Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Baykal, generaller ve ‘Kürt sorunu’

Bu ülke, son 23 yılını terörün ve şiddetin gölgesinde yaşadı.

Bedeli ağır bu sürecin bir tek nedeni vardı: Kürt Sorunu...

O güne kadar görmezlikten gelinen, üniversitelerde incelenmeyen, siyasetçilerin gündemine girmesi suç sayılan adı konmamış bir “sorun” du bu.

Dokunanı yakıyordu.

Alın 70’li yıllardan iki çarpıcı örnek.

Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi olan İsmail Beşikçi’nin, “Doğu Anadolu’nun Düzeni” isimli çalışması yüzünden başına gelmeyen kalmadı. Sadece okuldan atılmadı, o günden sonra hayatı cezaevlerinde geçti.

Suçu: Bir Türk olan Çorumlu Beşikçi’nin, yaptığı araştırmada “Bu ülkede Kürtler de var” demesiydi.

İkinci olay 1978’de ikinci Ecevit Hükümeti döneminde oldu.

Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi “Bu ülkede Kürtler var, ben de Kürdüm” deyince adeta küçük bir kıyamet yaşandı o günkü Türkiye’de. Elçi istifaya zorlandı. İstifa etmedi ama 12 Eylül’de yargılandı ve 30 ay cezaevinde yattı. Suçu: “Bu ülkede Kürtler var, ben de Kürdüm” demesiydi.

Ve 12 Eylül Askeri Darbesi...

O dönemde konulan yasaklamalar, cezaevlerinde uygulanan işkenceler, bölgede yaratılan şiddet ortamı, sorunu içinden çıkılmaz hale getirdi.

Terör ve şiddet bu ülkeyi yakmaya başladı.

Aradan tam 23 yıl geçti

Türkiye’de bu süre içinde ekonomiden, sosyal reformlara ciddi gelişmeler yaşandı.

Özellikle demokratikleşme alanında önemli adımlar atıldı.

Ama hâlâ yaşamımızı zehir eden terör ve şiddet sorununu çözemedik.

Ve bugün geldiğimiz noktada, bırakın çözüm üretmeyi, elimizdeki demokratik kazanımları bile kaybetme korkusu içindeyiz.

Tam da bu noktada Milliyet gazetesinde Fikret Bila gerçekten hayati derecede önemli bir gazetecilik olayına imza attı.

30 yıl sonra gelen itiraf

Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran ve Kürt sorununun biraz da bu hale gelmesinde ciddi katkıları olan üst düzey komutanlarla bizzat o sorunu konuştu.

Eski komutanlar da özeleştiri yapma erdemini göstererek önemli açıklamalar yaptı.

Kenan Evren şöyle diyordu:

“Kürtçeye ağır yasak koyduk ama hataydı.”

Emekli Orgeneral Aytaç Yalman ise daha çarpıcı bir gerçeği dile getiriyordu:

“Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi.”

Geçmişte ve bugün konu her açıldığında sivillerin ağzını tıkayan askerlerin emekli olduktan sonra konuşmaları elbette eleştirilebilir.

Ancak, içinden geçtiğimiz bugünlerde bu açıklamalar toplumsal barışa tarihi derecede önemli katkı sunuyor.

Dahası sokakta yükselen öfkeyi sakinleştirmede insanların yüreğine su serpiyor.

Baykal’dan Kürt açılımı

Bu çabaya önceki gün Muharrem Sarıkaya’nın köşesinde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da katıldı.

Baykal, yeni “Kürt Açılımı” başlıklı yaklaşımında şöyle diyordu:

“Kuzey Irak’la ilişkiyi terör bağlamı dışında görmeli. Bunlar günü birlik değil 10, 20, 30 yıl sonrasına yönelik planlama içinde yapılmalı. Bizi yaşayıp tanısınlar. Orayla kavga dövüş değil, böyle ilişkiler kuralım.”

Daha düne kadar Kuzey Irak konusunda sert söylemleriyle bilinen Baykal’ın içinden geçtiğimiz bu zor günlerde ortaya çıkıp toplumu rahatlatması gerçekten önemli.

Böyle olduğu için de ciddi yankı yarattı.

Tüm bu açıklamalar Kürt sorununda yeni bir döneme girdiğimize işaret ediyor. Geçmişte ve bugün yapılan “hatalar” nasıl karşıtlarını yarattıysa, bugün yapılan “hatayı kabul” de teröre, şiddete rağmen toplumda karşılığını bulacaktır.

Sabah, 11.11.2007

Mahmut ÖVÜR

12.11.2007


 

Şahinlere bir şeyler oluyor

Geçtiğimiz günlerde emekli komutanların pek çoğumuza “Hayırdır, şahinlere bir şeyler oluyor” dedirtecek cinsten açıklamalarını dinledik art arda.

Aslında şaşırtıcı açıklama furyasının Org. Başbuğ’la başladığını unutmamak lazım. Başbuğ’un “Dağa çıkmayı engelleyemedik, bu konuda başarısızlığımızın sebeplerini konuşmalıyız” mealindeki açıklamasına bir nev’i “öncü” açıklama da diyebiliriz.

Ardından Hilmi Özkök’ten, Aytaç Arman’dan (Yalman) ve hatta Kenan Evren’den şimdiye kadar duymaya pek alışık olmadığımız türden değerlendirmeler dinledik.

Hilmi Özkök, yıllarca meselenin “yoksulluk” meselesi olarak ortaya konulmasının yanlışlığına değiniyor, Kürt sorununun inkârının bir yere götürmediğini vurguluyordu.

Aytaç Arman (Yalman) dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek kültürünü yaşamak isteyen Kürtlerin baskıyla sindirilmeye çalışılmasının sorunu nasıl azdırdığını anlatıyordu uzun uzadıya.

Ardından Kenan Evren de kervana katılıyor, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden haberi olmadığını söylese de, fikir düzeyinde o da benzeri sözlerle özeleştiri yapıyordu.

Biz daha, “Ne oldu böyle birdenbire, nasıl oldu da hepsi birden bir zamanlar söyleyenleri hain ilan ettikleri lafları etmeye başladılar” derken, şaşırtıcı bir tutum değişikliği de Baykal’dan geldi.

Düne kadar iktidarı köşeye sıkıştırma uğruna ateşli savaş taraftarlığına soyunan; Kuzey Irak operasyonunun mutlaka Barzaniyi de hedef alması gerektiğini savunan Baykal, birdenbire sürpriz bir açıklamayla tam tersi şeyler söylemeye başladı. Kuzey Irak yönetimiyle iyi ilişkiler kurulmalı, Iraklı gençlere Türkiye’de eğitim imkanı sağlanmalı, ekonomik ambargo bir yana, ticari ve ekonomik ilişkiler daha da güçlendirilmeliydi!

* * *

Şahinler kanadında ortaya çıkan bu tutum değişikliğinin iç ve dış kaynaklı çok çeşitli sebebi olabilir. Ama hemen akla gelen temel sebep hiç kuşkusuz, devletin bu kesiminin de başarısızlığı daha fazla taşıyamaz hale gelmesidir. Mücadele şimdiye kadar - hemen hemen tamamen- askeri mücadele şeklinde yürütüldüğü için, ortaya çıkan başarısızlık tablosu da en fazla orduyu yıpratıyor ve besbelli ki bu da belli bir rahatsızlığa yol açıyor. Öte yandan, yükselen terör karşısında büyüyen milliyetçi tepkilerin doğrudan Kürt-Türk kardeşliğini hedef alması; Türk - Kürt çatışmasının tehlikeli biçimde kışkırtılması, hem devletin hem de toplumun her kesiminde çok ciddi endişelere sebep oluyor. Muhalif siyasi partiler de “bu işin şakasının olmadığını”, Kürt-Türk düşmanlığını körüklemenin ateşle oynamak olduğunu anlayıp daha sorumlu davranma gereği hissediyorlar belki de... Her ne ise; sebepler ne olursa olsun, görünen o ki, Kürt meselesinde farklı bir dönemi giriyoruz.

Hiç kimsenin “eski politikaları aynen sürdürelim” ısrarına cesaret edemediği; tam tersine “yeni şeyler denemek lazım” fikri üzerinde konsensus sağlamanın oldukça mümkün göründüğü bir dönem bu...

Bu koşullar, Ak Parti’nin önünde, Kürt meselesinin çözümünde cesur davranmak için şimdiye kadar olmadığı kadar uygun bir ortam oluşturuyor.

Erdoğan Hükümeti eğer bu fırsatı değerlendirebilirse, on yıllardır tıkanmış bulunan Kürt sorununa yeni bir açılım getirecek yeni bir politika paketi oluşturabilir. Böyle bir paket için gerek devlet içinden gerekse siyasi rakiplerinden belli bir destek alabilir.

Böyle bir paketle—AB’den ABD’ye, oradan Kuzey Irak’a uzanan—çok geniş bir uluslararası destek sağlayıp, PKK’nın dış desteğini büyük ölçüde yok edebilir...

Alacağı halk desteğini saymıyorum bile...

Bu ülke halkı Kürt meselesinde düğümü—tam olarak çözemese de—en azından çözmeye kalkışan bir iktidara ömür boyu minnetle bağlanır.

Tabii, eğer Ak Parti bunu başarabilirse, çok önemli bir değişim daha yaşanır Türkiye’de. Ülkenin en belalı konusunun “siyaset yoluyla” halledilmesi siyasetin gücünü muazzam artırır ve askeri vesayet rejimini son derece zayıflatır.

Bir başka deyişle, bu konuya cesaretle giren AK Parti, sadece kendini güçlendirmekle kalmaz, bütünüyle demokratik rejimi güçlendirir.

Bugün, 11.11.2007

Gülay GÖKTÜRK

12.11.2007


 

Güvenlik değil, özgürlük siyaseti

Fikret Bila, önemli bir hizmeti yerine getirdi; PKK ile mücadeleyi ve Kürt sorununu “genelkurmay başkanı” veya “kuvvet komutanı” olarak görev yapan emekli askerlerle konuştu. “PKK ile Geçen 24 Yılın Komutanları” başlıklı dizi, gerek konuşanların -samimi oldukları intibaını uyandırdıkları- özeleştirilerini içermesi ve gerek zamanlaması itibariyle son derece önemlidir. Zira bu diziye yansıyan görüşler, hem geçmişte yapılan hatalarını deşifre edilmesine katkı sağlıyor, hem de bugüne ve geleceğe dair politikaların belirlenmesinde dikkat edilmesi gereken hususları işaret ediyor.

Bila’ya konuşanlardan eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, 1938-1970 yılları arasında Kürt sorunu ile bağlantılı herhangi bir faaliyetinin olmadığına dikkat çekiyor ve Kürt kimliğine ilişkin taleplerin 1970’en sonra DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ile belirmeye başladığını söylüyor. Yalman’a göre bu dönemde Kürt sorunu kendini “ifade etme” isteğinde gösteren “saf bir sosyal sorun”dur. Kürtler “dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor... Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer tutmak istiyorlar.” Yalman, “eğer Kürt sorunu henüz bu boyuttayken bazı sosyal önlemlerin alınmış olsaydı, sorun bu derece büyümeyecekti” kanaatini taşıyor. “Ancak” diyor Yalman, “ bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.”

En masum insani taleplerin dahi bölücülükle yaftalanıp en ağır cezalara çarptırıldığı 1978-1984 aralığındaki olarak uygulamaların “hata” olduğunu itiraf ediyor Yalman. Söz konusu dönemin baskın rengi ise hakidir. Çünkü 1978-1980 arası sıkıyönetimle geçiyor, 1980’den sonraki dört yılda ise cunta yönetimi tüm vahşetiyle çöküyor Kürtlerin üzerine. Vahşet bölgenin dört bir yanında kol geziyor ama ete-kemiğe büründüğü yer Diyarbakır Cezaevi oluyor. Burası, insanların kendi dışkılarını yemeye zorlandıkları, işkence için kedilerle aynı çuvala sokuldukları, komutanın köpeğine selam durdukları, Türkçe bilmeyen ve Kürtçe de konuşmalarına izin verilmeyen anne-babalarıyla el-kol işaretleriyle konuşmaya mecbur bırakıldıkları bir cehenneme dönüştürülüyor. Öyle bir cehennem ki, gençler, insanlıktan nasiplenmemiş cuntanın zulmüne ve aşağılamalarına maruz kalmaktansa bedenlerini ateşe vermeyi tercih eder hale geliyorlar.

Yalman’dan sonra Bila’ya görüşlerini aktaran 80 cuntasının başı Kenan Evren, bu vahşeti sadece 80 öncesinde mahkûmların gadrine uğrayan gardiyanların intikam alma hissine bağlarken hiç de inandırıcı olmuyor. Ama Evren bu konuşmada vahim bir hatalarını kabulleniyor. Diyor ki “12 Eylül’de bir hatamız da Kürtçeyi yasaklamak oldu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik... Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.” Dünün -Kürtlere annelerinden öğrendikleri dili bile yasaklayacak kadar gaddarlaşan- Evren’i bugün nedamet getiriyor, Güneydoğu’da görev yapacak devlet memurunun Kürtçe bilmesi gerektiğini ifade ediyor ve ekliyor: “Katı tutumla olmaz bu iş.”

Emekli silahlandırılmış bürokratların şimdi “hata” olarak gördüklerini geçmişte neden ısrarla uyguladıkları da, kendilerine “yanlış yoldasınız” diyenlere reva gördüklerinin hesabının sorulup sorulmayacağı da bir bahsi-diğerdir. Bu röportajlarda asıl çıkarılması gereken ders, Kürt sorununun mutlak bir askeri zihniyetle çözümünün imkânsız olduğunun bizatihi emekli askerlerce kabul edilmiş olmasıdır. Kürt sorununun salt bir asayiş problemi olarak algılanması ve buna bağlı olarak çözümün de sadece asayişi gözeten yöntemlerde aranması, sorunun şiddetin fasit dairesine girmesine neden olmuştur. Bir başka ifadeyle, bugün eğer Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de başlayan ve birçok ocakta yürek dağlayan ateş söndürülememişse, bunda en büyük pay Evren’in, Yalman’ın ve benzerlerinin yürütücüsü olduğu politikalardadır. Bu tespit aynı zamanda bundan sonra izlenmesi gereken yolu da işaret eder. Kürt sorununun daha fazla kanamaması için yapılması gereken; öncelikle karşımızda “etno-politik” bir sorunun olduğunu kabullenmek, otoriter bir milliyetçilik anlayışının ve herkesi benzeştirmeyi hedefleyen güvenlikçi yöntemlerin bu sorunu çözme kabiliyetinin olmadığını görmek ve en önemlisi çözüm için siyasal ve sosyal taleplere odaklanmış özgürlükçü bir siyaset yürütmektir. Ne demişti Evren: “Katı tutumla olmaz bu iş.”

Yeni Şafak, 11.11.2007

Dr. Vahap COŞKUN

12.11.2007


 

Bu el çabukluğu kimin marifeti?

Son günlerde Türk Ceza Kanunu 301. maddeye ilişkin yazılar yine basının ve hepimizin gündeminde.

Dün ve daha önce yazdığım yazılarda, bulabildiğim konuşma olanaklarında, özünde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, şiddet çağrısı ve şiddete övgü dışında kalan konularda ifade özgürlüğünü genişletmeye matuf değişiklik talebinin bizim kendi içimizden değil de Avrupa Birliği Komisyonu’ndan geliyor olmasının bizler için çok büyük bir utanç konusu olduğunu ifade etmeye çalışıyorum.

Avrupa Birliği Komisyonu ağırlıklı taleplerin bir sonucu olarak da TCK 301’de bir yazım değişikliğine gidileceği izlenimi son günlerde artmış görünüyor.

Aslında ortada anlaşılması çok da kolay olmayan bir manzara var zira görebildiğimiz, bilebildiğimiz kadarıyla Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yasanın değişmesinden yana, Sayın Başbakan Erdoğan bu konuda yani değişiklik konusunda sayısız sinyal verdi, Dışişleri Bakanı Sayın Babacan’ın TCK 301’e ilişkin görüşleri belli ama nedense bir türlü gerekli adımlar atılamıyor.

Basına yansıyan son haberlerden değişkliğin ne yönde olacağı konusunda da küçük işaretler oluşmaya başladı.

Edindiğimiz bilgiler yasa metnine ‘açık ve yakın tehlike’ kavramını sokarak özgürlük tutkunu olmayan yargıçların elini biraz daha bağlamak, daha özgürlükçü yargıçların da elini rahatlatma girişimlerinin gündemde olduğu yönünde.

Ancak, bu konuda da benim kafamı bir konu kurcalıyor ve ben de bugün bu konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

‘Açık ve yakın tehlike’ kavramı ABD Federal Mahkemesi’nin bir tarihler verdiği kararlarda kullandığı bir formül ama orijinal formül biraz değişik.

ABD Federal Mahkemesi’nin (bizdeki Anayasa Mahkemesi’ne tekabül ettiği söylenebilir) kararlarında kullandığı kavramın ingilizcesi ‘clean and present danger’.

Bu ifadeyi ya da formülü kelime kelime tercüme ederseniz ‘açık ve mevcut’ tehlike diye tercüme etmeniz gerekiyor.

Aradaki fark çok mu önemli diye düşünenler olabilir ama bence fark azımsanmayacak bir fark ve bu fark ABD’deki şekliyle meseleleri özgürlükler yönünde yorumlamaya çok daha müsait bir formülasyon, ifade ediş biçimi.

Biz ise, Avrupa Birliği uyum sürecinde özgürlükler gözlüğü ile yazılmamış ceza kanunu maddelerini değiştirirken bu amerikan formülünü alıyoruz ama alırken de kendimize göre bence çok önemli ve özgürlük karşıtı bir değişiklik yaparak alıyoruz ve ‘açık ve mevcut tehlike’ yerine, ‘açık ve yakın tehlike’ kavramını kullanıyoruz.

Bu hukuksal el çabukluğu marifetini kimin yaptığını doğrusu merak ediyorum.

301’de değişiklik yapılırsa da muhtemelen metne ‘açık ve mevcut tehlike’ ibaresi yani ABD Federal Mahkemesi’nin formülü değil de bizim uydurduğumuz ‘açık ve yakın tehlike’ ifadesi girecek.

Daha önce de değinmiş idim, maalesef ülkemiz hukukçularının önemli bir bölümünün mesleklerine bakışı yasa metinlerini özgürlükler açılımıyla yorumlamaya pek müsait değil; bunu çok iyi bildiğini bildiğim yasama erki çoğunluğuna, mevcut hukukçu kadromuz veri iken, yasa maddelerini olumsuz yorumlamaya izin vermeyecek biçimde yazma görevi düşüyor.

Hukuka özgürlükler penceresinden bakma refleksleri olmayan yargıç çoğunluğunun ‘yakın tehlike’ kavramını çok geniş ve yasaklayıcı, cezalandırıcı bir açıdan ele almaları çok muhtemel; yasa metnine ‘açık ve mevcut tehlike’ ibaresi girerse ise, özgürlük aşığı olmadığını geçtiğimiz senelerde gördüğümüz yargıçların boğucu karar vermeleri emin olun daha zorlaşacak.

Bu ortamda bizlere de yasa koyucuya yasa metnine ‘açık ve yakın tehlike’ yerine ‘açık ve mevcut tehlike’ (clear and present danger) ifadesini, orijinal formülü kullanma çağrısı yapma görevi düşüyor.

Tabi şayet, özgürlükler ve buna bağlı olarak da ekonomik büyüme yasa koyucunun temel önceliği ise.

Star, 11.11.2007

Eser KARAKAŞ

12.11.2007


 

Kart kurt diye diye...

KÂMRAN İnan anılarında anlatır. O gün Bitlis’te önseçim vardır. Kâmran İnan da AP’den adaydır. Tatvan’da bir köylü delege ağlamaklı şekilde Kâmran İnan’a gelir, önseçimde görevli olan hâkimden şikâyetçidir. İyi Türkçe konuşup yazamadığı için hâkim kendisine herkesin önünde hakaret etmiş, bölücü ifadeler kullanmış, haysiyetiyle oynamıştır...

Kâmran İnan, delegeyi teselliye çalışır:

“Sen de git, hâkime, beyefendi, bize ne zaman Türkçe öğrettiniz de öğrenmedik de. Neden suçunuzu bana ceza olarak iade ediyorsunuz de...”

Köylü meyus meyus Kâmran İnan’ın yüzüne bakar:

“Beyim ben bunu nasıl ve nece söyleyeceğim?”(x)

Kâmran İnan bu olayın yorumunu şöyle yapar:

“Devlet kendisine (delegeye) bu imkânı vermemişti, çocuğuna da vermedi.”

* * *

EMEKLİ komutanların Fikret Bila ile yaptığı önemli söyleşilerle DTP (Demokratik Toplum Partisi) toplantısında olanları okuduktan sonra, aklımıza Kâmran İnan’ın bu anısı geldi.

* * *

KOMUTANLARIN çoğu, geçmişteki Kürt politikalarının hatalı olduğunu söylüyorlar...

“Hatalıysa niye yaptınız?” deme gibi bir kolaylık olsa da en azından “Birbirlerinizin hatasını görmediniz mi, gördüyseniz niçin ısrar ettiniz?” demek herhalde yanlış olmaz...

Ve Sayın Kenan Evren...

Sizin diğer komutanlardan bir farkınız var. Onlar, nihayet askerdiler, ülke yönetiminde mutlak söz hakları yoktu.

Oysa siz ve dört kuvvet komutanı “tek güç” halindeydiniz, idama bile karar veriyordunuz. Şimdi bunca yıl sonra “O gün hata yapmışım!” demek de elbet bir erdem ama, sonuçları itibarıyla yeter mi? O gün, adamın, anadilini konuşmasını yasaklıyorsunuz, bugün “Oralara gidecek memurlar Kürtçe bilmeli!” diyorsunuz?

* * *

DİYEBİLİRSİNİZ Kİ, “Biz bu hataları yaptık, siz niye sustunuz?”

Haklısınız, ama TKP sekreteri “Laz İsmail”in (Marat) ölüm ilanını yayımlayan “Hürriyet” gazetesinin nasıl kapatıldığını, sonra da nasıl açıldığını en iyi siz bilirsiniz.

Bilmem anlatabildik mi?

(x) Senatör/Timaş Yayınları

Milliyet, 11.11.2007

Hasan PULUR

12.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri