Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bir müddet sen onlardan yüz çevir. Ve onları gözetleyedur. Onlar da başlarına geleni göreceklerdir. Yoksa azâbımızın çabuklaştırılmasını mı istiyorlar?

Sâffât Sûresi: 174-176

22.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Dünyaya soğuk bakmak sözlü bir anlatım, takvâ da yapmacıklık haline gelmedikçe Kıyâmet kopmaz.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3872

22.01.2007


Gayrimüslimlerle dost olabilir miyiz?

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” (Mâide Sûresi, 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’lmetîn olduğu gibi, kat’iyyü’ddelâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehyi Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştakk üzerine olsa, me’hazı iştikakı, illeti hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehli kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Sâniyen: Zamanı Saadette bir inkılâbı azîmi dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayrı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâbı acîbi medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadeti dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehyi Kur’ânîde dahil değildir.

Münâzarât, s. 7071, Y.A.N.

Lügatçe:

Nasara: Hıristiyanlar.

nehiy: Yasak.

kat’iyyü’lmetîn: Metnin, ibarenin kesin oluşu.

kat’iyyü’ddelâlet: Bir metnin işaret ettiği mânânın kesin olması.

müştakk: 1-İştiyak etmiş, başka bir kelimeden meydana gelmiş, türemiş, türeme. 2-mat. Türev.

me’hazı iştikak: Türeme yeri, kaynağı.

illeti hüküm: Hüküm sebebi.

istihsan: Güzel görme, beğenme.

ezhân: Zihinler.

ukul: Akıllar.

nehyi Kur’ânî: Kur’ânî yasaklama.

Bediüzzaman Said NURSÎ

22.01.2007


Fedakârlığın zirvesi: Âhiretini feda etmek

Bediüzzaman Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde “ahiretini feda etmek” ifadesini çok kullanır. “Konuşan Yalnız Hakikattir” diye başlayan mektubunda, Kur’ân’a hizmeti maddî ve manevî terakkiyata âlet etmeyi, hatta Cehennemden kurtulmaklığa ve saadet-i ebediyeye vesile yapmaklığa veya herhangi bir maksada âlet yapmaklığa manevî gayet kuvvetli mâniaların kendisini menettiğini, bunun için yirmi sekiz senedir işkence, hapis ve sürgünlere maruz kaldığını1 anlatır.

Bediüzzaman “İman ve Kur’ân hizmetinin ve dinin” hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî şeye âlet edilmeyerek yalnız “Hak ve hakikat” olduğu için ve yalnız “Hakka hizmet” için yapılması gerektiğini anlatır.

Bu zamanın şahs-ı manevî dönemi olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, dine hizmeti amaç edinen birinin en büyük manevî makamda bulunmasının imana hizmet etmesi için yeterli olmadığını ifade ile ‘imana girmek isteyen muannidin nefs-i emmâresi’nin, ‘O şahıs, dehâsıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı’ diyerek şüphesinin tamamen izale olmayacağını ifade eder.

İman hakikatlerini kendi şahsına âlet etmenin imana muhtaç olanlara perde olacağını belirterek, imana muhtaç gönüllerin ‘Yalnız hakikat konuşuyor’ diye nefsin evhâmını ve şeytanın desîsesini kırarak susturmalarının şart olduğunu belirtir.

Konuşanın yalnız hakikat ve hakikati imaniye olduğunu göstermek için iman, Kur’ân ve dinin hiçbir maddî ve manevî şeye âlet edilmemesi gerektiği dersini verir. İman ve Kur’ân’a hizmeti prensip edinen Nur Talebelerinin “maddî ve mânevî her şeyden ferâgat mesleğinden ayrılmamaları gerektiği ve yalnız Allah rızası için çalışmaları gerektiğini”2 de belirtir.

Bediüzzaman, Eşref Edip ile yaptığı sohbetinde de “Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de”3 demektedir. Dünyayı feda etmeyi anlıyoruz; ama ahiretini feda etmek ne anlama geliyor? Bu meseleyi iyi anlamak gerekir.

Tarihçe-i Hayat’ını okuyarak gördüğümüz kadarıyla Bediüzzaman, Mustafa Kemal’in kendisine teklif ettiği milletvekilliği, köşk, bin lira maaş ve şark umumî vâizliği gibi dünyevî makamları feda etmiş; sürgün, zindan ve hapsi tercih etmiştir. Bu dünyayı feda etmektir. Bediüzzaman hiçbir din âliminin yapamadığı bu fedakârlığı yapmıştır.

Bediüzzaman yine kendisi ahiretini feda ettiğini şöyle anlatır: “Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül, gülistan olur”4 demektedir. Bu ifadeler fedakârlığın zirvesidir. İman ve Kur’ân hizmeti için dünya ve ahireti feda etmek, her şeyi feda etmek… Bu, Bediüzzaman’a yakışan bir fedakârlık örneğidir.

Bu durum Bediüzzaman’ın hayatının sonlarında ulaştığı bir nokta değildir. Gençliğinde meşrûtiyeti anlatmak amacı ile şark vilayetlerine yaptığı gezide şark ulemâsının sordukları sorulara verdiği cevaplarından biri şöyledir:

“Umumun malûmu olsun ki, iki elimle iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydanı mübârezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın”5 demektedir.

Nur Talebesinin “İmana Hizmet” mesleğinde, yapılan hizmeti maddî ve mânevî hiçbir makama basamak yapmaması esastır. “Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendisini feda eder; öyle de, ehli imanın hayatı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhâfaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayatı ebediyenin makamlarını feda etmeye, Risâle-i Nur’dan aldığım dersi şefkat cihetiyle terk ederim”6 diyen Bediüzzaman en güzel örnektir.

Bunun nasıl olması gerektiğini de Bediüzzaman şöyle izah eder: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hadim olarak, hakikati ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.”7

Bu “hizmetkârlığı makâmâta tercih etmek”8tir. Bunu herkes yapabilir. Bunun için ilme, makama, mevkiye ve velâyete ihtiyaç yoktur. Sadece ihlâs ile iman ve Kur’ân hakikatlerini sadece hakikat olduğu için muhtaç olanlara ulaştırmak yeterlidir.

“Allah rızası için yapılan işin ve hizmetin büyüğü ve küçüğü, kıymetlisi ve kıymetsizi olmaz. İhlâs ve rıza-i İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Mâdem neticesi rıza-i İlâhîdir ve mâyesi ihlâstır; o küçük değil, büyüktür.”9 Öyle ise ehl-i iman arasında uhuvvet, muhabbet ve teâvün olmalı, ittifak içinde hareket etmeli. “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim”10 diye çekilerek ittifakı zayıflaştırmamalı ve hizmeti küçük görmemelidir. Çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir.

Sonuç olarak: İman ve Kur’ân hizmeti ne dünyevî bir menfaat, ne de uhrevî bir sevap düşüncesi ve beklentisi olmadan sadece Allah rızası ve sırf Hakka hizmet için yapılmalıdır.

M. Ali KAYA

22.01.2007


Gençlik Rehberi Mahkemesinin ilk duruşması

İstanbul - Sirkeci’deki Büyük Postane, o zaman İstanbul Adliye binası idi. Mahkeme günü 22 Ocak 1952 Salı... Daha sabahtan itibaren mahşerî bir kalabalık Said Nursî’yi görebilmek için dalgalanmaktaydı. Nihayet duruşma saatinde seksen yaşlarında Bediüzzaman Said Nursî, sırtında beyaz bir cübbe, başında sarığıyla genç üniversitelilerin kolunda duruşma salonuna geldi.

Bu ilk celsede iddiâname ve bilirkişi raporu okundu. Said Nursî’nin sorgusu yapıldı. Mahkemeye sevk sebebi ve bu ilk duruşma günü, Tarihçe-i Hayat’ın 561. sayfasında şöyle anlatılır:

“Bazı üniversiteli gençler, gençliğin îman ve ahlâkına hizmet maksadıyla Gençlik Rehberi’ni İstanbul’da bastırdılar. Bunun üzerine, müdde-i umûmilik tarafından, 163’üncü maddeye istinâden, eser lâikliğe aykırı olarak devletin temel nizamlarını dînî esaslara uydurmak maksadıyla yazıldığı, propaganda ve telkin mâhiyetinde olduğu iddiâsıyla, Üstad, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevk olunmuştu.

“22 Ocak 1952 muhâkeme günü olmak îtibâriyle, Bediüzzaman Said Nursî, Isparta’dan İstanbul’a gelerek, mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvelâ iddiânâme ve ehli vukuf raporu okunmuş, Üstadın isticvâbı yapılmıştı. Ehli vukuf raporunda, ‘Müellifin bu eserde din düşüncesini yaymaya çalıştığı, gençlere rehber olacak fikirler serd eylediği, müellifin tesettür taraftarı olduğu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslâmiyete aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyân ettiği, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâbı Kur’âniye zîneti olduğunu söylediği, dînî tedrisât taraftarı olduğu, binâenaleyh devletin temel nizamlarını dînî esaslara uydurmak istediği...’ uzun uzadıya izah edilmiştir.

“Bediüzzaman Said Nursî’nin müdâfaasını İstanbul avukatlarından Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Lâç deruhte etmişlerdir.

Okunan iddiânâme ve rapor üzerine, Üstad Said Nursî, cevaben otuz beş senelik hayatını misâl göstererek, siyasetle, dünyevî ve menfì cereyanlarla alâkadar olmadığını, kendisini meşgul eden ve nazarını çeken tek şey hakaikı îmâniye ve hizmeti Kur’âniye olduğunu, bütün kuvvetiyle îmânı kurtarmak dâvâsında gittiğini bildirir; müteaddit mahkemelerin berâet ve iâde kararlarını zikreder. Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mûcib olması lâzım geldiğini, içinde bulunduğumuz asrın menfî cereyanlarına, bilhassa içtimâ-î bünyemizi sarsan ahlâksızlık ve îmansızlık salgınına karşı, Gençlik Rehberi gibi, Risâle-i Nur’un bütün eczâlarının külliyetle intişârının, gençliğe ve mâsum evlâtlara ve kadınlara umûmen okutturulmasının vatan millet saadeti nokta-i nazarından gayet elzem olduğunu beliğ bir sûrette ifade etmiş; mezkûr gayeler için, kendi haberi olmadan genç üniversitelilerin tab’ eylediğini beyân etmiştir. Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe tâlik edilmiştir.” (s. 561)

22.01.2007


Mükemmil

Allah (c.c.), Mükemmil’dir. Yani her şeyi tekmil eden, kemâle erdiren ve tamamlayandır. Canlı, cansız varlıklara birer kemâl noktası tayin eden ve her bünyeyi ve fıtratı kendisi için tayin ettiği kemâl noktasına erdiren ve olgunlaştıran Cenâb-ı Haktır.

Mükemmil ismi Hazreti Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l Kebir’de zikrolunan isimlerdendir.1

Bedîüzzaman, ölmüş yeryüzünün canlandığı bahar mevsiminde, haşrin üç yüz binden ziyâde numûnelerini muntazaman îcat etmenin ve yeryüzü sayfasında bir biri içinde üç yüz bin muhtelif cinsin fertlerini hatasız, sehivsiz, galatsız, noksansız, gayet ölçülü, gayet düzgün, gayet muntazam ve gayet mükemmel bir sûrette yazmanın, ancak sonsuz bir kudrete sahip Kadîri Zülkemâlin işi olduğunu beyan eder.2 Allah’ın sınırsız kerem ve cömertliğini gösteren, elimiz altındaki bir üzüm bağında, iki parmak kalınlığındaki bir üzüm asmasına asılmış olan salkımların yüz elli beş adet, bir salkımdaki üzüm tânelerinin ise yüz yirmi kadar olduğunu, sayarak belirlediğini ifade eder ve şöyle der: “Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa ve sürekli akıtsa, şu harârete karşı o rahmetin yüzer şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak yetecektir. Halbuki, bazen az bir rutûbet ancak eline geçmektedir. Öyleyse anlaşılıyor ki, bu işi yapan her şeye kâdir bir Kudretten başkası değildir. Binâenaleyh her şeye hâkim olan İlâhî san’atın mükemmelliği akılları hayrette bırakmaktadır.”3

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hak yarattığı her şey için bir kemâl noktası tayin etmiştir. O kemâl noktaya doğru o şeye bir meyil vermiştir. Bu meyil onda şiddetli bir “ihtiyaç” şeklinde tezâhür etmektedir. Bu ihtiyaç, önüne geçilmez bir iştiyak halini almakta, vazgeçilmez bir câzibeye dönüşmektedir. Neticede Cenâb-ı Hakkın tekvînî emirleri bu câzibe, bu iştiyak, bu ihtiyaç ve bu meyil çekirdeklerinin yönlendirmesiyle eşyanın mâhiyeti tarafından algılanmakta ve harfiyen uygulanmaktadır.4

Bedîüzzaman’a göre, varlıkların mâhiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuttur. Husûsî kemâli ise istidatlarını kuvveden fiile çıkaran kendisine mahsus vücuttur. “Kün!” emrine tüm kâinatın itaati, bir tek zerrenin itaati kadar kolay ve mükemmeldir. Cenâb-ı Hakkın ezelî irâdesinden gelen “Kün!” emrine varlıkların eksiksiz itaat halinde oldukları, yine İlâhî irâdenin tecellîsi olan meyil, ihtiyaç, şevk, iştiyak, incizap ve câzibe kuvveleri ile anlaşılmaktadır.5

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1 - Mecmuatü’lAhzab, 2: 244

2 - Sözler, s. 270

3 - A.g.e., s. 271

4 - A.g.e., s. 487

5 - A.g.e., s. 488

22.01.2007


Suyu bulandıran mektup

Hz. Ali anlatıyor:

Bir gün Hz. Peygamber (asm) yanıma Zübeyr ile Mikdad’ı da vererek:

“Doğruca Hâh bahçesi denilen yere gidiniz. Orada mektup taşıyan ihtiyar bir kadın bulacaksınız. O mektubu alıp bana getiriniz” buyurdular.

Atlarımıza binerek istenilen yere hızla gittik. Gerçekten de orada ihtiyar bir kadın bulduk. Ona mektubu çıkarmasını söyledik. Kadın:

“Bende mektup falan yok” dedi. Bunun üzerine:

“Ya mektubu çıkarırsın ya da onu alabilmek için seni soymak mecburiyetinde kalacağız” dedik.

O zaman kadın mektubu örgülerinin arasından çıkarıp verdi.

Onu alıp Hz. Peygamber’e getirdik. Mektup Bedir kahramanlarından Hatib b. Ebî Beltea tarafından Mekkeli müşriklere yazılmıştı ve onlara Hz. Peygamber’in (asm) savaş hazırlıkları yapmakta olduğunu haber veriyordu.

Hz. Peygamber, Hatib’i çağırttı.

Hz. Ömer kızarak:

“Ey Allah’ın Resulü! İzin ver de şu münafığın boynunu vurayım” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona izin vermedi. Hatib’e mektubu göstererek “Ey Hatib! Bu nedir?” diye sordu. Hatip dedi ki:

“Ey Allah’ın Resulü! Ben Kureyş’li değilim. Ben onların arasında garip bir kimseyim. Bu mektubu hıyanet maksadıyla ya da münafıklığımdan ötürü yazmadım. İnanıyorum ki Allah Peygamberini üstün getirecek ve dinini kemale erdirecektir. Ey Allah’ın Resulü! Muhacirlerin Mekke’de birçok akrabaları vardır. Bu akrabaları onların geride bıraktıkları aile efratlarını ve mallarını korurlar. Bana gelince, benim Mekke’deki yakınlarımı koruyabilecek hiç kimsem yoktur. Ben bu mektubu da onlara, bana minnet duymak suretiyle oradaki yakınlarımı korumaları için yazdım. Yoksa dinimden dönüp, İslâm’dan sonra küfre razı olduğum için yazmış değilim.”

Bu sözlerden sonra Hz. Peygamber:

“O doğru söyledi” buyurdular ve devamla, “Ey Ömer! Bu kişi Bedir’de bulunmuştur.” buyurdular.

Bu olay üzerine Cenâb-ı Allah: “Ey mü’minler! Benim ve sizin düşmanınız olanları dost edinmeyin” mealindeki Mümtehine Sûresi 1. âyeti nazil buyurdu.

(El-Bidaye, 4/284)

Süleyman KÖSMENE

22.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004