Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Yüz yılda bir de olsa



“Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderir.”

Bütün zamanları içine alan bir tebşir-i Nebevîdir (asm) bu ifade.

Asırları birbirine bağlayarak zamanın âhenkli akmasını sağlayıp hayatın istikrarlı işlemesine zemin hazırlayan mânevî bir hattın varlığını bu hadis-i şerifle müjdelemişti Peygamber Efendimiz.

Hablü’l-metinin, urvetü’l- vüska, hatt-ı müstakim gibi Kur'ân-ı Kerim’i ve İslâm dinini hatırlatan bu mânevî hatta; tecdidi, içtihadı iktiza ettiği için ‘içtihat hattı’ da denirdi.

Bu nuranî hatta, zamanın şartları muvacehesinde tecellî eden içtihatlar ve onların ışığında yapılan icraatlar sayesinde hayat devam ederken insanlık da maddî, mânevî ve içtimaî yönden ilerlemişti.

“Asırlara göre şeriatlar değişir, belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hatemü’l - Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”

Bu sözlerde ifadesini bulduğu gibi insanlığın iptidai devirlerinde, bazen muayyen zamanlarda ve farklı yerlerde, bazen de aynı asırda, bir kıta üzerinde yaşayan milletlere, kabilelere gelen peygamberler, onların hayat seviyelerine uygun olarak gönderilen İlâhî emirleri tebliğ etmişlerdi.

Gerçi hitap ettikleri insanların çoğu onlara inanmamıştı. Hatta bazıları bulundukları yerlerden gitmeleri için onları çeşitli hakaretlere ve eziyetlere maruz bırakmışlardı.

Bir yandan Peygamberlere zulmederken, diğer yandan onlara inanan insanları imanlarından vazgeçiremeye çalışmışlar; muvaffak olamayınca küçümseyip horlayarak yıldırma gayreti içine girmişlerdi.

Neticede kimi imanından aldığı güçle onlara mukavemet ederek imanını korumayı başarmış, kimi kendini gizlemeye çalışmış, kimi de ikisini birlikte yaşamaya kalkmıştı.

Yaşayışını inandığı değerlere uydurmak yerine, inancını yaşayışına göre değiştirme cihetine gidenlerse, hem kendilerini kandırmışlar, hem de dinlerinin tahrifine sebep olmuşlardı.

Bütün bunlara rağmen peygamberler yine de vazifelerini yapmışlar ve yalnız İlâhî emirleri tebliğ etmekle kalmamışlar; ilimde, teknikte, sanatta, edebiyatta ve sair sahalarda da maharetlerini sergileyip insanlara örnek olarak medeniyetlerin gelişmesini sağlamışlardı.

Böylece maddî ve mânevî yönden tekemmül eden beşeriyet ‘Bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek’ seviyeye geldiğinden, Son Peygambere (asm) muhatap ve Kur’ân-ı Kerim’le müşerref olmuştu.

Kıyamete kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek bir kitab-ı semavî ve hitab-ı ezelî olan Kur’ân’ın en mükemmel tefsiri, Peygamber-i Zîşanın sünnet-i seniyesinde ve hadis-i şeriflerinde tecelli etmiş ve insanlık, tarihinin yegâne Saadet Asrı’nı yaşamıştı.

Dinin, inanılması mecburî olan meseleleri ve şartları âyetlerle, hadislerle tayin edilen ibadet hükümleri üzerinde içtihat yapmak mümkün değildi. Fakat nazariyât tabir edilen ve hakkında açıkça âyet ve hadis hükümleri bulunmayan meseleler zamana, şartlara göre değiştiğinden onlar hakkında kolaylaştırıcı tasarruflar yapılabilirdi.

Onun için Selef-i Salihinin büyük müçtehidleri, ‘asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye’ yakın olan zamanlarda, insanların içinde bulundukları hayat şartlarına göre yeniden yorumlanması gereken nazarî meseleler üzerinde halis içtihatlar yapmışlardı.

“Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzarını telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana.

İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, ‘Nûrun alâ nur’ sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.”

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu şekilde de ifade ettiği gibi müteakip asırlarda şartlar değişip medeniyet geliştikçe, ilmi ve istidadı içtihada müsait olan âlimler fırtî olarak samimi bir içtihat yapmaya hazırlanırdı.

Böyle tekâmül merhalelerinden geçen müceddidler ve müçtehidler de Kur’ân’ın, kendi zamanlarına bakan âyetlerini, insanların anlayabileceği bir dille tefsir edip dinin emirlerini kolayca yaşayacakları içtihatlar yaparak mânevî hayatın, hatt-ı müstakim üzerinde işlemesini sağlamışlardı.

Müçtehidlerin yüz yılda bir geleceği mezkûr hadis-i şerifte bildirilmesine rağmen isimleri veya taşıyacakları özellikler tasrih edilmediği için o vasıfları taşıyanların hiç biri öyle iddialarla ortaya çıkmamıştı.

Onlar da diğer insanlar gibi belli bir yerde doğup büyümüşler, zamanın zaruretlerine katlanıp zorluklarını aşarak kendilerini yetiştirmişler ve verdikleri eserler, yaptıkları faaliyetlerle âlim sıfatı kazanmışlardı.

Bu sıfatı taşıyanlar, ferdin ve cemiyetin hayatına musallat olan dertlere çare aramakla mükellef olduklarını, çareyi de ancak Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bulacaklarını bilirlerdi.

Zamanı saran karanlığı Kur’ân nuru ile aydınlatıp cemiyetin içine düştüğü karışıklıkları hadislere riayet ve sünnetlere ittiba ederek düzeltme cihetine gitmişler ve eserlerini, aradan geçen zaman içinde zuhur eden maddî, mânevî ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yazmışlardı.

İhtiyaç hasıl olduğu zaman, kendilerinden önceki müceddidlerin icraatlarını ve müçtehidlerin içtihatlarını mukayese ederek yeni hükümler çıkarırken sadece onlara münhasır kalmamışlar, öyle sıfatlar taşımasalar da fikirlerine itibar edilen âlimlerin eserlerinden de istifade etmişlerdi.

Zaman değişip şartlar zorlaştıkça kendilerine empoze edilen kaynaklar farklılaşsa da onlar asla Kur’ân, sünnet ve icma-i ümmet hattından ayrılmamışlardı.

Uzun araştırmaların, incelemelerin yanı sıra kendilerine ihsan edilen vehbî ilim hasletinin de tesiriyle, onlardan çıkardıkları hakikatleri yüz yılda bir de olsa ya söz ve hareketle, ya da çeşitli eserlerle ortaya koymuşlardı.

Bunu yaparken zamanın muteber teamüllerini de nazara almışlar ve içtihatlarını bazıları uzun manzumelerle terennüm ederken bazıları mensur eserler yazmayı tercih etmişlerdi.

Bazıları bununla da iktifa etmemişler, eserlerini yetiştirdikleri talebelere veya eğittikleri müridlere mâlederek içtihatlarını, yalnız zamanına münhasır kalmayan, geleceğe de tesir eden içtimaî bir tenvir ve irşat hareketi hâline getirmişlerdi.

Zaman içinde bu eserleri okuyup hareketleri takip eden İslâm âlimleri,icraatlarındaki samimiyetin ve teşhislerindeki isabetin yanı sıra Ehl-i Sünnet hattına riayette gösterdikleri hassasiyeti de nazara alarak onları müceddid ve müçtehid sıfatlarıyla tavsif etmişlerdi.

O mânevî makamlara mazhar olanlar Allah indinde de, kul nezdinde de makbul addedildiğinden; zamanla liyakati olmadığı hâlde öyle sıfatlar taşımaya heveslenenler artmış, kendi mürşidini başkalarından üstün görüp mücedditlik izafe eden müridler çoğalmıştı.

Beşerî zaafların tezahürü olan böyle temayüller fazlalaştıkça, âvâmla havas arasındaki güven sarsılmış, âlimle cahilin birbirine beslediği hüsn-ü zan kaybolmuş ve fert de, cemiyet de yeni içtihatlara muhtaç hâle gelmişti.

Ancak, Nisâ Sûresinin, ‘içtihat âyeti’ olarak da adlandırılan 83. âyetinde, meâlen “Bir de onlara, emniyet veya korku verici, iyi veya kötü bir haber ulaştığı zaman, hemen onu yayıverirler. Halbuki bu haberi yayacak yerde Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere müracaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uyup gitmiştiniz” şeklinde de ifade edildiği gibi bu işi ehil olan âlimlerin yapması gerekirdi.

Çünkü ehil olmayan kişiler, muaccel heveslerle veya çevrelerinden gelen sathi teşviklerle içtihat yapmaya kalktıkları takdirde hem kendileri maddî, mânevî felaketlere duçar olurlar, hem de fikirlerine ittiba edenleri mahiyeti meçhul girdaplara sürüklerlerdi.

Böyle bir felaketin, yalnız o kişilere münhasır kalmayacağını, insanların arasına fitne sokup mü’minleri tefrikaya düşürerek cemiyetin huzurunu bozacağını düşünen bazı İslâm âlimleri, içtihat yapacak kişilerin taşımaları gereken vasıfları ortaya koyma ihtiyacı hissetmişlerdi.

Buna göre isabetli bir içtihat, ancak Kur’ân ve sünnet istikametinde yapılabileceğinden, böyle bir yola teşebbüs eden insanların Kur’ân’ı Kerim’in tamamını veya ekseriyetini hıfzetmeleri ve yanlarında behemehal Buharî, Müslim gibi bir hadis külliyatı bulundurmaları elzemdi.

Âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkarmak, Arapça’yı çok iyi bilmekle, yapılan yorumları muhataplarına tesirli bir dille anlatmak da hitap edilen insanların ana dillerini kullanmakla mümkün olacağından, dinî hükümleri bilmek kadar, onları öğrenip anlatacağı lisanları doğru kullanması da bir müçtehidde aranan özelliklerdendi.

Bunun yanı sıra yaptıkları içtihadın, herkesi ikna etmesi ve muhatapları üzerinde müessir olması için kelâm, fıkıh gibi din ilimlerinin ve ilmihal bilgilerinin bütün inceliklerine vakıf olmaları zaruri idi.

Ayrıca içtihadlarının tesir sahasını, bütün mü’minleri ihata edecek şekilde genişletmeleri için anlatım kurallarını, mantık kaidelerini gerektiğinde birbirleri ile mukayese ederek kullanabilmeleri icabederdi.

Bunlarla birlikte, herhangi bir mezhep üzerinde içtihat yapmak isteyenlerin, o mezhebin hususiyetlerini ve müessisi olan imamın tarzını, usulünü bilip ona göre hareket etmeleri gerekirdi.

Bu ve benzeri hususlar müçtehitliğin temel esasları olmadığı ve sadece tavsiye mahiyeti taşıdığı için böyle vasıfları haiz olan her âlimin illa içtihad yapması gerekmediği gibi o şartların bazılarını taşımayan âlimlerin içtihad yapmaları için de bir mani yoktu.

Bu itibarla, kimin müceddid ve müçtehid olduğuna, kişilerin iddialarına itibar edilerek veya mezkur şartları taşıyıp taşımadığına bakılarak değil, diğer âlimlerin mülahazalarına, eserlerinin tesirine ve efkâr-ı âmmede teşekkül eden kanaatlere göre karar verilirdi.

Onun için mücedditliği ve müçtehidliği hiçbir şüphe götürmeyecek kadar âşikâr olan âlimler de vardı, bazı insanlarca öyle sıfatlar izafe edilmesine rağmen üzerinde ittifak edilmeye âlimler de.

Mesela İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfi gibi Ehl-i Sünnet akideleri içinde içtihad yapan mezhep imamları ve onların koyduğu hükümleri zamanın şartlarına göre yenileyen talebeleri, üzerinde ittifak edilen müçtehidlerdi.

Birbirinden farklı zamanlarda yaşayan bazı âlimler, eserlerine ve icraatlarına bakarak yalnız yaşadığı yüz yılın değil, onu takip eden bin yılın da yenileyicisi olarak gördükleri İmam-ı Rabbani’ye ‘Müceddid-i Elf-i Sâni’ sıfatını vermişlerdi.

Öyle bir sıfatla tavsif edilmese de, onun gibi yazdığı eserler ve yaptığı icraatlar sayesinde yalnız yaşadığı asrı değil, gelecek zamanları da tenvir ettiğinden o nazarla bakılan müceddidler ve müçtehidler de vardı.

Tıpkı Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Aynı filmin devamı



3 Kasım 2002 seçimi öncesinde AKP için yaptığımız değerlendirmelerden pasajlar:

5 Eylül: Şu andaki görüntü, beş buçuk yıl zarfında kendi hedefleri açısından önemli başarılar sağlayan, ama bazı planlarını hâlâ gerçekleştirememiş olan 28 Şubatçı güçlerin yeni bir mevzilenme ve tahkimat hazırlığı içerisinde olduklarını gösteriyor. Ve Türkiye’de, AKP’yi önce parlatıp tuzağa çekme, sonra da bu partiyi bahane edip kullanarak, yarım kalmış 28 Şubat projelerini tamamlama gibi bir senaryo sahneye konulmak isteniyor. 28 Şubat, varlığını borçlu olduğu RP’den sonra, tıkandığı bir noktada tekrar güç ve enerji toplayıp devamını da AKP’ye bağlamış gibi görünüyor. 1995 seçimi öncesindeki RP rüzgârı, RP’nin başını çektiği Refahyol iktidarıyla birlikte 28 Şubat fırtınasına dönüşmüştü. Şimdi estirilen AKP rüzgârlarının da, seçim sonrasında şiddetli kasırgalara dönüşebileceği yolunda ciddî kaygılar var.

8 Eylül: Kapatılan AP’nin devamına geçit verilmeyince, dindar kitleler 80’li yıllarda ANAP’a, 90’larda önce RP’ye, sonra da MHP’ye yöneldiler. Ama bu yönelişler hep hüsranla neticelendi. 28 Şubat sonrasında ise aynı film AKP ile vizyona sokulmakta. Keşke aynı tuzağa bir kez daha düşülmese.

22 Eylül: “Başından beri ‘demokrasi ve insan hakları’nı önemsemeyen ve ülkelerle ilişkilerini tanzim ederken birinci planda kendi çıkarını gözeten (ABD’deki) Cumhuriyetçi yaklaşım, (...) 28 Şubat konjonktürünün 3 Kasım’dan sonra da devamını öngörüyor. Bu senaryoda AKP’ye düşen rol iki boyutlu. Bir boyutta bu partinin ‘yükseliş’i, ‘alternatif’ olarak pazarlanmaya çalışılan CHP’yi parlatmak için pompalanırken, diğer boyutta AKP Türkiye’nin 28 Şubat tünelinden çıkışını ertelemek için kullanılmaya çalışılıyor. Hasan Cemal'e ‘AKP türban gibi, alkollü içki gibi düğmelere olmadık şekilde basabilir mi? Türkiye’nin siyasal elitine, devlete, askere güven aşılayabilir mi?’ diyen Amerikalının sözleri buna işaret.

8 Ekim: Erdoğan halktan ‘anayasayı değiştirecek’ bir güç istiyor. Böylece tetikte bekleyen derin odakları, ‘Anayasayı değiştirmek sana mı kalmış? Tek bir harfine bile dokundurtmayız!’ şeklinde ifade edilebilecek bir teyakkuz pozisyonu almaya alenen tahrik ediyor. Bunun anlamı şu: 1995’te RP’yi birinci yapan milyonlarca oy 28 Şubat sürecinde nasıl bloke edilip işe yaramaz hale getirilmiş ve sahiplerini derin bir çaresizlik girdabında kıvrandırmışsa, aynı oyun şimdi AKP ile tekrarlanmak isteniyor.

22 Ekim: Siyasetin ‘rant ve menfaat kavgası’na dönüştürüldüğü günümüz ortamı, dindar kimlikleri de sür’atle dejenere edip aşındırıyor.

1 Kasım: Görünen o ki, güdümlü ve yönlendirme amaçlı anketlerle ve medya kanalıyla aylardır ilk sırada gösterilen AKP seçimden birinci parti olarak; tek başına iktidar olmaya, hattâ daha ötesinde anayasayı değiştirmeye yetecek çoğunlukla çıksa bile, ‘muktedir’ olamayacak.

2 Kasım: AKP’ye verilecek oylar, bloke edilip işe yaramaz hale getirilmeyi göze almak zorunda. Giderek tırmandırılacak bir gerilimin odağına şimdiden yerleştirilen AKP’nin, avantajı gibi gösterilen ‘hormonlu’ büyümesi ise, yakın zamanda en büyük handikapı olacak gibi.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bir hüzün yolcusu



Dostları bir bir ötelere yolcu ediyoruz. Elbette burası son menzilimiz değil. Ebed yolcusu için bir uğrak yeri ve menzili. Bir gölgelik. Biz de bir yolcuyuz.

Nusret Özcan hasbî dostlarımızdan birisiydi. Yeni Şafak’ta birlikte çalışmıştık. İlgi alanlarımız ortaktı. Orada muanese ettiğimiz, dertleştiğimiz arkadaşlarımızdan birisiydi. Son yıllarda çektiği dayanılmaz acılar yüzünden dostları olarak biz de hep muzdarip ve dert yüklüydük. Büyük ve ağır imtihanın ardından kısmen de olsa sağlığına kavuşmuştu. Yeni Şafak’taki işine döndüğünü duydum. Kendisini biraz da uzaktan uzağa takip ediyorduk. O rahatsız etmeyi hiç sevmezdi. Biz de mahcubiyetimiz ve kederimizden dolayı kendisini üçüncü dostlar aracılığıyla uzaktan takip ediyorduk. Tâ ki bir telefonla sarsılana kadar. Hiç beklemediğimiz bir anda yine Zaman’dan dostluğumuzu Yeni Şafak’a taşıdığımız ve sonra bütün çatıları aştığımız Fikret Çengel’den aldığım telefonla acı haberi aldık. Cuma öncesindeydi. Nusret Özcan’la ortak dostlarımız acı haberi bildirmek üzere bir bir arıyorlardı. Bunlardan birisi de son çalışmalarını kitaplaştırmaya çalışan vefakâr ve cefakâr dostumuz Cem Sökmen’di. Ben de bana ulaşan bu acı haberi yine dostlarımızla paylaşıyordum. Nusret hakkındaki konuşmalarımıza kulak misafiri olduğundan dolayı, hanım onun ahvalini yakından biliyordu. Önce acı haberi ona verdim. Adeta yıkılmıştı. O hep öyleydi. Abdurrahman Şen’in, inşaallah cennet vildanlarından olan kızının kaybını duyunca da çok kederlenmişti. Ardından Cağaloğlu’nda uğradığım Tarih ve Düşünce dergisi yayın yönetmeni Fatih Bey’le bu acı haberi paylaştık. O da Nusret severlerdendi. Akşam’da Mümin Vatansever Ağabeye acı haberi telefonla bildirdik. Böylece Nusretimiz bizi hastalığından sonra ölümüyle de buluşturmuştu.

***

O hasbî ve Cem Sökmen’in de çok sevdiği tabirle, abiler kuşağının son temsilcilerindendi. Kesinlikle koruma altına alınması gereken nesli tükenmekte olan son kuşağın temsilcisiydi. O eskimeyen dostlukların adresiydi. Birçokları Nusret Özcan ve Mevlüt Özcan’la akraba olup olmadığımızı sorar. Benim cevabım mutaddır: Onlarla manevî akrabayız. Ağır hastalığının hafiflediği günlerdeydi. İHH’dan Murat Yılmaz ile birlikte Bangladeş’e gitmiştik. Tatile denk gelen bir günde Dakka Kitap Çarşısını gezerken tam da silüeti ile Nusret Özcan’a benzeyen birisini gördük. Hemen deklanşöre bastım ve kare kare fotoğraflarını çektim. Ardından yanına gittim ve bir de birlikte fotoğraf çektirdik. Sonra tefrika sırasında ‘Dakka’nın Nusret’i’ başlığı altında Dakkalı Nusret’e temas ettim. Bu yönüyle de Nusret türünün son antikasıydı. Tam da vefat ettiği günlerde Bangladeş’li mihmandarımız Ahmet Samir’in geldiğini duydum, o da sanki telapati ile olacakları önceden haber almıştı. Bunu, tevafuk addederim. Hastalıklı günlerinde onun yaşamasını çok arzu ediyor ve bir rüyasını da gelecekteki müjdeli günlere birlikte erişebileceğimizin işareti ve beşareti sayıyordum. Rüyasında Hıristiyanlığın istihale geçireceğini ve İslâm’a inkılâp edeceğini görmüştü. Çok ilginç bir rüyaydı bu. Bizim Müslüman İsevîler kitabınının muhtevası gibiydi. Ve bu rüyasını özel olarak kendisine iki defa yazdırmıştım. Bundan dolayı da Mesih’in ruhaniyetinin aramızda dolaştığı asude iklime, baharistana birlikte ulaşacağımızı umut ediyordum. Zaman vefasız çıktı. Rüyası tefeülüme neden olmuştu. Ama Allah onu bizden daha çok seviyor olmalı ki, nezdine aldı ve kendisine kavuşturdu. Muhammed Mütevelli Şaravi, Annamaria Schimmel gibi nadide insanlarla aynı atmosferi paylaşmayı ve onların dünyadaki varlıklarının devamını ne kadar da isterdim. Ama zamanın vefası olmuyor. Belki de ayrılıklar kalıcılığı ve bekayı anlamlandırıyor.

***

Rahmetli, Necip Fazıl’ı çok severdi. Birbirini hasbî sevenler bu dünyada olsun öteki dünyada olsun mutlaka birbirlerine kavuşurlar. Hasret birgün biter. Aynen öyle oldu. Nusretimiz bundan böyle ebede kadar, ‘Üstad’ Necip Fazıl’la birlikte aynı çınarların altını paylaşacak. Mümin Ağabeyle Nusret’i yadederken ben onun çektiği çile ve meşakkatten dolayı gayr-i ihtiyarî bir şekilde ‘İnşaallah manevî şehitlik mertebesine ulaşmıştır’ dedim. Daha doğrusu ağzımdan öyle çıktı. Bunun üzirine Mümin Abi: “İsmail Hoca’dan sonra bunu ikinci kez söyleyen sensin” diye mukabele etti. Demek ki, maşerî vicdan öyle hissediyor. Allah, müminlerin güzel gördüğünü güzel görür. Onları mahçup etmez. Peygamberler ümmetleri üzerine şahittirler. Müminler de insanlar üzerine şahittirler ve cenazede de bu son kez icra getirilir. Bu hatime şahadettir. Bizim şehadetiyle ilgili sözlerimiz, inşaallah sûnuhat kabilinden intak-ı hak olmuştur. İnşaallah berzâhın muvakkat perdesi ve berzâhtaki bekleme odası bizimle onun arasına giremez. İstanbul sohbetleriyle ilgili Radyo 15’teki konuşmalarını Cem Sökmen, ‘Bir hüzün yolcusu’ başlığı altında kitaplaştıracaktı. O bir hüzün yolculuğu kitabını göremedi, ama biz bir hüzün yolcusunu ebedî yurduna tevdî ettik.

Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun...

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kariyer planlaması



Gazetecilik Seminerlerinin 21.’si Ankara Batıkent’te yapılıyor. Yeni Asya, gazetecilik okulu niteliğindeki bu faaliyetler serisini, YASEM ile kurumsallaştırarak, farklı bir ilki daha gerçekleştirmiş oldu.

Üç gün süreyle yoğunlaştırılmış, hatta geceleri de ev ödevleri ile makale kritiği yazan, seminer dergisine yazı yetiştirmeye çalışan gençlerimiz, hatta yetişkinler, gerilim üreten gazetecilik mesleğini, gerilime girmeden öğreniyorlar.

Böylece yazarlık dünyası ile tanışıyorlar. Kendilerini yazı dili ile doğru ifade etmeyi öğreniyorlar. Konu ve içerik anlamında zengin ve tadımlık derslerle yeni ufkun habercisi olacak bilgi kaynaklarına ulaşıyorlar.

Tecrübeli gazeteci, yazar, eğitimci ve araştırmacı ustalarla hemhâl oluyorlar. Böylece misyon içinde tecrübenin devri, birikimin transferi, müzakerenin rahatlatıcı öğretileri ortaya çıkıyor.

Yazın kavurucu sıcağına rağmen, iki saat kariyer planlaması dersinde gördüğüm gençler, oldukça heyecanlı, araştırıcı ve sorgulayıcı idiler.

Onlara bir şeyler anlatmaktan ziyade onlardan çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Sırayla kendilerini ifade ettiler. Kariyer yolculuklarının bulundukları durağından geçmişe ve geleceğe ait hedeflerini ve beklentilerini anlattılar.

Biz kez daha müşahede ettim ki, hayata dair, uygulamalı sonuçlara yönelecek nazarî ve tatbikî görüş ve rehberliklere fazlasıyla ihtiyaçları var. Bilhassa gençlere yönelik programlara. Yaz aylarının uzun ve ev içinde geçen sıcaklığında durağanlaşan dönemin fazla verimli olamadığı ve rehavet verdiği bir gerçek.

Bu mevsimlerde, başta Risâle okumaları olmak üzere bunun farklı açılımlarını, gerek meslekî, gerek kariyer ve gerekse şahsî tekâmül için gelişim programları ile takviye edildiği takdirde, gençlerin kendilerine duyduğu özgüvenin arttığı ve aileleriyle daha fazla uyumlu olmaya başladıkları görülmektedir.

Tamamı kızlardan müteşekkil programda, genç beyinlerin duygu yüklü sâfiyetlerini ve saf, samimî, meşrû ölçülerdeki hizmet arzularını ve kendilerini bulma yolculuğunda akla kapı açan ve değerlendirmeyi ona bırakan fikir ve yaklaşımlara çok ciddi değer verdiklerini gözlemledim.

Gençlerimize rehberlik edecek, günümüzün eğitim metot ve yaklaşımlarıyla hitap edecek, yeni eğitim felsefesini katılımcı kültürle birlikte verecek programlar, geleceklerinin inşasında sağlıklı sonuçlara götürecektir.

İmanlı gençliğin; aile, iletişim, iş ve eş seçimi konularında kendisiyle mutabık kalacağı, çevresiyle dengeli olacağı ve düşünce dünyasıyla da barışık ve uyumlu yaşayacağı programlarla desteklenmeleri halinde, bütün ebeveynlerin endişe uykularından uyanacağını, vehim psikolojisinden kurtulacaklarını ve kendilerini daha rahat hissederek anlatılmaz korkularından kurtulacaklarını düşünüyorum.

Ders boyunca sohbet ettiğim genç yavrularımız, bana cesaret verdi. Ümitlerimi tazelendirdi. Onlara karşı çok şey borçlu olduğumuzu hatırlattı.

İçlerinde yakînen tanıdığım çocuklar da vardı. Babaları arkadaşım, dostum, ağabeyim olanlar. Üç kuşağın birbirini farklı konularda profesyonel bir yaklaşımla eğitmelerini, büyük bir ailenin tanışmasını ve birbirlerine müzahir olmalarını sağlayan bu organizasyonlar, zamanla daha köklü yapılanmalara müheyyadır.

YASEM, bu yönüyle “Bireyin özel üniversitesi” olma misyonunu fazlasıyla yerine getiriyor. İhtisasa dayalı fedakârlık ve gönüllülükle...

Esas gençleri anlatmak istiyorum. Biyoloji okuyup psikolog olmak isteyen Büşra, mimarlık düşünen Ayçiçek kardeşlerden Esma Nur, eczacılık planlayan Emine Nur, lise son sınıfta kariyerini araştıran Rukiye, İslam sanatları alanında eğitimini geliştirmek isteyen Nurşin, Erciyes Üniversitesinde radyo televizyon bölümü mezunu beş gencimizin, yönetmen, montajcı, muhabir, yapımcı, belgeselci olma istekleri bir duaydı, bir teşebbüstü.

İnsan hakları alanında hukukçu olmaya kararlı Ayşe, tasarımcı ve modacı olmaya namzet Macide, genetik mühendisliği düşünen Melike, doktor olmak isteyen Haticeler, beden eğitimi arzulayan Taşçı kardeşlerden Meryem, matematikçi Aslıhan, hepsi nur fidanlığının masum ve mütevekkil gençleriydi. Ailelerini tebrik ediyorum.

Geçen yıl kariyer planlamasına katılıp, bir yılda çocuk edebiyatında kitap yazan eğitimci Meryem hoca hanım ise mütevazı bir öğrenci rolündeydi.

Zaten, YASEM’in amacı farkı, bilgiyi tevazu içinde sunan ve nefsin ümüğünü sıkan mü’min ve mü’mine insanlara hayat okulunda rehberlik etmektir.

Şanlıurfa’dan, Adana’dan, Kayseri’den, Ankara’dan ve diğer illerimizden katılan gençler, yazın en verimli bilgi meyvelerini topluyorlardı.

Sonuç olarak; gençler için daha çok çalışmamız ve onları anlamamız, istikbalimizi nurlandıracaktır.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kur'ân öğrenilmesinden korkmayalımn



Okullar tatil olup, çocuklar için Kur’ân öğrenme mevsimi başlayınca, aleyhte yayınlar da çoğalmaya başladı. Türkiye ile ilgili ‘olumsuz’ haberlerden önce, ‘yavru vatan Kıbrıs’ haberleri manşetlere taşındı.

Bir gazetenin manşetten ilân ettiği habere göre, ‘yavru vatan Kıbrıs’ta, imamların çocuklara Kur’ân öğretmesi vatandaşın büyük tepkisini çekmiş. Neymiş, KKTC Millî Eğitim ve Kültür Bakanlığı (MEB) tüm özel okul, anaokulu ve ilkokul müdürlüklerine bir yazı göndererek, yaz Kur’ân kursu açılmasını istemiş. Bu kursta ‘imam’ların görev almasına itiraz ediliyor. “Ada’da imamlı kurs isyanı” başlıklı haberde, bazı sendikaların “Hurafe ile eğitim olmaz” diyerek uygulamaya tepki gösterdiği yazılmış. (Milliyet, 22 Haziran 2007)

Burada asıl itiraz edilen konu gizlenmiş ve sanki sadece ‘imam-hatiplerin, okullarda açılacak kurslarda görev almasına’ itiraz ediliyormuş gibi sunulmuş. Asıl itiraz edilen konu, çocuklara Kur’ân öğretilmesi...

Peki, Kur’ân öğretilmesinden rahatsız olunmasının kabul edilebilir bir gerekçesi var mı? İsteyen veliler, çocuklarına Kur’ân öğretemesin mi? Uzun yıllar, “Din afyondur, din öldürülmelidir” diyen komünist sistemler yıkılırken, Rusya’da bile Kur’ân öğrenilmesine müsamaha ile bakılırken, ‘yavru vatan’da Kur’ân öğrenilmesine, öğretilmesine itiraz etmenin anlamı nedir?

Kısa süreli de olsa bir iki defa KKTC’de bulunma imkânımız olmuştu. O dönemdeki haberlerimizde de ifade ettiğimiz üzere, ‘yavru vatan’da din eğitimi konusu hep ihmal edilmiş. O tarihteki seyahatimiz esnasında Yeşilyurt’daki bir ilkokulu ziyaret etmiştik. Cıvıl cıvıl öğrenciler vardı. Caminin hemen yanındaki okulun öğrencilerine, “Peygamberimizin adını biliyor musunuz?” gibi Türkiye şartlarına göre çok basit sorular sorduk ve maalesef şok olduk. Çocukların hiç biri bu soruya doğru cevap verememişti. “Hz. Muhammed” (asm) adını duymayan çocukların var olması, bizim de sorumluluğumuzu göstermez miydi?

Türkiye, şimdiye kadar KKTC konusunda elinden gelen her şeyi yapmış; hadiseyi ‘millî dâvâ’ olarak görmüştür. Ancak Kıbrıs’taki çocukların din eğitimi konusunda aynı şeyi söylemek çok zordur. Bölgenin ‘turistik’ olması ve Türkiye’den gidenlerin de umumiyetle ‘ticârî’ gaye ile gitmesi bu konudaki sıkıntıların sürmesine sebep olmuş. Lefkoşa’daki bir caminin, uzun yıllar ‘nikâh salonu’ olarak kullanıldığı da malûm.

İslâmdan, Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın öğrenilmesinden korkmamak lâzım. Bu korku, bu vehim kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine çok şey kaybettirir. Kur’ân’dan uzak yetiştirilen çocukların ve gençlerin hangi felâketlere sürüklendiği görülmüyor mu? Önümüzde bunca ‘olumsuz örnek’ varken, hâlâ din eğitimi verilmesine karşı çıkmak Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmez.

Kur’ân’dan, İslâmdan korkmayalın, aksine ona teslim olalım...

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

YÖK sorununu halletmek ya da samimiyet



Seçimler yaklaşırken meydanlar da ısındı. Liderler, neredeyse her gün, bir ilde halkla buluşarak, partilerini anlatıyor. Kimi de olmadık vaatlerde bulunuyor. Yine çoğu tutulmayacak, seçim geçtikten sonra unutulacak sözler veriliyor.

Geçmiş seçimde “Başörtüsü meselesini halledeceğiz”, “İnsan hak ve hürriyetleri önündeki engelleri kaldıracağız” diye iktidara gelenler, 4.5 yılda bu meseleyi halledemeyince, bu konuları ağızlarına almıyorlar. Ancak yapamayacakları başka şeyler konusunda söz vermekten de kaçınmıyorlar. YÖK’le ilgili vaatler de bunlardan birisi. Bazı partiler YÖK’ün idarî ve malî özerkliğinin arttırılacağını söylerken, bazıları YÖK’ü ve ÖSS’yi kaldırmaktan bahsediyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim meydanlarında-geçmiş seçim öncesinde söylediği gibi-“YÖK’ü halledeceğiz” diyor. Bunu da şöyle izah ediyor. “Hedefimiz üniversitelerde okuyan öğrenci sayısını arttırmak. Bu, hükümetten önce YÖK’ün sorunudur. İnşallah bu YÖK sorununu halledeceğiz. Bunun için Anayasa’da değişiklik yapmak gerekiyor. Bunu da yaparak bu sorunu halledeceğiz…”

Vatandaş gibi, biz de soruyoruz. “4.5 yıllık iktidarınızda bu konuyu niye halletmediniz? YÖK’e gücünüz mü yetmedi?” Hükümet 4.5 yıllık iktidarı boyunca YÖK’le ilgili birkaç kez adım attı, ancak hemen peşinden geri adım atmak zorunda kaldı.

Abbas Güçlü, YÖK sorununu halletmekten bahseden AKP’nin YÖK’ü ihya ettiğini düşünüyor. “YÖK’ü YÖK yapan isimler”i eleştireceğine, ödüllendirdiğini dile getiriyor. YÖK’ün kurucusu ve uzun dönem başkanlığını yapan İhsan Doğramacı’ya “TBMM Onur Ödülü” verdiğini bildiriyor ve “AKP, belli ki YÖK’ten şikâyetçi değil” diyor. (Milliyet, 20.6.2007) İşte asıl mesele bu… Yani, samimiyet.

* * *

Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğu’nun son yıllarda sık sık söylediği-benim de katıldığım-bir cümlesi var. “YÖK yok edilmelidir” diye… YÖK kaldırılmalı mı, yoksa ıslah mı edilmeli? İşte bütün mesele burada düğümleniyor.

Sendikanın bu konuda etraflıca bir çalışma yaptığını, konuyu enine boyuna araştırıp, sıkıntıları ve çözüm yollarını en kısa zamanda ortaya koyacağını öğrendik. Bu çalışmanın bir an önce bitirilip, seçimlerin hemen ardından iktidara gelecek partiye kapı açılabilir.

Bir kere, YÖK’ün sadece “kendi alanı”nda açıklama yapması için kanunî bir düzenleme yapılması şart. Öncelikle, siyasî konular başka olmak üzere, ulu orta her konuda açıklama yapma geleneğine son verilmelidir. Çünkü, bunları konuşmaktan üniversitelerin sorunlarını tartışamaz, görüşemez hale geliyorlar. Örnek olarak, dünyadaki 500 üniversite arasına diye giremediklerini sorguladılar mı? Hangi bilimsel araştırmaya destek vereceklerini hakkıyla tartışabiliyorlar mı?

Fakat bazı işleri çok iyi yapıyorlar. 14 yıl Selçuk ve Dumlupınar Üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan “Evrim ve Yaradılış” kitabından dolayı DÜ öğretim üyelerinden Prof. Dr. Adem Tatlı’yı üniversiteden atıyor. Bilkent Üniversitesi’nde 13 Haziran’da düzenlenen diploma törenine, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra Gül’ün başörtüsü ile katılması nedeniyle üniversite hakkında soruşturma başlatıyor.

Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği nedeniyle, bu okullara olan talep, yok denecek kadar azaldı. Gençler işsizlikten bunalırken, sanayiciler kalifiye eleman bulamazken, YÖK bu konuda bırakın bir adım atmayı, kız çocuklarına imam hatip lisesini yasaklayan yeni stratejik hedefler belirliyor. YÖK’ün yaptığı birçok yanlışlık burada yazılabilir. Ama yıllardır bu konular yazılıp çizildiği için, şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim…

* * *

YÖK’ün yapısının değiştirilmesi için, anayasanın 130. ve 131. maddelerinin düzenlenmesi gerekiyor. İktidara kim gelirse gelsin, artık her kesimden insanın kaldırılmasını veya yapısının iyileştirilmesini istediği YÖK meselesini, ilk icraat olarak ele alıp, çözmelidir. Bu da sözde veya vaatlerde kalmamalıdır. Çünkü, millet YÖK konusunda acilen bir iyileştirme bekliyor.

Yeni üniversiteler açılırken, YÖK kadrosuzluktan yakınıyor. O zaman onlara düşen, akademisyen yetiştirmektir. Bunca yığılmayı önlemek için farklı branşlarda yeni üniversitelerin ve fakültelerin açılmasına ihtiyaç var. Bunu yapacak da iktidara yeni geleceklerdir. Çünkü Türkiye, gelişmiş ülkelerdeki üniversite sayılarından da çok gerisinde…

Demokrasinin önündeki takozları kaldırmak için, sözde değil özde işler yapmak lâzım. Temel insan haklarıyla, milletin temel değerleriyle kavgalı, toplumun, devletin, kurumların talep ve beklentilerine kapalı kurumların millete bir yararı olabilir mi?

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Nusret Özcan’ı yitirdik dostlar!



Son zamanlarda İstanbul’un havası bir başka ağır, benim için...

Yaklaşık 1 aydır, strese bağlı bir deri hastalığı ile boğuşuyorum... Ama İstanbul havasının üzerimde ağırlığını aşırı hissettirmesinin sebebi bu değil maalesef!

Değerli dostum, sevgili arkadaşım ve benim bir kaç kitaba sahip olmamdaki en büyük destekçim, okuldaşım Mehmet Yavuz, ciddî bir rahatsızlıktan dolayı bıçak altına yattı geçen hafta... Ameliyat sonrası da biraz sıkıntılı geçti. Hastane odalarında aşırı daralmama rağmen bir kaç kere ziyaretine gittim sevgili dostumun... Mehmet Yavuz kardeşime acil şifalar dileyip, evine çıkacağına dair müjdeli haberi almayı beklerken...

Evet... Tam da Mehmet’imden gelecek müjdeli haber peşindeyken, Cuma günü 11.24’de Bilal Arslan kardeşim telefonla aradı beni... Sesi titriyor, ağlamamak için direniyor; “-Abi çok kötü... Çok kötü!...” diye sayıklıyordu…

Önce hızla Bilal’in bana verebileceği kötü haberleri zihnimden geçirirken; “-N’oldu Bilal’im?” diyebildim.

Ve acı haberi aldım: “- Abi… Nusret ağabeyi kaybettik!”

Karşılıklı sabırlar diledik birbirimize… Nusret’e Allah’tan rahmet diledik… Sonra bu acı haberi dostlarla paylaşmak üzere telefonları kapattık… Ben hemen Mustafa Doğan’a haber verdim… Sonra İsmail Yeşilbağ’a… Ve tabiî Sadi Yılmaz’a haber verildi ki bütün dostların haberi olsun… Cuma’dan sonra başta Cafer Sadık Özlevent olmak üzere kimi dostlardan başsağlığı ve cenaze namazının yeri hakkında bilgiler gelmeye başladı.

Ve küçük küçük anılar paylaşıldı bu telefon trafiği arasında…

Nusret Özcan İmam Hatip Okulu’nda benden alt sınıfta olan kardeşlerimdendi… İmam hatip çatısı altından çok dışarıdaki anılarımız daha güçlü.

Mesela MTTB Orta Öğrenim çatısı altındaki sinema ve tiyatro çalışmalarında birlikte çok günlerimiz geçti. Şevket Demirkaya, Ayhan Yılmaz, Yaşar Şadoğlu gibi dostlarla… Sonra bir gün “Reis Bey”i sahnelemeye cesaret edişimiz… Ardından “Beklenen Gün” isimli yazıp yönettiğim oyundaki tartışmalarımız…

Derken Nusret’in askere gidişi ve benim Fatih Kız Lisesi bahçesinde o yıllarda kurulan dükkânlardan birinde “Fatih Kitabevi” adıyla kitapçılık yapışım…

Nusret, Kars’taki birliğinden izinli olarak gelmişti ki… Gazeteler ve televizyon ülkenin moralini bozan, can sıkıcı bir haberi verdiler:

“- Kars kalesine kızıl bayrak çekildi!”

Bu haberi duyuşumuzun sabahında Nusret dükkâna geldi… Çayımızı içerken konuyu açtık… Nusret birden kendine has biçimde celallendi ve; “- Aaah ulan ah! Ben izinde olmayacaktım da asacaklardı o kızıl paçavrayı o kaleye! Gösterirdim günlerini…” deyiverdi…

Nusret askerliğini Kars’ta yapmaktaydı…

Sonra askerden geldi… O arada ben de dükkânı kapamış, Yeni Devir’de işe başlamıştım… Nusret de nişanlanmış, iş arıyordu… İşe girmeden evlenebilmesi de mümkün değildi… Millî Gazete ya da Yeni Devir’e aldırabilmek için çabaladım, ama olmadı. Sonra bir gün Millî Gazete’nin arşive bakan elemanın işten çıktığını öğrendim. Gazete yöneticileriyle konuştum… “Olmaz!” dediler…

“Sebep?”

Arşive, kütüphanecilik mezunu birini alacaklarmış! “Nusret de bir kütüphanecilik mezunu kadar düzenler gazete arşivini…” diye direttim…

Bu arada Nusret de direndi: “Ben ne anlarım arşivden? Bir de işleri aksatmış olmayayım…”

Sonunda iki tarafı da ikna ettim ve Nusret Millî Gazete arşivinde işe başladı. Bir süre sonra benim ayrılmam gerekti Yeni Devir’den ve bir daha aynı çatı altında gazetecilik yapabilmemiz mümkün olmadı!

Ama yayınladığım dergilerde hep Nusret’i düşündüm…

İlk olarak Cemre’yi yayınlamaya başladığımda dergide yazması gerektiğini söyledim. Arşivcilikteki titizlenmesi gibi;

“Benim yazacağım dergiden ne olur? Benden böyle bir şey isteme… Dergin çıksın, sokak sokak satmazsam ne olayım!” deyiverdi yine…

Ama dinleyen kim? “-Yazacaksın Nusret. Kaçmak yok!” dedim. Ne üstüne yazması gerektiğini de tartıştık biraz ve;

“- Hayalimiz tiyatromuz değil mi? Yaz işte… Neler yapılmalı bu yolda ve neler yapıyoruz?”

Yazdı da… Temmuz 1982’de ilk sayısı çıkan Cemre’de; “ Tiyatronun beklediği müjde” başlıklı bir yazı yazdı. O yazıyı yazmasına da aslında o sayı için röportaj yapacağımız usta sebep oldu: Gazanfer Özcan.

İlk sayımızda Gazanfer usta ile söyleşeceğimizi öğrenince bana resmen şantaj (!) yaptı Nusret: “Eğer Gazanfer Özcan’a giderken beni de yanınıza almazsanız yazı mazı yazmam!” dedi. Fotoğraflarını Hakkı Yalçın kardeşimin çektiği söyleşiye Hakan Yıldızeli ile birlikte Nusret Özcan’ı da aldım ve gittik… Soydaşı Gazanfer ustayla tanışma karşılığında Cemre’ye yazı yazdı! Tam hatırlamıyorum ama… Sanırım bu yazı Nusret’in imzasıyla yayınlanan basında / dergilerdeki ilk yazısıdır… Üzerinden 25 yıl geçen bir yazı: “Tiyatronun beklediği müjde.”

Derginin 27 ve 28’inci sayfalarında Nusret’in bu yazısını, 29-33’üncü sayfalar arasına da Gazanfer Özcan söyleşini yerleştirmiştim… Ve Nusret’im müthiş mutlu olmuştu bu jestimden.

Çeşitli basın-yayın çalışmaları arasında adını duyururken rahmetli Hilmi Oflaz ağabeyin vefatından sonra simgesel olarak Necip Fazıl’ı hatırlatan kişi olup çıkıverdi sevgili Nusret… Uzattığı sakalıyla beraber Necip Fazıl’ın fizîken kopyası durumuna gelen Nusret’e bir çok dostunun muhabbeti iki kat arttı…

Bu arada ; “Bizim Mahalle” isimli bir çocuk romanı, belge ve anılardan oluşan “Sokak Sesleri”, “Leyla ve Mecnun” isimli bir roman, Kemal Aykut’la birlikte kadirşinaslık örneği bir çalışma olan “Mustafa Kutlu Kitabı”, “Beşir Ayvazoğlu Kitabı” ve Çanakkale Zaferi’ni işlediği son çalışması olan “Kar Kelebekleri” isimli eserler de verdi Nusret’im…

Ardından amel defterini kapatmayacak bu eserleriyle beraber 3 de evlat bıraktı sevgili kardeşim.

Ve dün Eyüp sırtlarında, o çok sevdiği Necip Fazıl Kısakürek’e yakın bir yerde toprağa verdik kardeşimi… Eyüp Sultan Camii’ne akın eden sevenleriyle birlikte…

Son birkaç söz daha söylemek istiyorum.

Eğer genç yaşlarında biraz disiplini kaldırabilseydi çok başarılı bir tiyatrocu olması işten bile değildi. Olmadı…

Eğer Yeni Şafak’ta değil de başka kulvarlardaki gazetelerde yazıyor olsaydı çok daha namlı, ünlü ve bulunduğu mahallede bile bugünkünden el üstünde tutuluyor olurdu!

Kendisini en son okul arkadaşlarıyla okulların sömestr tatili esnasında imam hatip’te yaptığımız kahvaltıda gördüm. Gelememişti aslında… Ama İsmail Yeşilbağ’ın çabalarıyla evinden alınıp getirildi Nusret aramıza… Herkesle kucaklaştı… Birlikte fotoğraflar çektirdik… Hatta Bahri Göncü’yü Akmerkez müftülüğüne tayinimi bile onaylattık Nusret’e de…

Birbirimizi çok özlediğimizi, ne yapıp edip biraz dertleşmemiz gerektiğini konuşarak ve konuşmak üzere söz vererek ayrıldık o gün… Ama sözümüzü tutamadık. Şimdi “orada”ki buluşma gününe kadar böyle bir şansımız yok!

Ruhun şâd olsun sevgili kardeşim… Allah’ın rahmeti üzerine olsun… Başta eşin ve yavruların olmak üzere tüm yakınlarına, dostlarına başsağlığı diliyorum kardeşim.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yarınlar için



Ne plân ve programlarımız vardır yarınlar için. Onlar için didinir, çırpınır gün gelir kendimizi yer bitiririz. Çoğu zaman hedeflerimize ulaşamayız, ama az mı çalışırız onlar için.

Farz edin ki, arzu ettiğimiz, planladığımız gibi emellerimize kavuştuk. Nice sıkıntı ve meşakkatler de çektik bu uğurda. Ama sonuçta ulaştık.

Öncelikle sıkıntısız, meşakkatsiz hiçbir hedefe ulaşılamadığını biliyoruz. Her değerli hedefin büyüklüğü ölçüsünde gayret istediğini de. Hele ekmeğin arslanın karnında olduğu bir zamanda buna daha çok muhtacız.

Bunlar önemli, gerekli, ama yeterli değil.

Çünkü geçici yarınlar bunlar. Bir de sonsuza kadar uzanan bir yarın var. Ölümden sonra devam edecek, tek kelimeyle sonsuz ve dönüş imkânı bulunmayan bir yarın bu.

Hiç ihmal edilmemesi gereken bir yarın bu. Kur’ân bu can alıcı hususa şöyle dikkat çekiyor bir âyetinde:

“Ey îmân edenler, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Herkes yarın için ne yaptığına baksın. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”1

Bu yüce kelâmdan daha büyük bir uyarıcı düşünülebilr mi bir insan için?

Gerçek yarın ve ikinci bir denemesi bulunmayan kabir, Mahşer, sorgulama, Mizan, Sırat, Cennet ve Cehennem var önümüzde. Her ikisi de müşterilerini bekliyor.

Yine Kur’ân uyarıyor: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.

“Kendiniz için hayır olarak ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve daha sevaplı bulursunuz. Allah’ın mağfiretini dileyin. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”2

Daha o dehşetli gün gelmeden önce bize bu uyarılarda bulunan Rabbimize ne kadar şükretsek az.

Peki, ya herkes bu meselenin bilincinde mi? Her geceden sonra sabahın gelmesi kesinliğinde gelecek olan ölüm ve ötesi için gerekli ve kalıcı yatırımlara gerekli ağırlığı verebiliyor muyuz?

Kur’ân’ın, gaflette olan insanlara da bir kısım ibretli olaylara yer verdikten sonra hatırlattığı, “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur’ân’ı kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan nerede?” âyetindeki hakikatler dünyamızı ne kadar dolduruyor? Tebliğle görevli insanlar olarak yeri ve zamanı gelince bu hususlara da eğiliyor muyuz?

Dipnotlar:

1- Haşir Sûresi: 18-19.

2- Müzzemmil Sûresi: 20.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Zihnimdeki suâller



Önemli bir vazifeyi yüklenenlerin, bir hedefi olan insanların sürekli durum değerlendirmesi yapmalarında önemli faydalar vardır.

Kudsî bir dâvâya gönül verenlerin, hak olan bir hizmete başkoyanların, dine hizmeti gündemlerinin birinci sırasına alan hizmet ehli insanların, ciddi ve sağlıklı bir muhasebenin içinde bulunmaları gerektiğine inanıyorum şahsen.

Başkalarını değil, kendimizi hesaba çekmek, otokontrol yapmak, yüklendiğimiz ulvî hizmetlerimiz açısından önemli bir zorunluluk olsa gerek.

Bir ihsan-ı İlâhî olarak omzuma yüklenen bu şerefli ve şerefli olması nispetinde de ağır ve mesuliyetli yükün sorumluluğunu hissediyor muyum?

Ebedî hayatımı ilgilendiren ve çok ağır manevî mesuliyeti bulunan bu kudsî emaneti lâyıkıyla muhafaza edebilmeyi dert edinip, bu noktada gerekli hassasiyeti ve gayreti gösterebiliyor muyum?

Hizmet hizmet diyerek, hep başkalarının hatalarını, kusurlarını görüp onları ıslaha mı girişiyorum; yoksa hizmete kendimden başlayarak, kusur ve hatalarımı görüp onları düzeltme yoluna mı gidiyorum?

Kalıcı ve etkili bir hizmetin; müşterek okumaların yanında, hayat boyu aralıksız şahsî okumalarla mümkün olduğunu derk edip, bu konuda gerekli hassasiyeti ve gayreti gösterebiliyor muyum?

Okumadan, anlamadan ve okuduklarımı hayata geçirmeden kalıcı ve sürekli olması gereken bütün hizmetlerimin, bütün çabalarımın muvakkat ve tesirsiz olacağını bilip, bu noktada bir durum değerlendimesi yapma gereğini hissediyor muyum?

Zamanımın ne kadarını okumaya ayırıyorum? Günlük kaç sayfa okuyorum? Az bir okumanın olsa olsa ancak kendime faydası dokunacağının; başkalarına da hak ve hakikatleri tebliğ etmekle mükellef bulunduğumu göz önünde bulundurduğumda bunun tek yolunun çok okumaktan geçtiğini bilip, her gün biraz daha okumak için nefsimi ikna etme yolunda bir gayretin içine girebiliyor muyum?

Nurlardaki tavsiye ve prensiplerin ne kadarını biliyorum? Veya bunları Bediüzzaman’ın tarif ettiği şekilde anlayıp, yaşantıma geçirmede gerekli hassasiyeti gösterebiliyor muyum?

Bilhassa hizmetlerimizin ruhu ve can damarı mesabesinde olan “ihlâs” ve “uhuvvet” düsturlarına uymakta lâzım gelen titizliliği gösterebiliyor muyum? Bu noktada benimle beraber bu hizmetin içinde bulunanlara karşı çok daha dikkatli ve duyarlı olabiliyor muyum?

Küllî ve etkili bir hizmetin bu zamanda ancak cemaatle olabileceğini, bunun da ancak sağlam ve sarsılmaz bir tesanüdle sağlanabileceğini; tesanüd ve birlik-beraberlik olmadan, cemaatin olamayacağını, olsa dahi etkili ve verimli bir hizmette bulunamayacağını derk edip, ilânihaye tesanüdün devamı için lâzım gelen dikkat, hassayiyet ve fedakârlığı gösterebiliyor muyum?

Dünyaya bakan zevk ve keyiflerin, hizmetlerimizi menfî mânâda doğrudan etkilediğini; lüks bir yaşantı içinde olmanın, dünyalık meşgalelerin içinde bulunmanın bu zamanda hizmetlerimizin önündeki en tehlikeli bir durum olduğunu, bu zamanda hizmete talip olanların, normal sayılabilecek yaşantılarının ötesinde bir çok meşrû zevk ve lezzetlerinden dahi yeri geldiğinde ferâgat etmek zorunda olduklarını da ayrıca bilmekte fayda var.

Şu geçici dünya hayatının uzunca sayılabilecek bir zaman dilimini, böyle şerefli, kudsî bir dâvânın içinde geçirmenin mutluluğunu yaşarken, çoğu zaman, bu yazımda ifade etmeye çalıştığım suâller, zihnimi hep meşgul etti. İç dünyamda bu ve benzeri suallerin cevabını bulmaya çalıştım.

Bu paha biçilmez kudsî hizmetin neresindeyim? Hâl ve davranışımla âyine mi oluyorum, gölge veya perde olup zarar mı veriyorum? Kur’ân’ın işaret ettiği, İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Geylânî’nin (k.s.) taltif ve tebrik ettikleri, sonucunda ebedî saadetin bulunduğu böyle bir hizmetin değerine lâyık bir çabanın, bir hizmetin içinde olabiliyor muyum?

Başta müellif-i muhterem olmak üzere, bir çok hizmet ehlinin, hayatlarını ortaya koyarak, her tehlikeyi, her zahmeti, her meşakkati göze alarak, bize kadar getirdikleri bu yüce emanete sahip olup, sâlimen bizden sonraki nesillere teslim edebilecek miyim?

Zihnimi, bu ve benzeri sualler meşgul ediyor şahsen.

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Zaman tünelinde tesettür meselesi



Rahmetli babacığım, içinden çıkamadığım meseleleri danışma amacıyla kendisine aktardığımda tebessümle, “Sen filmin sonlarına doğru geldin, biz bu filmi başından beri izliyoruz” der, anlayabileceğim şekilde problemimi çözerdi.

Tesettür Risâlesi’ne dair okumalarımda onun gülümseyerek söylediklerini sıkça hatırladığımdan, kadınların tesettürüne dair günümüzde yapılan “kısır” tartışmaların köklerine inmeye karar verdim. Bunun için takip edilecek tek yol vardı: “Zaman tünelinde seyahat” Malumunuz, “zamanda seyahat” sinema dünyasında sıkça kullanılan bir teknik…

Tarihçi değil, ama tarihe meraklı bir okuyucu sıfatıyla elimdeki kaynakları okudukça zaman zaman sizlerle paylaşacağım.

Mehmet Akif Ersoy’dan Ahmet Mithat’a Osmanlı aydınlarının kadın, aile, tesettüre dair fikirlerini “zaman tünelinde tesettür meselesi” başlığıyla deryadan bir katre misâli sizlere ileriki çalışmalarımızda sunabilme temennisiyle…

(Bu konudaki tavsiyeleriniz, tesettür okumalarımı zenginleştirecektir. Bilgilerinizi paylaşırsanız sevinirim.)

Osmanlı aydınları tesettürü tartışıyor

Yakın tarih uzmanları, Cumhuriyet ideolojisi üzerinde etkili olan bazı Osmanlı aydınlarının kıyafeti bir “çağdaşlık projesi” olarak gördüğünü anlatır. Bir türlü tamamlanamayan bu projenin(!) mimarları arasında Abdullah Cevdet, Beşir Fuat, Baha Tevfik gibi isimler vardır. Bu aydınlar fikirlerini İçtihat, Meşveret gibi dergilerle halka ulaştırırlar.

Mehmet Akif Ersoy, İsmail Hakkı İzmirli gibi Osmanlı aydınları ise tesettürün çağdaşlaşmaya engel olamayacağını makalelerinde ifade ederler. Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad, Beynül-hak, İslâm mecmuası, Volkan gibi dergilerdeki çalışmalarıyla halka ulaşırlar.

Sözgelimi; 1914 yılında, İsmail Hakkı İzmirli, Sebilürreşad dergisindeki makalesinde şunları söyler: “Bugün bizi en ziyade meşgul eden bir mesele-i ilmiye var ise, o da tesettür meselesidir.”

Osmanlının pozitivist aydınlarından Abdullah Cevdet (1869–1932) ise kendi çıkardığı İçtihat dergisinde başörtüsü aleyhinde yazılar neşreder. Bir makalesinde, Fransız edebiyatçı dostunun tavsiyesiyle “Avrupa’dan damızlık erkek” getirmeye kadar vardırdığı “Müslüman kadını çağdaşlaştırma” formülünü şöyle izah eder:

“Fermez le Coran, ouvrir les femmes.”

Yani: “Kur’ân’ı kapa, kadınları aç.”

İslâm düşmanı ve müsteşrik Dozy’nin eseri “Essai Sur l’histoire de l’İslamisme” adlı kitabını Tarih-i İslâmiyet adıyla tercüme eden Cevdet, bu kitapta Peygamberimize karşı saygısız ifadeler kullandığı için dindar insanların samimi duygularını rencide eder. Öyle ki, halk, Allah düşmanı manasında “Adüvvullah Cevdet” diyerek onu anar.

Abdullah Cevdet’in dostlarından ve dönemin aydınlarından Baha Tevfik de bir tesettür aleyhtarıdır. Bir makalesinde “Maddî sebepler ve tesettür insanları birbirinden ayırıyor” der. Evlilik kurumuna şiddetle karşı çıkar.

“Tesettür Risâlesi ilmî bir cevaptır”

Osmanlı aydınlarının kadınların tesettürüne dair fikirlerini okurken dikkatimi çeken ilk nokta, onların bu konuyu hep “ilmî bir mesele” olarak ele almaları…

Bediüzzaman Hazretlerinin, Kur’ân’ın tesettür emrini yorumladığı Tesettür Risâlesinde benzer eserlerden çok farklı bir açıdan, orijinal bir şekilde konuyu sosyolojik, psikolojik, biyolojik… temellere oturtması boşuna değil. Zaten bu eser yüzünden sorgulandığı Eskişehir Mahkeme Savunmasında altını çizdiği en önemli noktalardan bir tanesi de eserin taşıdığı “ilmî” mahiyettir.

Zaman makinesi 1935’te…

Zaman Tünelinde 1935 Eskişehir Mahkemesi’ndeyiz…

İslâm’da kadın haklarıyla ilgili Kur’ân’ın tesettür ve miras âyetlerini yorumlayan Bediüzzaman Hazretleri “İrtica” suçlamasıyla yargılanıyor. Bediüzzaman’ı dinliyoruz:

(Savunma, insanlık tarihi sahnesinde muhteşem bir mü’min duruşu sergiliyor. Ayrı bir kitapçık olabilecek kadar da uzun…)

“Hem, bunu biliniz ki: Yirmi-otuz sene evvel bir gazete gördüm ki, İngilizlerin bir müstemlekat nazırı demiş: ‘Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.’ İşte, bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dâhiliyeye pek bakamıyorum ve dâhildeki kusuru, ‘Avrupa’nın hatası, ifsadıdır’ derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd, Risâle-i Nur, o muannid kâfirin hülyasını kırdığı gibi; maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada, hangi şekilde olursa olsun, hiçbir hükümet yoktur ki, kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i mâneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm eylesin! Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki; hiçbir kanun, târik-i dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez…” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat 2006, baskısı, s. 347)

müstemlekat nazırı: sömürge bakanı,

muannid: inatçı

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kenzü'l-Arş duâsı



Kurtuluş Bey:

*“Bir arkadaşımdan Kur’ân’da Kenzü’l-Arş duâsı olduğunu ve çok değerli bir duâ olduğunu öğrendim. Gerçekten de Kur’ân’da böyle bir dua var mıdır? Var ise, bu duânın hikmeti ve fazileti nelerdir? Bu duâda neler geçiyor?”

Kenzü’l-Arş duâsı başta peygamberler hakkı ve hürmeti için, büyük meleklerin hakkı ve hürmeti için, “Bismillahirrahmanirrahim” hakkı ve hürmeti için ve Fatiha Sûresinden başlayıp Kur’ân’ın Sûre-i Celîlelerinin tamamının ilk âyetlerini zikrederek, sûrelerin hakkı ve hürmeti için, Kur’ân’daki kelime ve hecâ harflerinin hakkı ve hürmeti için, peygamberlerden, büyük meleklere ve büyük zatlara kadar bütün muhterem zatların hakkı ve hürmeti için, insanoğlunun ve melâikenin muhtelif hâl ve sıfatları esnasında zikrettikleri Allah’ın isimleri hakkı ve hürmeti için Allah’tan af, bağışlanma, mağfiret ve çok geniş bir çerçeve içinde ihtiyaçlarımızın karşılanmasını isteyen geniş, faziletli ve tesirli bir duadır.

Hazret-i Ali (ra) tarafından tertip edildiği ve ehl-i Beyt tarikiyle rivayet edildiği tahmin edilen ve aslı Kur’ân’dan alınmış bulunan bu duâ, Mecmuâtü’l-Ahzab’da geçiyor. Ne kadar sıklıkla okuduğunu bilmesek de, bu duâyı bir hususî vird olarak kabul ettiğini bildiğimiz Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Rumuzât-ı Semâniye risâlesi olan Yirmi Dokuzuncu Mektûb’un Sekizinci Kısmının İkinci ve Üçüncü remizlerinde bu duadan bahsetmektedir. Üstad Hazretleri bu remizleri, “Kenzü’l-Arş Duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’âniye”, “Kenzü’l-Arş’ın birinci nükte-i Kur’âniyesi”, “Kenzü’l-Arş duâsının feyzinden gelen Üçüncü Nükte-i İcâziye” başlıkları ile işlemektedir.

Duânın başlangıç kısmı Allah’ın Erhamü’r-Râhimîn, Hannân, Mennan, Bedîü’s-Semâvâti ve’l-Arz, Zü’l-Celâli Ve’l-İkram isimlerine ve Allah’ın Kerîm zatını zikre tahsis edilmiş. Bu yüce isimlerin şefaatiyle özrümüzün kabulünü, ihtiyaçlarımızın giderilmesini, isteklerimizin verilmesini, günahlarımızın bağışlanmasını istiyoruz ve nitekim günahları Erhamü’r-Râhimîn olan Allah’tan başka hiç kimsenin bağışlayamayacağını dile getiriyoruz.

Duâda daha sonra aynı dilek ve isteklerimizi Hazret-i Âdem (as) ve Havva, Hazret-i Nuh (as), Hazret-i Musa (as), Hazret-i İsa (as), Hazret-i Muhammed (asm) hürmetine, Cebrail (as), Mikâil (as), İsrafil (as), Azrail (as) hürmetine, Bismillahirrahmânirrahîm ve Elhamdülillahi Rabbi’l-Âlemin hürmetine, Elif lâm mim ile başlayan Bakara Sûresi, Elif lâm mim ile başlayan Al-i İmran Sûresi hürmetine, Nisa Sûresi, Mâide Sûresi, En’âm Sûresi, Elif lâm mîm sâd ile başlayan A’râf Sûresi, Enfâl Sûresi, Tevbe Sûresi, Elif lâm râ ile başlayan Yûnus Sûresi, Elif lâm râ ile başlayan Hûd Sûresi, Elif lâm râ ile başlayan Yûsuf Sûresi, Elif lâm mîm râ ile başlayan Ra’d Sûresi, Elif lâm râ ile başlayan İbrâhîm Sûresi, Elif lâm râ ile başlayan Hicr Sûresi, Nahl Sûresi, İsrâ Sûresi, Kehf Sûresi, Kâf hâ yâ ayn sâd ile başlayan Meryem Sûresi, Tâhâ Sûresi hürmetine ve devam ederek sıra ile Kur’ân’ın yüz on dört sûresinin her birisinin ilk âyetlerini zikri içine alarak bu sûrelerin ve âyetlerinin şefaatleriyle Cenâb-ı Hak’tan af ve bağışlanma talebini içeriyor.

Sûrelerin ardından Peygamber Efendimiz’e (asm) nâzil olunan Kur’ân’ın yirmi dokuz harfinin her birisini isim isim zikrederek bu harflerin hürmetine af, mağfiret ve ihtiyaçlarımızla ilgili isteklerimizi Allah’a arz eden duâ metni, daha sonra yüz yirmi dört bin peygamber hürmetine, insanlığın atası Hazret-i Âdem ve Havva hürmetine, dört büyük meleklerin hürmetine, Kerrûbîn ve Hamele-i Arş melekleri hürmetine, yedi kat gökyüzü ile yedi kat yeryüzü ve bu mülklerde bulunan melekler hürmetine bağışlanma dileğini içeriyor.

Ardından Allah’ın isimlerini farklı bir açıdan ele alan duâ metni, bu isimlerin hepsiyle bağışlanma ve af talebini dile getiriyor. Burada göze çarpan bir orijinallik şudur: Burada Allah’ın isimlerine isim isim yer vermekten ziyade, bu yüce isimleri kendilerine sığınılma halleri ile ele alıyor. Ardından peygamberlere ve vahye tâbi olan ve istikamet üzere bulunan muhterem zatların hürmetine istek ve dileklerimizi Cenâb-ı Hakka arz ediyor.

Kur’ân’dan ve hadislerden alınan bu duâ metnini, sıkıntılı hallerimizde, günahlarımızdan af ve bağışlanma istediğimiz ve ihtiyaçlarımızın giderilmesini şiddetle arzuladığımız her an, Allah’ın merhametine ve şefkatine sığınmak için okuyabiliriz.

KENZÜ’L-ARŞ’TAN BİR DUÂ

“Rabbim! Sana dertlerimi arz ediyorum ve Senden Peygamberlerin, evliyâların, âbidlerin, zâhidlerin ve Senin için kendinden geçmişlerin zikrettikleri Yüce İsimlerin hürmetine af, mağfiret ve bağışlanma istiyorum! Rabbim! Sana dileklerimi arz ediyorum ve Senden mazlumların, masumların ve zulme uğrayanların gözlerinden çıkardıkları yaş damlaları hürmetine günahlarımızın bağışlanmasını diliyorum! Rabbim! Sana ihtiyaçlarımı arz ediyorum ve Senden yükselten ve düşüren ve yaşatan ve öldüren isimlerin hürmetine, Seninle Hazret-i Muhammed (asm) arasındaki eşsiz muhabbet hürmetine, canlılara hareket veren bin bir ismin hürmetine, belâya uğrayanların imdada çağırdıkları isimlerin hürmetine, Nemrud’un ateşinden kurtardığın İbrahim Aleyhisselâm’ın zikrettiği isimlerin hürmetine, uğradığı amansız derdi giderdiğin Eyyüb Aleyhisselâm’ın zikrettiği isimlerin hürmetine, bildiğimiz bilmediğimiz esma-i hüsnân hürmetine istiyoruz ki: Bizi kulluğuna muvaffak kıl! Tövbemizi kabul buyur! İmanımızı sabit kıl! Bize merhamet eyle! Bizden ve Muhammed (asm) ümmetinden razı ol!” Âmin...

24.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Pehlivanların korkusu



Tarihî Kırkpınar güreşleri başlıyor.

Fakat;

Pehlivanlar korkuyor.

Hayır, rakiplerinden değil...

Kene'den.

Artık cazgırlar yeni bir mani bulursa şaşmayın:

"Allah Allah illallah,

Eller çıktı meydana,

Hepsi de birbirinden merdane,

İşte kene, işte pehlivan,

İşte meydan.

Analar çeker zahmeti,

Babalar bilir kıymeti,

Hepimiz Muhammedin ümmeti,

Zengin babayı hayırsız evlat batırır,

Fakir kocayı süslü avrat batırır,

Haylaz çiftçiyi kuru inat batırır,

Pehlivan sen de hazırlanmamışsan,

Rakibin kene, seni sırt aşağı yatırır,

Söğüt dalından odun olmaz,

Her keneden pehlivan olmaz,

Her ananın doğurduğundan,

Pehlivan olmaz.

Bazı sirkelerin dibine çökmüştür tortusu,

Korkma pehlivan, korkma, meydan senindir,

Allah Allah illallah alkışlarla diyelim,

Pehlivanlara maşallah!"

HAFTANIN FIKRASI

Irak, İran, K. Kore nükleer enerji sorunlarından başı iyice ağrıyan(!) ve yürüyüşe çıkan Bush’a az kalsın bir otomobil çarpacakmış.

O anda oradan geçmekte olan liseli bir genç Başkan’ı kolundan kavrayarak kazadan kurtarmış. Bush, ona "Senin için ne yapabilirim" diye sorunca genç, "Beni askerî akademiye kayıt ettiriniz ki, Arlington Millî Şehitliğine gömsünler" deyivermiş. Bush, safça "Ama neden?" diye sorunca, Başkan’ı kazadan kurtaran öğrenci cevap vermiş; "Ailem sizi kurtardığımı bir öğrenirse kesin beni öldürür."

BAYKAL'DAN MÜJDE

CHP Lideri Baykal:

"Artık bundan sonra darbe olmaz" dedi.

Haklı. Baykal gibi biri olduktan sonra, ihtiyaç yok ki.

TERED-DÜTSÜZ

Baykal:

"AB'de tereddüt yok" diyor.

Doğru...

Patinaj var.

FARKLI BAKIŞ AÇISI

Şarkıcı İlhan İrem:

"Ben başka bir dünyanın insanıyım" deyince;

"Vay be, ne büyük ve gizemli sanatçı" deniyor.

Aynı sözü Mustafa Topaloğlu söyleyince "deli" deniyor.

Ayrıma son...

HAFTANIN POLEMİĞİ

"Tayyip Erdoğan, Ertuğrul Özkök'ten tiksinirdi, nasıl oldu da Hürriyet'e röportaj verdi?"

Fatih Altaylı

24.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004