiye: Hz. Ali'ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risâle-i Nur ve müellifine olan işaretleri "Sekizinci Şuâ" ile "Yirmi Sekizinci Lem'a" da etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.

b- Ercuze: Hz. Ali tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslâm'ın ilk dönemi, hem de Risâle-i Nur'la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş malumat "On Sekizinci Lem'a" da yer almaktadır.

c- Sekine: Sükun ve itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali'ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı vahye31 dayanan, kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duâdır. İçerisinde 19 harfli 19 âyet bulunmakta olup, İsm-i Azam'ı da ihtiva ettiği rivâyet edilmektedir. Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32

d- Cevşenü'l Kebir: Matbu Cevşen'in hemen girişinde bu duâ ile ilgili olarak; "Hz. Peygamber'e (asm) Cebrail Aleyhisselam'ın vahiy ile getirdiği ve 'zırhı çıkar bunu oku.' dediği gâyet yüksek ve çok kıymettar bir münâcât-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin'den (r.a.) tevatürle rivâyet edilmiştir." notu bulunmaktadır. Bu duânın Peygamberimiz (asm) tarafından hususî olarak Hz. Ali'ye talim edildiği rivâyet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünnî ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü'l Kebir'i Ehl-i Sünnet'e tekrar tanıtır.33 Ve Cevşen'i Ehl-i Beyt'in mânevî gâyet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman, Cevşenü'l Kebir'i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu beyan etmektedir.35 Gerek Bediüzzaman'ın hayatında ve gerekse Risâle-i Nur'a menşe ve mehaz olması açısından Cevşen'in yeri ve etkisi büyüktür.36

e- Cifir ve ebced ilmi: Bediüzzaman'ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve cifir ilmidir.37 Hz. Ali'nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur Külliyatı'nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'ye atfedilen ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman'ın, küfrü mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve beraberliğe çağırma dâvâsında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şiî ve Alevî Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali'nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu etkili olmuş olabilir.39

Sonuç

Hz Ali'nin Risâle-i Nur'a bu derece alâkadarlığı ve Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'nin gerek şahsının sahip olduğu yüksek meziyetlerin ve gerekse hilâfeti zamanında uyguladığı "adalet-i mahza" anlayışının çağımız iman ve Kur'ân hizmetkârlarına numune-i imtisal olarak takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana ögesini ise "ihlâs "oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celâl-cemal, takdir ve ikazı içinde barındıran bir üslûpla, şöyle dile getiriyor:

"Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himâyetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz."40

27.01.2006


 

PORTRE: Hz. Hacer (?-?)

İsmail Aleyhisselâm'ın annesi ve Hazreti İbrahim Aleyhisselâmın eşi olan Hacer hakkındaki bilgiler daha çok kutsal kitaplara dayanmakta ve özellikle Tevrat'ta yer almaktadır.

Kur'ân-ı Kerim'de ise Hacer ismi geçmemektedir. Hacer ile ilgili bilgiler, daha çok Hazreti İbrahim ile evlenmesinden sonraya ait olduğundan, önceki hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Daha önce Firavun'un cariyesi olduğu nakledilmektedir.

Hazreti İbrahim'in dâvetine icabet etmeyen ve kendisini ateşe atan Nemrud'un kavmi ile birlikte helâk edilmesinden sonra, Peygamber ve eşi Sare kendilerine tabi olan az sayıdaki mü’min kafilesiyle yola çıkmış, bazı bölgeleri geçtikten sonra Mısır'a gitmişlerdir. Ancak burada da zulmüyle meşhur Firavun hüküm sürmektedir. Firavun, Hazreti İbrahim ve yanında güzelliği ile meşhur hanımı Sare'nin olduğunu haber alır almaz Sare'yi sarayına aldırmış ve haremine almak istemiştir. Ancak, Cenâb-ı Hak tarafından korunan Sare'ye hiçbir şey yapamamış ve kendisini serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Firavun, Hacer'i sarayına aldırdığı sırada, Hazreti İbrahim'e bazı hediyelerle birlikte Hacer'i de göndermiştir.

Mısır'ın da pek güvenli olmaması ve umduklarını bulamamaları üzerine Hazreti İbrahim buradan da ayrılarak Şam'a gitmiştir. Artık bundan sonra Hacer de kendileriyle birlikte yaşamaya başlamıştır.

Hazreti İbrahim ve Sare'nin uzun süren evlilikleri boyunca çocukları olmamış ve giderek yaşlanmaya başlamışlardır. İkisi de evlât hasretiyle yanmış ve bu nimetten mahrum yaşamışlardır. Özellikle Hazreti İbrahim Cenâb-ı Hakka sürekli yalvararak evlât vermesi için duâ etmiştir. Eşinin evlât hasreti çekmesine dayanamayan Sare, Mısır'dan getirdikleri ve Hazreti İbrahim'in hizmetkârları olan Hacer'le evlenmesine izin vermiş ve böylece nispeten evât hasretinş giderebileceğini ummuştur.

Hacer, Hazreti İbrahim ile evlendikten sonra, Cenâb-ı Hak onlara Hazreti İsmail'i ihsan etmiştir. Ancak yıllarca evlât hasretiyle yanıp tutuşan Sare, Hacer'i kıskanmaya ve çekememeye başlamıştır. Hazreti İbrahim'e bir evlât verememiş olması kendisini son derece üzmektedir. Hacer'i uzaklaştırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Nihayet Hazreti İbrahim'den onları başka bir yere götürmesini istemiştir. Hazreti İbrahim bir süre tereddüt geçirmiş, ancak Cenâb-ı Hak da vahiy yoluyla izin verince Hacer ve oğlu İsmail'i alan Hazreti İbrahim, eşi ve çocuğunu Mekke yakınlarına götürmüştür. Onları Kâbe'nin bulunduğu yere, Zemzem kuyusunun yakınındaki bir ağacın yanına bırakmıştır. Issız yerde, bir miktar su ve biraz hurma bırakarak yanlarından ayrılmıştır.

Hacer, Hazreti İbrahim'e; kendilerini hiçbir ekinin bitmediği, kimsenin yaşamadığı bu vadiye bırakıp gidecek misin diye sordu. İbrahim Aleyhisselâm da, kendilerini bırakmak zorunda olduğunu ve bunda Cenâb-ı Hakkın da rızasının bulunduğunu kendisine bildirmesi üzerine, Hacer de rahatladı.

Eşi ve çocuğunu bu ıssız ve kimsesiz yerde bırakmak zorunda kalan Hazreti İbrahim'e, bu durum çok zor gelmekteydi. Biraz yürüdükten sonra, Kâbe tarafına dönüp Cenâb-ı Hakka; "Ya Rabbi! Burayı, bu ziraatsız kurak Mekke beldesini âfetlerden ve düşmanlardan emin eyle. Emniyetli bir belde kıl ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak eyle… İsmail'i ve ondan vücuda gelecek olan evlâtlarımı, bu ekinsiz ve otsuz vadide, sadece Sana ibadet etsinler ve bu beldeler Sana hamd ve ubudiyette bulunanlarla şenlensin diye yerleştirdim…!" (Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Neşriyat, 1993, s. 249) "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, Senin hürmetli beytinin (Kâbe'nin) yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim. Namazlarını beytinin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye, ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (İbrahim 37) niyazında bulundu ve onları Allah'a emanet etti.

Hacer, oğlu İsmail ile birlikte ıssız Mekke vadisinde yalnız kaldı. Bir süre sonra Hazreti İbrahim'in bırakmış olduğu az miktardaki su ve yiyecekleri tükendi. Anne, oğlunun susuzluktan öleceği endişesine kapıldı. Çaresizlik içinde Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa gidip geldi ancak, suyu bulamadı. Yalnızların ve kimsesizlerin koruyucusu ve rahmet sahibi Cenâb-ı Hakkın inayetiyle, küçük İsmail'in bulunduğu yerden zemzem suyu fışkırmaya başladı. Hacer, Cenâb-ı Hakka şükretti. Suyun fışkırdığını görünce, "zem, zem" yani Mısır diliyle "dur, dur" demeye başladı. Peygamber Efendimiz (asm), "Allah İsmail'in annesine rahmet etsin. Eğer suyun önünü kapamasaydı zemzem akıp giden bir ırmak olurdu" diye buyurmuştur. Hacer'in su bulmak ümidiyle Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelmesi ise, Haccın esasları arasına girdi.

Hacer ve İsmail dışında kimsenin olmadığı ıssız Kâbe vadisi, Hazreti İbrahim'in duâsı ve Cenâb-ı Hakkın inayetiyle emin bir yer oldu. Öyle ki, aralarında kan dâvâları eksik olmayan Arap kabile mensupları, Mekke arazisinde düşmanlarıyla karşılaşsalar birbirlerine silâh çekmez ve birbirlerine zarar vermezlerdi. Bir süre sonra ıssız olan bölgeye insanlar gelip yerleşmeye başladılar. Hacer'e suyunu vermesi karşılığında kendileri de süt vermeyi taahhüt ettiler. İnsanların yerleşmeye başlamasıyla birlikte vadi başka bir hal almaya başladı.

Risâle-i Nur'da, Hacer'in ismi zikredilmekte ve Tevrat'ta geçen bir âyete yer verilmektedir; "Hazret-i İsmail'in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak." (Mektubat, 1997, s. 166)

İbrahim Aleyhisselâm ara sıra yanlarına gelerek oğlu ve hanımını ziyaret ederdi. İsmail büyüdü ve annesine bakmaya başladı. Babası kendisini kurban etmek isteyince, iblis kendisini kandırmaya çalıştığı gibi, annesini de kandırmaya ve şefkat duygusunu tahrik etmeye çalıştı. Hacer ise, durumu tevekkülle karşılayarak şeytanın oyununa gelmedi. Yaşadığı Mekke ve çevresinin imarına vesile oldu. Burada vefat ettiğinde doksan yaşında idi.

27.01.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Reklam filmini indirmek için tıklayın

Bütün haberler

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004