Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz seni onların arasından alsak bile senin arkandan muhakkak onlara cezalarını veririz.

Zuhruf Sûresi: 41

29.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ümmetim hakkında en çok şu hususlardan korkuyorum: Şişmanlık, uykuya düşkünlük, tembellik ve iman zayıflığı.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 169

29.05.2007


İstanbul’un fethini mu’cizâne haber vermiş

Hem, istikbal, yani vefatından sonra onun haber verdiği hadiseler pekçoktur ve çok nevîleri var. Birisi, Âl-i Beytine ve Ashabına ve fütuhat-ı İslâmiyeye ait ihbarat-ı gaybiyesidir ki, Zülfikar’da Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) kısmında nakl-i sahih ile seksen vakıanın aynen haber verdiği gibi çıkması, meselâ Hz. Osman (r.a.) mushaf okurken, Hz. Hüseyin (r.a.) Kerbela’da şehid edilmeleri ve Şam ve İran ve İstanbulun fetihleri ve Abbasi Devletinin zuhuru ve Cengiz ve Hülagü onu mağlup ve mahvetmesi gibi seksen ihbar-ı gaybî mu’cizâtı, nakl-i sahih ile ve tarih ve siyer kitaplarına istinaden tafsilen yazması gibi, ihbar-ı gaybînin sair nevileriyle ve Muhammed’in (a.s.m.) hakkaniyetine delalet eden pekçok vakıât-ı istikbaliye ile zaman-ı istikbal dahi kuvvetli ve küllî bir surette risalet-i Muhammediyeye (a.s.m.) ve sadıkıyetine şehadet eder demektir.

Şuâlar, s. 541

***

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, “İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur”* deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.

Mektubat, s. 106

***

İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, on kısım envâ-ı mu’cizâtından birtek nevîdir. O nevin on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, i’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Söz’de, gayet geniş ihbar-ı gayb nevînin, dört nevîni icmâlen beyan etmişiz. İşte buradaki nevî ile beraber, Kur’ân’ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nevî beraber düşün. Gör ki, ne kadar kati, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir bürhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette iman edecek ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Hâlık-ı Külli Şey ve Allâmü’l-Guyûb olan bir Zât-ı Zülcelâlin resûlüdür ve Ondan haber alıyor. Mektubat, s. 112

* el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü’s-Sağîr, no. 139

29.05.2007


Fethin 500. yılında Bediüzzaman

1953 senesi baharında Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul’da üç ay kalır. İlk geldiği gün, Bayezıt’ta Marmara Palas’a iner. Çamlıca ve Üsküdar’da iki ayrı dostunun evinde üçer gün misafir olur. Daha sonra Çarşamba’da Fırıncı Mehmet Güleç’in evinde üç ay kalır.

O yıl İstanbul’un 500. fetih yıldönümüdür. Bu sebeple parlak törenler yapılır. Topkapı’da, Fatih’te yapılan bu törenlere resmî zevatla birlikte Said Nursî de iştirak eder. Yanında üniversite talebeleri ve Binbaşı Refik Bey vardır.

Bediüzzaman, yanında bulunan talebesi Ziya Arun ile Fener Patriği Athenagoras’a gider, onunla görüşür.

Bu görüşme sırasında, Said Nursî ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i (asm) Peygamber ve Kur’ân-ı Kerîmi de Kitabullah kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız” der.

Athenagoras ise cevaben “Ben kabul ediyorum” deyince, Bediüzzaman “Pekâla, siz bunu dünyanın diğer manevi reislerine de söylüyor musunuz?” diye sorar.

Patrik ise, “Söylüyorum, fakat onlar kabul etmiyorlar” der.

Bediüzzaman İstanbul’da bulunduğu aylarda tevhid ve vahdaniyet bahislerini muhtevî, radyonun İlâhî bir nimet olduğuna dair bir ders kaleme alır. Hem bu ders, hem daha önce İstanbul’a gelmeden Isparta’da iken talebelerine verdiği dersleri Nur Âleminin Bir Anahtarı adlı bir risâle halinde bir araya getirir.

(Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.N.,

s. 415, Nesil Yayınları)

BİR HATIRA

Mehmet Fırıncı anlatıyor:

Üstad Hazretleri (1953 yılında) İstanbul’da bulunduğu zaman İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü idi. Çok geniş bir kutlama merasimleri programı hazırlanmıştı. Mehter yeniden kurulmuştu. İstanbul’da büyük bir bayram havası esmekteydi. Fatih Camii’nin Akdeniz kapısı tarafında büyük bir şeref tribünü kurulmuştu. 29 Mayıs 1953’de İstanbul sevinç ve şenliğin zirvesindeydi.

Merasim başlamadan önce emekli binbaşı Refik Bey, Üstad Hazretlerini ve arkadaşlarını alarak, Fatih’teki merasim mahalline getiriyor. Fakat çok şiddetli izdihamdan içeri girilemeyecek bir durum olduğunu görünce, Binbaşı Refik Bey, etrafa hiddetle bağırarak açılmalarını ve son derece büyük bir âlimin burada bulunduğunu ilân ediyor. Âsayiş vazifelileri derhal Üstad Hazretlerinin yolunu açmak için tedbir alıyorlar. Halk da bu tedbir gereğince yolları kendiliğinden açıyor. Ve Üstad Hazretleri doğru şeref tribününe, o zamanın İstanbul Valisi Fahreddin Kerim Gökay’ın sağ tarafında ayrılan yere oturuyor. Ve oradan merâsimi gayet şâşaalı ve muhabbetli bir şekilde takip ediyorlar.

Üstad Hazretleri, mehterin de resmigeçit yaptığı bu merasimden sonra eve döndüler ve istirahata çekildiler.

...O gün Fener Patrikhanesine giderek Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, ‘Siz Kur’ân’ı Allah’ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul etseniz ve Hıristiyanlığın da din-i hakikîsiyle amel etseniz ehl-i necat olacaksınız’ demiş. O da ‘Ben kabul ediyorum’ diye cevap vermiş. Üstad tekrar ‘Dünyadaki diğer ruhanî reisler de kabul ediyorlar mı?’ diye sormuş. O, ‘Onlar kabul etmiyorlar’ demiş. Üstad, kendisini gayet hürmetle karşılamış olduklarını söyledi.”

(Son Şahitler, c. 4, s. 344)

29.05.2007


Hastalıkların tedavisinde ‘hayata bakış’

“Ege Üniversitesi (EÜ) Diş Hekimliği Fakültesi

Temel Tıp Bilimleri Fizyoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurselen Toygar, ‘Kanser dahil her hastalıkta doktor ve ilaç yüzde 20, kişinin yaşam isteği ise yüzde 80 etkilidir’ dedi. Prof. Dr. Toygar, ‘Başarıda Beynin Gizli Kodları ve Süper Yaşam Potansiyeli’ konulu toplantıda, her canlının yaşama belirli bir enerji kredisiyle başladığını ve yaşam boyu bu krediden harcama yaptığını belirtti.

“Bu enerjinin, yaşam biçimine göre erken ya da geç bittiğini, bunun sonucunda da yaşamın sona erdiğini ifade eden Toygar, buna göre sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrının bu enerjiyi akıllıca harcamaktan geçtiğini söyledi.

“Yaşam enerjisi ile bunu kontrol eden beyin gücü açısından beslenmenin ve hayata bakışın büyük önem taşıdığına işaret etti.” (Yeni Asya,

23.5.2007)

Beslenme ve hayata bakış...

Prof. Dr. Toygar'ın hastalıkları yenme iradesinin kaynağı olarak ifade ettiği ‘yaşam enerjisi’nin gücü, bu iki değişkene bağlı.

Şüphesiz, hastalıkların çoğu, beslenme alışkanlığıyla ilgili. İbn-i Sina'nın, “Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir” şeklinde tıbbı özetlediğini ifade etmesi, bu açıdan manidardır.

Hayata bakış ise, hastalıkları yenme noktasında Toygar'ın dikkat çektiği diğer bir önemli husus. Gerçekten de önemli. Zîrâ hayata bakış açımız, hastalıklara bakış açımızı ve sonucu da belirlemektedir. Karamsar ve şikâyet dolu bir hayat bakışının, kişinin hastalığını arttırmaktan başka bir işe yaramadığı açıktır. Bunun aksine, herşeyin güzel ve olumlu tarafını gören bir kişinin hastalık ve sıkıntılarının azaldığı, hatta şifa bulduğu vâkîdir.

Bu anlamda Bediüzzaman'ın ‘hastalıklara bakış açısı’ için de düşünülebilecek şu tespitleri oldukça ilginçtir:

“Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider.” (Lem'alar, s. 29)

İsmail TEZER

29.05.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Bir şahıs, Harem-i Şerifin kapısında, “Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allah’ım!” diyerek hep aynı duâyı okuyordu.

Ona:

“Sen başka duâ bilmez misin?” dediler.

O şöyle açıkladı:

“Ben Beyt-i Şerifi tavaf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla vicdanım mücadeleye tutuştular. Şeytanım, bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi. Vicdanım ise, bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et, dedi.

Ben böyle mücadele içinde iken, birinin sesi duyuldu. Adam:

“Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!” diyordu.

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin otuz altına satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı: “Ben Mağrip sultanının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle savaştı ve savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi kabul ettin. Ben senden memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına razı olma, elli bin altına sat beni.” dedi.

Köleyi elli bin altına sattım. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdat’a gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, meşhur bir tüccar dostum vefat etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çeyiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi.

Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dedi ki:

“Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzade keseyi iade edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlar da bunlardır.”

Bunun üzerine ben Allaha hamd ve şükürlerde bulundum. Doğruluğun bereketini bu kadar çabuk bulacağımı hiç düşünmemiştim.

(Nevâdir-i Süheylî, S. 280, 281)

Süleyman KÖSMENE

29.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004