Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

En marjinal grubun içinde... Siyaset?

Bir Cumhurbaşkanı...

Seçildiği günden bu yana sosyal ilişkileri son derece sınırlı.

Ama işte orada.

Tam dört saat.

10’uncu Yıl Marşı’na tempo tutuyor.

Yüzünden gülücükler eksik olmuyor.

Mutlu.

Nerede?

Kanaltürk’ün resepsiyonunda...

Kanaltürk, “ulusalcı” kampın en radikal sesi.

Kanal’ın sahibi Tuncay Özkan, Tayyip Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkartmamak için yollara barikat kurmayı hedefleyecek kadar militanca kurgulara sahip. Bunu meydan meydan ilan etmiş.

İşte orada Cumhurbaşkanı Sezer, tam dört saat.

Bu da Papanınkine benzer bir “kıyam!” Ya da “ka’de...” (Ka’de namazda oturmak anlamına geliyor.)

Yani anlamı olması gereken bir tavır.

“Anlamı”nı herkes, “6 ay sonraki Cumhurbaşkanlığı terhisinden sonra siyaset mi?” diye bir soru ile anlamaya çalışıyor.

Ahmed Necdet Sezer’den siyasetçi olur mu?

Sormuşlar kendisine:

-Efendim, Chirac ve Merkel’in sözlerini duydunuz mu?

Nasıl cevap vermiştahmin edin:

-Dinledim, demiş sadece.

Ne hoş bir cevap değil mi? İçi ne kadar dolu. Ne kadar derin yorumlar içeriyor. Türkiye - AB ilişkilerinde nasıl ufuklar açıyor.

Bu duruşunuzla siyaset!

Müthiş olur, müthiş!

Müthiş olan, Kanaltürk’ü n resepsiyonunda varoluş!

Ben, bu tür simalar siyasete girdiğinde tasavvur edilemeyecek kadar seviniyorum.

Yekta Güngör Özden, hem “Vur”, hem “Al” hem “Savaş”, Em, Gen. Osman Özbek, Nusret Demiral... Henüz Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu devreye girmedi. Erdoğan Teziç henüz YÖK’ün başında siyaset yapıyor. Emin Çölaşan, Tuncay Özkan, Cüneyt Arcayürek, Bekir Coşkun da siyasete girmeli... neydi o, Sümeroloji Profesörü hangi Çığ’dı, o da girmeli... Genelkurmay Başkanı’na “Çankaya’ ile ilgilen, falancanın önünü kes” mektubu yazan “Paşalar” da girmeli.

Girenler boylarının ölçüsünü alıyor.

Yüzde sıfır sıfır bilmem kaç oy.

YÖK Başkanlığını, Rektörlüğü, Anayasa Mahkemesi Başkanlığını, Cumhuriyet Başsavcılığını, omuzunuzdaki dört yıldızı... elinizdeki emanet silahı... siyasi söylemler için kullanmak yerine, aktif siyaset...

Kendini halk arz et ve göreceğin ilgiyi test et... Ondan sonra konuş konuşabildiğni kadar!

Ya da gücün kadar konuş.

Çankaya önüne barikat kuracakmış!

Yumruğu olan herkes Çankaya önüne barikat kuracaksa... Memleket çocuklarının elleri armut mu topluyor? Onların Çankaya üzerine söyleyecek sözleri olmayacak mı?

Ah şu sandık olmasa, işler kolay! Demeç ver, sana emanet edilmiş statüleri marjinal grupları tatmin edecek nitelikte kullan, keyfine bak!

Bayan Sezer, sümerolog ve başörtüsü karşıtı bayan Çığ’a ödül veriyor.

Ve Cumhurbaşkanı Sezer, Kanaltürk resepsiyonunda tempo tutuyor.

-İşte ben buradayım!

Bilmiyorduk sayın Sezer orada olduğunuzu...

İcraatınız, Cumhurbaşkanlığınız süresince imza attığınız tayinler, vetolar sizin nerede durduğunuzu hiç mi hiç ortaya koymuyordu.. Çok çoook renksiz bir görev ifa etmiştiniz. Sağolun, varolun, kimliğinizi netleştirdiniz.

Şimdi size düşen aktif siyasettir.

Hatta birilerimiz size Brandt rolünü yakıştırdı bile...

Parti başkanı başkası olsun, siz Başbakan olun.

Belki de Baykal’la birlikte oluşur bu Brandt modeli...

Sezer Başbakan, Baykal parti lideri? (Tabii bu teklif Baykal’ın uykularını kaçırmazsa)

Memleket için engin projelerinizi görelim.

Gelirsiniz şıppadanak halledersiniz Irak işini Kıbrıs’ı, ekonomiyi, laikliği, AB’yi......

Gelin ki memleket bir kamusal alan görsün.

Bakın dindarlık artıyor memlekette.

Siz lazımsınız bu işin halli için?

Acaba size sorulsa TESEV adına, “Dindarlık”ta kendinizi nereye koyardınız?

Belki de bu soruyu TESEV’in sormasına bozulurdunuz, sonra bu soruyu “Laik bir ülkede böyle soru olur mu?” diye karşılardınız, sonra... Belki de hiç cevap verme lütfunda bile bulunmazdınız.

Sayın Sezer Türkiye sizi özlemle bekliyor. Sokağa çıkmanızı özledi Türkiye...

Kanaltürk’ten başlayan yolculuğunuz kutlu olsun Türkiye için!

ahmettasgetiren.com.tr, 10.12.2006

Ahmet TAŞGETİREN

11.12.2006


 

Başbakan Genelkurmay’a niye sorsun ki?

Türkiye ilginç ülke..

Kendine özgü tartışma konuları buluyor..

Yeni konumuz ne?

Başbakanlar, karar alırken Genelkurmay Başkanı’na danışmalı mı, danışmamalı mı?

Konu askeri ilgilendiriyorsa.. Askeri bir operasyon gerektiriyorsa.. Silahlı Kuvvetler harekete geçecekse..

Evet..

Peki ya siyasi ise?

O zaman, elimizi vicdanımıza koymak lazım..

Başbakan niye Genelkurmay Başkanı’na danışsın ki..

(...)

Erdoğan’ın izlediği politika yanlış da olsa.. Genelkurmay Başkanı’nın; ‘bizim görüşümüz sorulmadı.. Bunu yazın’ demeye hakkı var mı?

Yok..

Büyükanıt diyor ki.. Kıbrıs’ta 40 bin askerimiz var.. Ben de onların başıyım..

Doğru..

Doğru da Gümrük Birliği anlaşmasıyla 40 bin askerimizin ne ilgisi var anlamadım..

Şimdi bir parti çıksa.. AB’ye karşıyım dese.. İl il, ilçe ilçe dolaşsa görüşlerini anlatsa.. Beni iktidar yaparsanız ilk gün Avrupa ile köprüleri atacağım dese..

Seçmen de arkasında dursa.. Oy verse.. İktidar yapsa..

Genelkurmay Başkanı; AB’den vazgeçemezsin bu devlet politikamız mı diyecek..

Veya tam tersi..

Bir parti çıkıp, ‘Benim yolum Avrupa.. Limanları da açacağım, 400 bin Rum’dan mı, üç beş tane Rum gemisinden mi korkacağım’ dese.. Bu kampanyasıyla iktidar olsa..

Genelkurmay itiraz mı edecek..

Sorum şu..

Ankara’da önceden belirlenen devletin resmi politikaları varsa.. O politikaların dışına çıkılamıyorsa..

Bunca parti niye var?

Biz niye sandık başına gidiyoruz.. Niye oy veriyoruz.. Niye partiler arasında tercih yapıyoruz..

O zaman iktidar kim olursa olsun.. Ne fark eder ki..

Bu konuda hükümeti haklı buluyorum.. Çünkü bedelini kendileri ödeyecek..

Çünkü karar siyasi..

Siyasi olduğu için de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın TV’den öğrenmesi çok normal..

Vatan, 10.12.2006

Mehmet TEZKAN

11.12.2006


 

“Sivil ve Demokratik Yeni Bir Anayasa”

Perşembe günü İstanbul Dedeman Oteli’nde önemli bir panel vardı. Başlıktaki isim altında tertiplenen panelin ev sahibi Doğru Yol Partisi idi. Panelin açılış ve kapanış konuşmasını Genel Başkan Mehmet Ağar yaptı. Ağar, konuşmalarında Demokrat Parti ve Adalet Partisi geleneğinden gelen DYP’nin diğer partilerden farklı olan siyaset anlayışına vurgu yaptıktan sonra; yeni ve sivil bir anayasaya olan ihtiyaç konusundaki duyarlılıklarına dikkat çekti. DYP lideri, partisinin yeni bir anayasaya olan ihtiyaç konusundaki tespit ve talebinin; konunun uzmanı olan hukukçular tarafından da desteklenmesinin önemli olduğunu belirtti ve yeni ve sivil bir anayasa için başlattıkları bu hamleyi devam ettireceklerini ve konuyu her zeminde canlı tutacaklarını ifade etti. Ağar’ın bu sözlerini doğrulama noktasında; salonu dolduran DYP’liler alkışlarıyla kendisine destek verirken; Saffet Arıkan Bedük, Celal Adan, Nüzhet Kandemir, Nevzat Ercan, partinin üst düzey yönetiminden birçok isim de paneli pürdikkat izleyenler arasında idi.

Panelin oturum başkanlığını da DYP eski genel başkanı ve Meclis eski başkanlarından Hüsamettin Cindoruk yaptı. Cindoruk özellikle 1982 Anayasası ile ilgili önemli tespitler yaptı. Bu arada 12 Eylül Askeri Yönetimi’nin başı olan Kenan Evren’in; 1982 Anayasasını yapan Danışma Meclisi’ne yaptığı konuşmadan da ilginç alıntılar yaptı. Evren’in anayasa için, Türkiye şartlarına göre “sipariş” verdiğini belirten Hüsamettin Cindoruk; Dönemin Devlet Başkanı, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın Danışma Meclis’i üyelerine “Batı’nın normlarına uymak mecburiyetinde değilsiniz...” diye uyarıda bulunduğunu hatırlattı!.. O günlerin Türkiye’si ile bugünleri mukayese eden Cindoruk, bütün şartlar altında yeni bir anayasaya ihtiyaç bulunduğunu; bunun için Anayasa Paneli düzenlemenin de DYP’ye yakıştığını ifade etti. Cindoruk bugüne kadar altmış bir maddesi değiştirilen Anayasanın muhtevası içinde de tutarsızlıklar oluştuğunu ve madde hükümleri arasında insicamsızlık bulunduğunu dile getirdi.

Anayasa panelinin konuşmacıları ise; Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum, Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ve Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’dı. Her üç konuşmacı da, yeni ve sivil bir anayasaya mutlak ihtiyaç olduğu konusunda mutabıktı. Prof. Batum; hem 1961 ve hem de 1982 Anayasalarının hem sivil olamayan ortamlarda hazırlandığını ve hem de dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş biçimde antidemokratik usullerle referanduma (Batum bu uygulamaları özellikle plebisit olarak ifade etti) sunulduğunu ve aradan geçen çeyrek asra yakın zamana rağmen neden yeni ve sivil bir anayasa yapılamadığının sorgulanması gerektiğini anlattı. Prof. Batum, 1982 Anayasasının, halkın oyuna sunulana kadar tam dokuz defa revizyondan geçtiğine de dikkat çekti.

Prof. Ersin Kalaycıoğlu da; 1982 Anayasasının, dünyada soğuk savaşın hüküm sürdüğü bir dönemde yapıldığını ve daha ziyade savunma refleksine dayandığını; ancak değişen dünya şartları karşısında ofsayta düştüğünü; zira artık ne komünizm tehlikesinin kaldığını, ne de soğuk savaş ortamının mevcut olduğunu ifade etti. Mevcut Anayasanın pek çok yönden defolu olduğunu, kanun ve tüzüklerle düzenlenmesi gereken bazı konuların dahi Anayasa ile tanzim edilmeye çalışıldığına dikkat çekti. Kalaycıoğlu; 1982 Anayasasının siyasi partilerin yönetim düzeni ile ilgili olarak getirdiği hükümleri de eleştirdi. Mevcut Anayasanın 67. maddesiyle; “temsilde adalet, yönetimde istikrar” gibi birbiri ile bağdaşması mümkün olmayan bir durumu temenni şeklinde sağlamaya çalıştığını, ancak temenni ile anayasal düzenleme yapmanın asla gerçekçi olmayacağını ifade etti.

Prof. Mustafa Erdoğan da; mevcut Anayasanın gerek yapılış tarzı ve gerekse muhtevası itibariyle; sivil ve liberal demokrasi niteliği taşımadığını vurgulayarak; Anayasanın dibacesindeki (Başlangıç kısmı) metin, sonradan değiştirilmiş olmasına rağmen yine de hiçbir medeni ülkenin anayasasında yer alabilecek ve kabul edilebilecek bir muhteva değildir dedi. Prof. Erdoğan, her demokrasinin liberal demokrasi olmadığını, önemli olanın ülke yönetimi ile ilgili temel kararların başından sonuna kadar gerçek manada halkın iradesiyle ve onun denetiminde alınması gerektiğine dikkat çekti. Yeni ve sivil bir anayasa konusunda aslında bütün siyasi partiler olumlu bir iş birliğine girebilmelidir. En azından sağ yelpazedeki partiler buna gayret etmelidir.

Türkiye, 10.12.2006

İsmail KAPAN

11.12.2006


 

“Devletin resmî görüşü” ile siyaset karşı karşıya mı?

Henüz “Kamusal Alan” kavramının tam içeriğinin ne olduğunu tam çözememişken, şimdi de karşımıza “Resmi Devlet Görüşü” kavramı çıkıverdi.

Bu konunun gündeme gelişinin, Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın, Kıbrıs’a ilişkin son diplomatik manevraya gösterdiği tepkiden kaynaklandığını hatırlamamız gerekiyor. Büyükanıt Dışişleri’nin AB’ye sunduğu limanlarla ilgili teklif hakkında “Bize göre bu açılım, devletin resmi görüşünden sapma anlamına gelmektedir. ‘Limanları açacağız’ diyorsunuz. Hangi limanları açacaksınız” şeklindeki tepkisini seslendirmişti.

Bu ifade Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin, bir “Resmi Görüş”ü olduğu anlamına geliyor. Bu arada Kıbrıs’a ilişkin “Siyasi Görüş”ün “Resmi Görüş”le çelişmesi halinde de bunun bir “Sapma” olduğu hatırlatılıyor.

İrdelenmesi gereken tabii ki pek çok nokta var bu konuda.

Örneğin “Resmi Görüş” diye nitelenen “Politika”yı kimler belirler? Yani politika belirlemek, “Siyaset” alanının dışında bulunan, sadece “Devlet”e ait olan bir işlev midir?

Aynı anda “Devlet”in birden fazla konuda resmi görüşü varsa ve bunların üzerinde değişiklik yapmak “Sapma” anlamına geliyorsa... Bu resmi görüşler, birbirleri ile çelişkiliyse... Bunların sabit tutulması halinde de devletin iç istikrarı tehlikeye giriyor ve dış ilişkileri kilitleniyorsa...

Örnek olarak bulundukları varsayılan “Devletin Resmi Avrupa Birliği Görüşü” ile “Devletin Resmi Kıbrıs Görüşü” arasındaki karşılıklı olumsuz etkilenimleri ele alabiliriz.

Yarım yüzyıldır Türkiye’nin bütün yönetimleri AB’ye üyelik hedefini benimsediklerine göre, bu bir “Resmi Devlet Görüşü” olmak durumundadır. “Avrupalılık” ise askeri geçiş dönemlerinde bile göz ardı edilemeyen bir resmi devlet görüşüdür. Nitekim askeri müdahaleler ertesinde, Avrupa Konseyi’nden Türkiye’nin çıkartılmaması için, kapatılan partilerin milletvekilleri Strazburg’a gönderilmekte ve Avrupalılara “Türkiye’de demokrasi devam ediyor” denilmektedir.

Kıbrıs’ta ise devletin resmi görüşü, yarım yüzyılda sürekli değişmiştir. Kamuoyuna önce “Ya Kıbrıs ya ölüm” diye yansıtılan bu resmi görüş, sonra “Ya taksim ya ölüm”e dönüşmüş, arkasından da Zürih ve Londra Antlaşmaları ile iki milletli “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin varlığı resmi görüş olmuştur. 1974’teki askeri harekat da Ada’da statükoyu iade etmek üzere yapılmış ve uluslararası camiaya da bu güvence verilmiştir.

Ada’nın bölünmüşlüğü kalıcı hale geldikten ve KKTC ilan edildikten sonra da bu “Devletin Resmi Görüşü” olmuştur. Bu durum Kıbrıs’ta çözüm arayışını Birleşmiş Milletler zemini dışına taşımıştır.

Kıbrıs Türkleri’nin Annan Planı’nı kabul etmeleri ile resmi görüş yine değişmiş ve “Kalıcı çözüm” için BM zeminine geçilmiştir. Bu arada Kıbrıs Rumları’nın AB’ye tam üye olmaları ile, sorun bir AB meselesi de olmuş ve Türkiye’nin AB’ye üye olmak şeklindeki resmi devlet görüşü, Kıbrıslı Rumlar’ın AB’yi rehine alması sonucu Kıbrıs’a ilişkin resmi devlet görüşü ile karşı karşıya kalmıştır.

Bu resmi görüşleri dondurup birbirleri ile karşılıklı hareketsizlikler içinde tutarsanız, iki resmi görüş Türkiye’nin hem orta hem de uzun vadeli hedeflerini yok edebilir.

Eğer siyaset üretimini devre dışı tutar ve bir dönemde açıklanan “Pozisyonlar”ı değiştirme çabasını da “Sapma” olarak kabul ederseniz, dünya politikasındaki olağanüstü değişim karşısında sürekli izole edilmiş kalırsınız. Nitekim Türkiye 1974’ten bu yana “Kıbrıs Pozisyonu”na dayalı olarak ambargolara bile hedef oldu, içerideki siyasal istikrarsızlıkları, dış politikadaki dar boğazlar izledi.

Bir başka deyişle hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını koruyacak, varlıklarını, refahlarını ve gelişmelerini sağlayacak politikalar üretmek, “Devletin Resmi Görüşü”nün temeli olmalıdır. “Kıbrıs’ı verdiniz” veya “Limanları verdiniz” yollu slogancılık, hemen her konuda zaten sık sık başvurulan yöntemdir.

Dış dünyaya ittifakları dolayısıyla en açık devlet kesimi olan askerlerin, bu gerçekleri çok iyi bilmesi gerekir. Üstelik Kuzey Irak’a dönük ve “Kırmızı Çizgi” şeklinde ifade edilen devletin resmi görüşünün, son gelişmeler ışığında yerini nasıl bir “Yeni Resmi Görüş”e terk ettiğini de en fazla onlar biliyor.

Sabah, 10.12.2006

Mehmet BARLAS

11.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004