Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Fakat onlara asıl vaad olunan azap, kıyâmet günüdür. Kıyâmet günü ise daha dehşetli ve daha da acıdır.

Kamer Sûresi: 46

30.03.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Mazlumun bedduâsından sakının. Çünkü o kıvılcım gibi semâya yükselir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 88

30.03.2007


Peygamberimizin doğumunda gerçekleşen hadiseler

Üçüncü Kısım: İrhâsattan, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın velâdeti hengâmında vücuda gelen harikalardır ve hadiselerdir. O hadiseler, onun velâdetiyle alâkadar bir sûrette vücuda gelmiş.

Hem bi’setten evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mu’cizesidir. Bunlar çoktur. Nümûne olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç nümûneyi zikredeceğiz.

Birincisi: Velâdet-i Nebevî gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni Âs’ın annesi, hem Abdurrahman ibni Avf’ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki, üçü de demişler: “Velâdeti ânında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı.”

İkincisi: O gece Kâbedeki sanemlerin çoğu baş aşağı düşmüş.

Üçüncüsü: Meşhur Kisrânın eyvânı (yani saray-ı meşhûresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir.

Dördüncüsü: Sava’nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahrâbâd’da bin senedir daima iş’âl edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin mâbud ittihaz ettikleri ateşin, velâdet gecesinde sönmesi.

İşte şu üç dört hadise işârettir ki, o yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlâhî ile olmayan şeylerin takdisini men edecektir.

Mektûbât, 19. Mektûb, s. 176

Lügatçe:

Velâdet-i Nebevî: Peygamberimizin (asm) doğumu.

bi’set: Peygamber olarak gelmek.

eimme-i hadis: Hadis imamları.

maşrık: Doğu.

mağrib: Batı.

inşikak: Parçalanma.

delâil-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.

irhâsat: Peygamber Efendimizin (asm) peygamberliğinden önce meydana gelen ve peygamberliğine delil olan harikulade haller.

velâdet: Doğum.

sanem: Put, heykel.

Kisrâ: Eskiden İran hükümdarlarına verilen ünvan.

inşikak: Parçalanma, kırılma.

iş’âl: Parlatma, nurlandırma, alevlendirme.

Mecusî: Ateşe tapan.

mâbud: İbadet olunan, tapınılan.

ittihaz: Edinme, kabul etme, kabullenme.

30.03.2007


Kâinatı sarsan büyük inkılâb

İnsanlık vahşet ve sapkınlığın karanlıklarında yüzüyordu. Hayatın gayesi, kâinatın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız, başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar birşeyler bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

Beşeriyetin karanlıklar içinde olduğu o vahşet devrinde cihan ufkundan bir güneş doğmuştu. Bu güneş, âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed (asm) idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz hâdise, kâinatı yerinden sarsan inkılâbların en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve isbat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, sair varlıklarda, hatta cansız eşyada bile aks-i sadâsını bulacaktı. Şarktan garba, bütün âlemin nurlara gark olduğu, İlâhî inkılâbın tecellî ettiği o gece neler oldu, neler.

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler.

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed (asm) doğmuştur” dediler.1

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin (asm) doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rebia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda, “Bu gece sizlerden birinin çocuğu doğdu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallâhi sizin bu kabahatinizden iğrendim! Bakın ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var!” dedi.

Toplantıda bulunanlar, Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bunu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudi’ye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu, benim size haber verdiğimden önce mi, sonra mıdır?” dedi. Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Peygamberimizi (asm) Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi, Peygamberimizin (asm) sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığında kendisine, “Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler. Yahudi, “Artık İsrâiloğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar, peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir. Ey Kureyş topluluğu, ferahlandınız mı? Vallâhi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir satvet, bir şevket verilecektir!” dedi.2

Kâinatın Sultanını dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp müşahede ettikleri de mânidardı. Nitekim o, Peygamber Efendimize (asm) hamile iken rüyasında “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.” Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün şark ve garbı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hatta Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmuttalib’e anlatmıştır.3

Aynı gece Hz. Âmine’nin yanında bulunan Osman ibn Âs’ın annesinin müşahedesi de şöyle: “O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerlerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.”4

Evet bu ulvî anı dile getiren “Velâdet Bahri”nin müellefi Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın,

Çok alâmetler belirdi gelmeden.”

Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, güneş yılı itibarıyla 20 Nisan’a tekabül eden gece idi. Dünyaya teşrif eden İki Cihan Serverinin üzerini, o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdettir. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin (asm) üzerine konulan çanak, yarılarak ikiye ayrılmış. Peygamber Efendimiz (asm) gözlerini göğe dikip baş parmağını emmektedir.5

Evet, bu işaret, küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü batıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması; iman, nur ve hidayetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygambere idi.

Aynı gece Kâbe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü. Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört şerefesinin parçalanıp yerlere düştüğü, Sava’da mukaddes tanınan küçük denizin suyu çekilip gittiği görüldü. Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusî ateşinin o gece sönüverdiği müşahede edildi. Bütün bunlar işaret ve alâmetti ki, yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği, putperestliği kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak, Allah’ın izni olmadan mukaddes tanınan şeylerin mukaddesliğini ortadan kaldıracaktır.6

İşte bu geceye “Velâdet-i Nebî” gecesi diyor ve onu bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâdedip kutluyoruz. Bütün kâinatla beraber bu geceyi hüsn-ü istikbal ederek, onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedî nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandillerini vesile kılarak ona yeniden biatımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Allah bizleri o yüce Resûlün şefaatine nâil eylesin.

(Kâzım Güleçyüz, Üç Aylar ve Kandillerimiz, s. 16)

Dipnotlar:

1- Tabakat 1:60.

2- A.g.e. 1:162-163

3- Taberî Tarihi, 2:125: Tabakat, 1:102.

4- A.g.e. 2:126.

5- Tabakat, 1:102.

6- Mektubat, s. 161-162

30.03.2007


Modern kadın uyanıyor mu?

Bir kaç gün önce, Sabah gatezesinde “Feminizm, kadın sağlığına zararlı” başlığıyla yer alan haberde şöyle deniliyordu: “İsveç Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün araştırmasına göre, erkeklerle rekabet eden kadınlar, işyerlerindeki yükselmeyle birlikte stres ve uzun çalışmadan ötürü sağlıklarından oluyor.” (Sabah, 27.3.2007)

Gerçekten de, feminizm, kadının yaratılışına zıt bir hareket olduğundan sağlığa zarar veriyor. Zîrâ, Allah, kadın ve erkeği farklı yapıda yaratmış. Her iki cinse de hayat maratonunda farklı roller biçmiş. Her ikisininin de güçlü ve zayıf yanları var. Kadın daha duygusal, erkekse daha rasyonel. Tâbir-i diğerle kadında kalp, erkekte akıl hâkim. Kadın şefkatiyle önplana çıkıyor, erkekse cesaretiyle...

Bediüzzaman bu anlamda kadınları “şefkat kahramanı” olarak niteler ve onların “daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevî mübarek mahlûk” (Lem’alar, s. 204) olduklarından bahseder.

Bu, Yaratıcının kadına biçtiği misyondur. Fıtrat dini İslâm, kadını, “müdîr-i dâhilî”, evinin idarecisi ve anne yapmakla ona lâyık olduğu hürmeti göstermiştir. Yine Bediüzzaman “Şer’-i İslâm onları rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede” (Sözler, s. 668) sözleriyle buna dikkat çekmiştir. Yani bu davet, onlar için bir rahmet olduğunu ve hürmetlerinin, hakkıyla, ancak aile hayatı içerisinde muhafaza edilebileceğini söylemiştir.

İslâmın bu prensiplerinin, kadın yaratılışına uygun olduğunun bir ispatı da, iki yıl önce Vatan gazetesinde yer alan bir haberdeki araştırma idi. “Kocam çalışsın, ben evimin kadını olayım” başlığıyla yayınlanan haberde, “İngiltere’de yapılan bir araştırma, iyi bir eğitim alıp iş hayatına atılan kadınların, parlak bir kariyer yerine, evinde oturup sakin bir yaşam sürmenin hayalini kurduğunu ortaya çıkardı” deniliyordu. Devamında ise şu tespitler yer alıyordu:

“İngiltere’de 30 yaşlarında, çalışan 1500 kadınla yapılan bir anket, kadınların büyük bir bölümünün iş hayatından sıkıldığını gösterdi. Kadın dergisi New Woman’ın anketine katılanların yüzde 61’i, mutlu bir evlilik yapmanın, sakin bir kasabaya yerleşerek evinin kadını olmanın hayalini kuruyor. Üçte ikisinden fazlası ‘Parayı erkek kazanmalı’ diyor. Kadınların önemli bir bölümü ise, kariyerin o kadar da önemli olmadığını düşünüyor. Ulusal Aile ve Ebeveyn Enstitüsü’nden Vicki Shotbot bu araştırmayı ‘modern kadının uyanışı’ olarak görüyor. Shotbot’a göre bu uyanışın nedeni, kadınların artık istedikleri her şeyi elde edemeyeceklerini anlamış olması.” (Vatan, 11.03.2005)

Gerçekten de modern kadın uyanıyor muydu? Bediüzzaman daha 1910’larda “Beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikâzâtıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış” (Hutbe-i Şamiye, s. 30) diyordu. Niye olmasın?

Evet beşer, Kur’ân’ın hükümlerine muhtaç. Bediüzzaman, yıllar önce, İsveç ve “İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri”nden bahisle “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar” (Sözler, s. 141) demişti. İsveç ve İngiltere’de kadınlar üzerinde yapılan mezkur araştırma sonuçları, bu müjdenin tetikleyici bir emaresi niçin olmasın? Yine Bediüzzaman, bir gazetedeki “İngiliz devletinin payitahtında, hatipleri kürsülerinde ‘Artık İngiltere’nin İslâmiyeti kabul etmesi lâzımdır’ diyerek bağırdıklarını ve beşeriyetin bütün hakiki ihtiyacatını cami olan Furkan-ı Hakim’in âyetlerini birer birer okuyup tefsir ve beyan ettikleri” haberini işittiğinde “Bin elhamdülillah deriz. Evet o devletin hem dünyası, hem saltanatı, hem saadeti onunla kurtulabilir” (Emirdağ Lâhikası, s. 214) demişti. Biz de, mezkur haber vesilesiyle, bu gerçeği bir kez daha tekrar etmiş olalım.

Aslında kadının, stresten uzak gerçek huzur ve rahatının kendi evinde, aile hayatında olduğunu vurgulayanlar, sadece İslâm dünyasıyla da sınırlı değil. Bu yaratılış gerçeği, Katolik Hıristiyan dünyasının bir önceki papası II. Jean Paul tarafından da seslendirilmişti. Hayatında, gayr-ı ahlâkî ve gayr-ı insânî hareketlere karşı açtığı savaşla tanınan birisi olarak, o da, ölmeden önce “Kadınlar evine dönmeli” demişti.

Evet, iş dönüp dolaşıp yaratılış gerçeğine dayanıyor. İnsanlığın yaratılışına ey uygun hükümleri ihtivâ eden İslâm dini, kadını bütün zamanlarda fıtratına en uygun olan konumuna oturtmuştur. Dolayısıyla modern kadının aradığı huzur, ancak İslâmî hayat tarzındadır.

[email protected]

İsmail TEZER

30.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004