Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bir mucize gördüklerinde de alaya alırlar. Derler ki: "Bu ap açık bir sihirden başka birşey değil."

Sâffât Sûresi: 14-15

16.11.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Müslümanlar kardeştir. Takva hariç hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3793

16.11.2006


Terörün yegâne çaresi Risâle-i Nur’da

Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risâle-i Nur’un esasatıdır.

Kastamonu Lâhikası, s. 99

***

Hem hükümet, bu millet ve vatanın hayat-ı dünyeviyesine ve siyâsiyesine ve uhreviyesine pekçok faydası bulunan bu Kur’ân lemeâtlarına ve Kur’ân dellâlı olan Risâle-i Nur’a, değil ilişmek, belki tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara keffâret ve gelecek şiddetli belâlara ve anarşîliğe karşı bir set olabilsin.

Sözler, s. 141

***

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle (...)

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun. Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?

Mektubat, s. 467

***

..anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor.

Lem’alar, s. 260

***

Risâle-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 458

***

Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdit eden, anarşiliğin, ifsat ve tahribin, yegâne çaresi ancak ve ancak İlâhî, semâvî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyettir. Risale-i Nur, hakikat-i İslâmiye ve Kur’âniyeyi müspet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.

Barla Lâhikası, s. 9

Lügatçe:

tereddi: Gerileme, alçalma.

tedennî-i mutlaka: Mutlak geri kalma, alçalma.

16.11.2006


‘Cehennem de olsa beka’ istemek!

Belirsizlik kadar insan ruhunu sıkan, daraltan birşey olmasa gerek. Onun için ‘En kötü karar, kararsızlıktan iyidir’ denilmiştir. Bu söz bana, inançsız bir insanın ölüm karşısında yaşadığı belirsizlik haliyle ‘Cehenneme girmeye bile razı oluşu’nu hatırlatır. Aynı zamanda Bediüzzaman’ın, insan ruhunun ebediyete olan meftunluğunu, ‘Cehennem de olsa beka isterim’ vurgusuyla dile getirmesinin hiçbir abartı içermediğini de. Şöyle demiştir o:

“Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim’ dedi.”1

Bediüzzaman, bu vurguyu çokça yapar. Onun bu vurgusu, Risâlelerde, sadece küçüklüğüne ait bir hatıra olarak değil, aynı zamanda ‘vicdanî bir hüküm’ olarak da ifade edilmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle denilir:

“O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır...”2

Vaktiyle bir internet sitesinde, ateist birinin itiraflarını okumuştum. Şöyle feryad ediyordu:

“Şu an hayatımda yaptıklarım hiçbir işe yaramayacak mı? Sınavdan iyi not almam, sevdiğim kızın gözlerine bakmam, karnımı doyurmam... Bunlar sadece bir hiçten ibaret mi? Yaptığım şeyler öldükten sonra değerini yitirecek mi? E o zaman ben bunları neden yapıyorum? Ne işime yarayacak? Neden şimdi ölmüyorum da illâ güzel şeyleri yaptıktan, o hisleri yaşamak istedikten sonra ölmek zorundayım? Cehenneme gitmeye bile razıyım. Yeter ki şu an düşündüklerim ve yaşadıklarım, yani ruhum, aklım, hiç kaybolmasın, devam etsin.”

“Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır”3 sözünü hatırlatan bu feryadlarla, verilecek ön kötü kararı, yani Cehennemi,—inanmayı da denemediği için—kendince belirsizliğe, yokluğa tercih etmekteydi bu kişi. Vicdanıyla söylediği bir sözdü bu. Bediüzzaman’ın “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür” sözünü teyid ediyordu bu anlamda. Vicdan ise yalan söylemezdi. Çünkü fıtrattı. Öyleyse, çoğunlukla ölümle burun buruna geldiğinde inançsız insanların sarfettiği bu türden cümleler, samimi itiraflar olmalıydı.

İşte bunlardan biri de seksen üç yıllık ömrünün yetmiş yılını Yugoslav komünizmi uğruna harcayan Tito’dur. Onun da, kaçınılmaz son olan ölümle yüz yüze geldiğinde, yanında bulunan ‘yoldaş’larına dilinden şu itiraflar dökülmüş, ama o ‘en kötü karar’ olarak Cehennemi değil, ‘iyi bir karar’ vererek Cenneti dilemeyi tercih etmişti:

“Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana. Vay, yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar? Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin, bu gidiş nereye? Bunların izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor... İtiraf etmek zorundayım; ben Allah’a, Peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil… Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz…”

Evet, inançsızlık hâlet-i ruhiyesinin insanı içine düşürdüğü hallerdir bunlar. Böyle bir durumda insan, fıtratının sesini dinleyip hakikatı bulamazsa yapabileceği iki şey vardır: Ya vicdanından yükselen hak sese kulağını tıkayarak, dünyanın zevk ü sefasından yararlanmaya bakacak. Bu ise, Bediüzzaman’ın “Vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için, tesellilerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister” sözlerinde ifade ettiği gibi boş bir teselliden ibarettir. Ya da, daha Cehenneme gitmeden Cehennemden beter bir azabı çekmeye razı olacaktır. Bu durum ise, insanı yer bitirir, yaşadıklarının hiçbir anlamı kalmaz. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azâbı çeker” ve “dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lânet okur.” İşte böyle bir haldir ki, öldükten sonra dirilişe inanmadığı halde, bir umut eseri olarak “Yok olmaktansa Cehenneme gitmeye razıyım” bile dedirtebilmektedir insana. Ve ne hazindir ki, eğer iman etmezse, anlamsız bulduğu hayatına kendi eliyle son vermeye kadar gidebilir bu durum...

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 201

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 81-82

3- Lem'alar, s. 21

İsmail TEZER

16.11.2006


İspanya’dan müjdeli bir mektup

Berâ-yı mâlumât olarak ve duâlarınızı celbetmeye vesile olabilmesi amacıyla Risâle-i Nurların İspanyolca’ya tercümesi ile ilgili güzel gelişmelerin haberini sizlerle paylaşmak ve sevincime ortak olmanızı istedim.

İspanya’da başlayan ve güzel bir zeminin oluşmasına vesile olan tercüme çalışmalarının sürmesiyle, Allah nasip ederse 400 milyondan fazla insan tarafından konuşulan İspanyolca’nın bir yerde kapısı olan İspanya’da hizmetler devam ederse, Müslüman olan veya olamayan her ihtiyaç sahibine bu maddî ve manevî Kur’ânî ilâçlar ulaşmış olacak.

Bu mektubun diğer önemli gayesi bir süredir devam eden İspanyolca tercümelerinin malumatını sizlere ulaştırmak. İspanya-Granada’dan ayrılmadan üç gün önce tanıştırıldığım Sonia isimli bayan ve başka bir şehirdeki arkadaşının Türkiye’ye gelmek istemelerindeki aşırı arzuları üzerine, İzmir’deki yabancı dil kursumuzda İspanyolca öğretmenliği yapabileceklerini ve fazla bir şey ümit etmeden gelebileceklerini kendilerine ve tanıştığım ailelerine söyledim ve sonra iş sözleşmesinde birçok meseleyi belirttim. Sözleşmede ayrıca, ben Türkiye’de veya İspanya’da olayım farketmez “direkt veya internet vasıtasıyla günde bir saat tercüme işlerimde bana yardımcı olmaları” şartını da söylemiştim. Ve 10 Eylül günü İzmir’e bu iki bayan geldiler. Temelde iş amaçlı gelen 21 ve 20 yaşlarındaki Sonia ve Marta isimli bu bayanlar, gelişlerinden birkaç gün sonra kendilerine tercümeleri hatırlatmamla “Tamam” dediler ve Ramazan ayı münasebetiyle önlerine Ramazan, İktisat ve Şükür Risâlesinin İngilizcesini koydum. Ben bir saatlik anlaşma nedeniyle, bir süre sonra bırakıp kendi işlerine bakarlar diye beklerken, o gün saat 11.00’den iftara kadar, oruçlu bir vaziyette tam sekiz saat tercüme yaptılar. Tercümelerine baktım, gerçekten de çok güzel çeviriyor olduklarını gördüm. Ve üç günde bu risâleyi bitirmeleri beni şaşırttı. Zaten Ramazan başladığında her ikisinin de oruca başlaması, böylesine ehl-i dünya, Hıristiyanlığı bile benimsemeyen, dünyaya gönderilişinin sadece eğlence olduğunu zannederek her gününü bir parti havasında geçirmeye meyilli bu kişilerin oruç tutması, beni ve onların hallerine şahit olan, orucunu yemekte olan oruçsuz Müslümanları hayrette bırakıyordu...

Bu arada ne zamandır çevirisini arzu ettiğimiz 10. Söz’e başlamışlar ve her gün saatlerce ciddî bir şekilde çalışıyorlardı. Yine o günlerde, tercümelere devam eden bu bayanların çevirilerle ilgili şu sözlerine ne dersiniz: “Biz İspanyolca derslerine falan girmeyelim... Durmadan çeviri yapalım.” Ben şahsen bu ve şimdi hatırlayamayacağım buna benzer sözleri duydukça inanamıyor ve onların buraya, zaten İzmir gibi pek para kazanamayacakları bir yere gelmelerine ve neticede Risâle-i Nurlarla tanışmalarına ve tercümelerin bu bayanlara ihsan edilmesine sizin de düşünebileceğiniz gibi ancak bir şekilde anlam verebiliyordum: Zahiren görünen o ki, Allah tarafından bu İspanyol vatandaşlar tayin edilmişler. Bir kurs yerinin bir nevî misafirhanesinde lüks olmayan şartlarda kalıyor; yeri geldiğinde zeytin, peynir, domates ekmeğe şevkle kanat ediyorlar, arada bir baklava ziyafeti oluyor ve hallerinden pek memnun bir tarzda tercümelere devam ediyorlar.

Ve elhamdülillah 10. Söz’ü bitirdiler. Şu anda tashihatıyla uğraşıyoruz. Türkçe aslına uygun olması için İngilizce ile Türkçe’si arasındaki ufak tefek farklılıkları düzeltmeye çalışıyoruz. İnşaallah güzel bir çalışma ortaya çıkacak. 10. Söz’den sonra hemen, daha önce Arjantin’de tanımadığımız bir kişi tarafından yapılmış Küçük Sözler’in İspanyolca tercümesini nâkıs bulup 2-3 günde de Küçük Sözleri baştan tercüme ettiler.

Araştırmacı özelliğe sahip olan Marta, geldiğinden beri Kur’ân’ın İspanyolca’sını elinden bırakmayıp devamlı okuyor ve kafasına takılan yerleri sorup anlamaya çalışıyor. Çok farklı bir kültürde sofestai eblehlerin ellerinde büyümüş bu kardeşimiz şimdi ‘Ben nasıl namaz kılarım, namazda neler söylenmesi gerek?’ diye sormaya başladı ve bir yandan internetten elde ettiği ve elimizde bulunan İspanyolca namaz hocasından devamlı çalışmakta.

Müstecap duâlarınızı bekleriz. Umuma binler selâm.

Mehmet YÜCELİ

16.11.2006


Münâcâtü'l- Kur'ân

FECR:

1. Ey fecrin, on gecenin, çift ve tek olanların ve gelip geçen gecenin Rabbi! Ki bunlara yemin etmek, akıl sahiplerine kanaat vermek için yetmez mi? (1-5)

2. Ey Kendisinin âsilere edeceği azabı hiç kimse veremeyen ve vuracağı zinciri hiç kimse vuramayan! (25-26)

16.11.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Öyle yüksek bir hakikat ki...

Risâle-i Nur’u yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu harika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. İdam kararı verileceğini bilseler dahi, bu sebatlarını izhar etmekten çekinmiyorlar. İşte Risâle-i Nur’un birçok harikalarından şu hususiyeti, sizlere şu kanaati veriyor: “İtiraf edenler acaba canlarını yolda mı buldular?” Demek Risâle-i Nur’da ve Bediüzzaman’da, öyle yüksek bir hakikat var ki ve bunlarda zararlı bir şey yokmuş ki, inkâr etmediler.”

(Afyon Mahkemesi müdafaasından - 1948)

16.11.2006


Nur'un dilinde Risale-i Nur

Yirmi Dokuzuncu Söz

“Yirmi Dokuzuncu Söz; Kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihya-ı emvâtın kat’î hüccetlerini beyan eder” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 103)

***

“Yirmi Dokuzuncu Sözde yüzer delil-i kat'î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler” (Lem'alar, s. 32)

***

“Kardeşlerim, çoktan size söylemek lâzım gelirken unutmuştum. Kerâmetli Yirmi Dokuzuncu Söz, o Sözün yalnız birinci makamıdır. O Sözün ikinci makamı ise, ehemmiyetine binâen—ki, bir vecihte ona da "Âyetü'l-Kübrâ" namını İmam-ı Ali Radiyallahu Anhu vermiş olan—Yirmi Dokuzuncu Lem'a-i Arabiyedir ki, "Allahu Ekber" gibi sâir tesbihatın mertebelerindeki Nur'ları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriyenin de bir me'hazıdır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 56)

Fazma ÖZER

16.11.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hz. Peygamber (asm) Mekke’de bulunduğu bir sırada Ensar’dan bir kadın gelerek

“Ey Allah’ın Resulü! Şu sara derdi yakamı bir türlü bırakmıyor” dedi.

Hz. Peygamber (asm):

“Eğer bu tutulduğun hastalığa sabredecek olursan kıyamet gününde hiç bir günahın olmadığı halde haşrolunacak ve hesaba da çekilmeyeceksin” buyurdular.

Kadın:

“Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben ona Allah’a kavuştuğum güne kadar sabrederim. Fakat bir gün bu derdin beni çırılçıplak bırakıp avret yerlerimi teşhir etmesinden korkuyorum” dedi.

Hz. Peygamber onun için dua etti. Bundan sonra o, nöbet geçireceğinden korktuğunda Kâbe’ye geliyor ve onun örtüsüne sarılarak

“Ey mel’un! Beni bırak ve defol git!” diyordu.

Böyle yapınca da nöbet geçirmekten korunuyordu.

Ata’ Hazretleri diyor ki:

“Bir gün İbn Abbas bana “Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” diye sordu.

“Evet!” dedim. Bunun üzerine bu kadını işaretle şunları söyledi:

“Şu siyah kadındır. Bu kadın Hz. Peygamber’e gelerek “Ey Allah’ın Resulü! Ben sara’ya tutuluyorum ve avret yerlerim açılıyor. Benim için Allah’a dua et” dedi.

Hz. Peygamber (asm):

“Eğer istersen cennet karşılığında sabır göster; istersen de sana afiyet vermesi için Allah’a yalvarayım” buyurdular.

Kadın “Ey Allah’ın Resulü! Sabrederim. Ancak, bu hastalık geldiğinde avret yerlerimin görünmemesi için Allah’a dua et” dedi.

Hz. Peygamber de ona dua ettiler”

Süleyman KÖSMENE

16.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004