"Gerçekten" haber verir 02 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

İttihad-ı İslâm’ı doğru anlamak



SELÇUKLU Devletinin inkırazından sonra ortaya çıkan Anadolu beyliklerini, zamanla genişleyerek şemsiyesi altına alan Osmanlı Devleti; üç kıt'aya yayılan ve yirmi iki milyon kilometre karelik coğrafyasıyla İslâm Birliğini de sağlamıştı.

Altı yüz seneden fazla süren Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altında kırktan fazla ırka mensup insanlar genelde huzur içindeydi. Osmanlılık ortak paydası onlara yetiyordu. Çok dinli, çok dilli ve çok ırklı olmak bir zenginlikti. Hukuk önünde herkes eşitti. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” prensibi, padişahlar için de geçerliydi. Haksız el kestirdiğinden dolayı, Sultan Fatih’in bir Rum mimarı karşısında mahkûm olması örnek olaylardandı. Anadolu topraklarından Balkanlara, Orta Doğudan Kuzey Afrika’ya kadar adalet hükmediyordu. Balkanlar da, Orta Doğu da huzur içindeydi. Ne zaman ki Osmanlı Devleti dağıldı, o geniş coğrafya huzura hasret kaldı. Balkanlar kaynıyor ve hususan Orta Doğu yanıyor. Amerika’yı arkasına alan İsrail devleti de, İslâm ülkelerini uğraştırıp duruyor.

Soğuk savaş döneminden sonra tek kutuplu hâle gelen dünyanın dengesi bozuldu. Adaletin yerini zulüm aldı. Yalan propagandalarla zihinler karıştırıldı. Başkasını yutmakla beslenen ırkçılık öne çıktı. “Böl, parçala ve yut” felsefesiyle büyük devletler küçük devletlerin imkânlarını sömürmeye devam ediyor. İslâm âleminin dağınıklığı da buna çanak tutuyor. Onların işlerini kolaylaştırıyor.

Ancak, bu durum böyle devam edip gidemez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle “Her gecenin bir neharı, her kışın bir baharı vardır.” Kışın şiddeti baharın daha güzel olacağına bir işâret olduğu gibi, çok kararan gecelerin sabahı çok yakın olur. Mânevî dengesi bozulan dünyanın dengesi yeniden yerine gelecek ve hak, adalet ve hürriyet içinde dünya sulh ve sükûna erecektir. İnsaniyet-i kübra olan medeniyet-i İslâmiye, hazır medeniyetin, pisliklerinden kurtulup, güzelliklerine İslâm ahlâkının ilâvesiyle zuhura gelecektir.

Bu muhteşem tablo, İttihad-ı İslâm’ın gerçekleşmesiyle meydana gelecektir. Amerika Birleşik Devletleri gibi, devletler bazında oluşacak olan bu birlikte, İslâm devletlerinin sınırları, bayrakları, hükûmetleri ayrı olmakla beraber, iç işlerinde serbest, dış içlerinde ortak hareket eden bir blok söz konusudur. Tek kutuplu dünyanın buna şiddetle ihtiyacı vardır. Avrupa Birliğine üye olmamız buna engel değildir. Kaldı ki, AB’nin de bu birlikten güç almaya muhtaç olduğu açık bir gerçektir. İslâm Birliği çok uzak olmayan bir istikbalde muhakkak gerçekleşecektir. Bediüzzaman’ın bu hususta tesbitleri vardır.

Devletler bazında tahakkuk edecek olan bu hakikati böyle anlamak ve doğru yorumlamak lâzımdır. Cemaatler bazına indirgediğimiz zaman, bu hakikat, herkesin kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi ve başka cemaatleri kötülemeden onların hizmetlerine duâcı olması şeklinde tezahür eder. Zâten, Üstadın ifâdesiyle “Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.”

“İttihad-ı İslâm’ı gerçekleştirmek de bizim vazifemiz” diyerek, kendi mesleğinden ve hizmet tarzından taviz verenler, hattâ dersle-rimizi ortak yapalım noktasına gidenler, zamanla mesleksiz ve kimliksiz kalırlar. Hem kimseye de kendilerini beğendiremezler. Uzun zamanlar boyunca yapılan olumsuz konuşmalar ve anlayış farkları kan uyuşmazlığını sonuç verir. Sun’î birliktelikler hüsranla neticelenir. Anonim meşreplik, mesleksizliktir. Mesleksizlik ise, sevilmez.

Hülâsa, hak ve daha güzel kabul ettiğimiz hizmet tarzımızdaki dik duruşumuzu muhafaza etmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasının kesret-i etbâ ve fazla muvaffakiyette değil, tam ihlâsta olduğunu bilerek hizmete devam etmek pusulamız olmalıdır.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ali Bulaç ya okumamış, ya yanılıyor veya yanıltıyor!



Ecevit Kılıç’ın siyasî gündemdeki meselelerle ilgili sorularını cevaplandıran Ali Bulaç, değerlendirmelerinin bazılarında gayet isabetli teşhisler koyarken, bazılarında hem çelişkiye düşüyor, hem de yanılıyor. Şöyle ki:

“Cemaatin (Gülen cemaatinin) AKP’yle ilişkileri nasıl?”

“Cemaat eskiden bir partiyle dolaylı ilişki kurduğunda o partide kendilerini güvende hissediyorlardı. Nur cemaatleri Adalet Partisi’yle böyle bir ilişki içindeydi. 28 Şubat’tan sonra ise bu durumun, istismar edilmelerine neden olduğunu gördüler. Meselâ Demirel, ‘Size bu kadar milletvekili vereceğim’ diyordu. Liste açıklanınca hiç milletvekili yoktu. Nedeni sorulunca da ‘Ben varım, ben sizdenim’ diyordu. Demirel, hayatı boyunca Nur cemaatlerini böyle kandırdı. Sonra da 28 Şubat’ın mimarlarından oldu. Bu açıdan 28 Şubat çok öğretici oldu. Bir partiye destek vermek yanlıştır, partilerden bağımsız hareket etmek gerekiyor. Yapılması gereken Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivilleşmesidir. ‘Daha çok demokrasi, daha çok AB uyum süreci, daha çok insan hakları’ diyoruz. Bundan dolayı biliyorum ki AK Parti kapatılırsa kimse arkasından ağlamayacaktır. Çünkü önemli olan siyasal sistemimizin demokratikleşmesidir.”1

Sayın Bulaç’a Gülen cemaatinin AKP ile ilişkisi soruluyor. Dolayısıyla onun Nurcuların AP’yi desteklediklerinden dem vurması, ne alâka dedirtti.

Nur talebeleri, demokratları (DP-AP-DYP-DP) asla maddî menfaat veya milletvekilliği için desteklememişlerdir. Münferit taleplerin dışında, cemaatin kararlarında asla böyle bir talep yok. Eğer iddiâ edildiği gibi, Nur cemaati, AP’yi milletvekilliği ve maddî çıkar için destekleseydi; vazgeçmeleri gerekmez miydi? 28 Şubat’a kadar bir vermedi, iki vermedi, üç vermedi, dört vermedi, beş vermedi; daha hâlâ niye destekliyorlar? Bırakınız iktidarda olduğu zamanı, darbeye maruz kaldığı ve tamamen sıfırı tükettiği zamanlarda desteklemelerinin ne hikmeti olabilir; düşünmeye değmez mi? Meselâ, şimdi Demokrat misyonu taşımaya çalışan DP’yi desteklemelerinin sebebi; iktidar nimetleri mi, milletvekilliği umudu mu? O zaman ne diye darbelerle gömülmek istendiği, iktidar umudu bile olmadığı zamanlarda Demokrat misyonu destekliyorlar? Bunu anlamak için, Risâle-i Nur’u okumak ve anlamak gerekir. Tabiî ki Bediüzzaman’ın şu görüşlerini de: Vazifemiz; siyaseti dine âlet ve dost yapmak,2 Demokratlarla müttefik,3 onlara bir dayanak noktası,4 mânen ve maddeten yardımcı olmaktır.5 Ve demokratları, Kur’ân, millet ve vatan hesabına iktidarda kalmalarına çalışmaya mecburuz.6

Şu halde, Bulaç, Risâle-i Nur’u ya okumamış, ya anlamamış, ya yanlış anlamış, ya yanılıyor veya cerbeze yapıp yanıltıyor!

Bulaç’ın çelişkilerinden birisine gelince…

STK’lar hakkında gayet isabetli bir tesbit yapar:

“Sivil toplum sipariş üzerinden olmaz. Dışardan da ithal edilemez. Devlet veya aydınlar çıkıp ‘Sivil toplum kuracağız’ derse olabilir, ama marjinal kalır. Çevreciler, feministler, barış gönüllüleri gibi. Devletin yarattığı sivil toplum örgütlerinden ise ADD, ÇYDD var. Bunlar sivil devlet kuruluşudur. STK değil SDK. Sadakatleri de devletedir. Asıl olan bu toplumun kendi iç dinamiğinden çıkardığı sivil toplum kuruluşlarıdır. Cemaatlerdir.”

Bulaç, sonra da Gülen hareketini sivil bir teşekkül olarak gördüğünü ifade eder ve şu çelişkiye düşer:

“Türk okulları, Türk devletinden bağımsız, onaylamamasına rağmen kurulan okullar değil. Devletin içinde de destek görüyorlar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Anayasa Mahkemesi’ndeki dâvâda suçlanmasının nedeni Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Türk okullarının desteklenmesi için genelge yayınlamasıydı. Fethullah Hoca da sık sık ‘Türk devletinin izni ve bilgisi dışında bir şey yapmıyorum’ diyor.”7

Peki, bu ne sivillik, bu ne gönüllülük, bu ne resmî kurumlara sormak, bu ne devlete bağlılık ve bu nasıl bir sivillik, nasıl cemaatlik? Ve bu nice bir değerlendirme muhterem Bulaç?

Dipnotlar:

1- Sabah, 30 Haziran 2008.

2- Beyanat ve Tenvirler, s. 198.

3- A.g.e, s. 201.

4- A.g.e, s. 202.

5- A.g.e, s. 200.

6- Emirdağ Lâhikası, s. 422.

7- Sabah, 30 Haziran 2008.

02.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân’la aydınlanan dünyamız



Hiç tanımadığınız bir memlekete gidiyorsanız, yanınıza bir kılavuz veya bir harita almaz mısınız? Ya bu seyahatiniz bir ticarete yönelik, kâr veya zararı hiçbir şeyle telâfi edilemeyecek derecede büyükse buna çok daha dikkat edersiniz. Peki, bu seyahat ve yolculuğunuz ikinci bir denemesi olmayan, Cennet gibi ebedî bir hayatı kazanma veya kaybetmeye yönelik bir ahiret ticareti için ise çok daha titiz davranmaz mısınız?

İşte bu sonsuzluk yolculuğunda rehber ve kılavuz Kur’ân-ı Kerim’dir. Nahl Sûresinin 89. âyetinde Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı her şeyin ap açık bir beyanı, bir doğru yol rehberi, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdiğini bildiriyor.

“Dünya nedir, insan nedir, hayat nedir? Yaratıklar nedir?” Daha akla hayale gelebilecek ne kadar sorunuz varsa sıralayın. Bütün bunların cevabı, açıklaması Kur’ân-ı Kerim’de. Dünya ve ahiret işlerinde doğru yol rehberi o. Cennete götüren bir kılavuz. Her şeyiyle bir rahmet ve müjdeler hazinesi. Dahası sizin gam ve kederlerinizi giderecek, sevinçlerinizi paylaşacak dostlarınız var. Çünkü dostsuz hayat yaşanmaz olur. Böylesi candan dostlar sadece dünyada değil, öbür âlemde de lâzım. Kabirde daha çok ihtiyaç duymaz mıyız böyle candan dostlara?

Kişinin annesinden, babasından, kardeşinden, arkadaşından kaçtığı o dehşetli Kıyamet Gününde elimizden tutacak, bize yardım elini uzatacak bir şefaatçiye ise her zamankinden daha çok muhtacız. Ya Cehenneme karşı perde ve örtü olabilecek bir kurtarıcıya? Sırat Köprüsünden bizi şimşek hızıyla geçirebilecek bir araca duyulacak ihtiyaç ise her şeyden daha önemli. Cennette bize refakat edecek bir arkadaşa ise ne kadar ihtiyacımız var. Hatim duâlarında, “Ya Rabbi! Kur’ân’ı her hayırlı işte rehber, dünyada ve ahirette dost, kabirde candaş, Kıyamet gününde şefaatçi, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş eyle” cümlelerini söylerken de Allah’tan aynı şeyleri istemiyor muyuz? Öyleyse bir insan için böylesine faziletleri bulunan Kur’ân’a yönelmek; onu okumak, anlamaya çalışmak kadar önemli bir mesele olabilir mi?

Üç aylar, özellikle Ramazan gelince hayatımızın ritminde değişiklikler olur, mânen farklı bir atmosfere girer, daha da yükselişe geçeriz. Kur’ân ayı olan bu ay Kur’ân’a eğilmenin, onunla haşir neşir olmanın özel zamanı. Kur’ân’ın okunmasına vesile olmakta, “Sebep olmak işlemek gibidir” sırrınca önemli ve büyük bir hizmettir. Gazetemiz Yeni Asya işte böyle güzel bir hizmete vesile olmak niyetiyle Ramazan’da promosyon olarak okuyucularına cüz cüz Kur’ân vermeyi planlıyor. Arkadaşlarımız harıl harıl çalışıyorlar. On binlerce kimseye ulaşmayı hedefliyorlar. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Eşler arası zulüm - 2



İsmi mahfuz okuyucumuz: “Kadının kocasına karşı hangi hâli, sözü ve davranışı zulümdür? Kocanın da karısına karşı hangi hâli, sözü ve davranışı zulümdür? Âyet ve hadislerle çok açık bir şekilde açıklar mısınız?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim:

5- Kocanın karısını veya kadının kocasını dövmesi zulümdür. Peygamber Efendimiz (asm), “Dövenleriniz hayırlılarınız değildir”1 buyurmuştur.

6- Eşlerin; birbirlerinin hatâ ve eksikliklerini, ayıp ve kusurlarını dışarıda anlatmaları, birbirlerinin sırlarını başkalarına yaymaları veya birbirlerine karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmaları zulümdür. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kıyâmet günü insanların Allah katında derecesi en aşağı olanı, karısının sırrını yayan erkektir.”2

7- Hastalık gibi mücbir bir sebep yokken, birbirlerinin cinsel istek ve arzularına karşı ilgisiz kalmaları, birbirlerini fazla şehvetli oluşundan dolayı kınamaları, sırf cezâ olsun diye birbirlerinin cinsî arzularına cevap vermemeleri zulümdür, haksızlıktır. Çünkü bu davranış yekdiğerini haramın ve sefâhetin kucağına atabilir. Bu da Allah’ın gazabına sebep olur.

Karı ve koca ne kadar tartışma ve sürtüşme yaşıyor da olsalar, birbirlerinin cinsel isteklerine karşı anlayışlı ve saygılı davranmalılar, birbirlerini bu konuda cezâlandırmamalıdırlar.

Ebû Zerr radiyallahu anh anlatmıştır:

Ashab-ı Kiram bir gün:

“Mal sahipleri sevapta çok ileri gittiler. Bizim gibi onlar da namaz kılıyorlar. Bizim gibi onlar da oruç tutuyorlar. Mallarının fazlasından sadaka da veriyorlar” demişlerdi.

Allah Resûlü (asm) buyurdu ki:

“Allah sizin için tasadduk edebileceğiniz bir şey kılmadı mı? Her tesbihte bir sadaka sevabı vardır. Her tekbirde bir sadaka sevabı vardır. Allah’a her hamd edişte bir sadaka sevabı vardır. Her tevhid kelimesini söyleyişinizde bir sadaka sevabı vardır. İyiliği emretmekte bir sadaka sevabı vardır. Kötülükten alıkoymakta bir sadaka sevabı vardır. Sizden birinin, karısı ile cinsel ilişkisinde bile sadaka sevabı vardır.”

Ashab-ı Kiram (ra) bu son cümle üzerine sordular:

“Yâ Resûlallah! Biz hem nefsânî arzumuzu yerine getireceğiz, hem de onun için sevap mı alacağız?”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm):

“Eğer onu (kocasını veya karısını) harama terk etse idi, onun üzerine günah yükü vurulacak mıydı? Ne dersiniz? İşte bunun gibi, onu helâliyle tatmin edince de, bu ona sevap kazandırır” buyurdu.3

Zulüm bir kul hakkıdır. Zulüm söz konusu olunca şu hadis-i şerifi de hatırlamamızda yarar var:

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kul ile Cennet arasında yedi sarp yokuş vardır. Bunların en kolay geçileni ölümdür. En zor olanı ise, zulme uğrayan kişinin zâlimin yakasına yapıştığı günde, hesap vermek için Allah’ın huzurunda dikilmektir.”4

Dipnot:

1- İbn-i Mâce, Nikâh, 51; Nesâî, Nikâh, 51;

2- Müslim, Nikâh, 21;

3- Riyâzu’s- Sâlihîn, 120;

4- Câmiü’s-Sağîr, 1722.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğru söyleyen tarih konuşuyor (1)



Bir Millî Mücadele kahramanı olarak

Bediüzzaman Said Nursî

İlim ve irfan sahasında daima zirvelerde dolaşan Bediüzzaman Said Nursî, vatan ve milletin hakkı–hukuku söz konusu olduğunda, yine en ön safta mücadele etmekten çekinmemiş hamiyetli bir kahramandır.

Hakikat–i hal bu merkezde olmasına ve "doğru tarih"i yansıtan bütün bilgiler, belgeler, kayıtlar, vesikalar bu hakikati haykırıyor olmasına rağmen, günümüzde tam tersi iddialarda bulunan birtakım tuzu kuru nâdanlara rastlıyoruz.

Esasında, iddiadan çok iftira, bilgiden ziyade hezeyandır bunların yaptıkları. Makale yerine küfürnâme, kitap yerine hezeyannâme yayınlıyor ve kendilerine yakışır şekilde bir tür "karalama kampanyası"nı yürütüyor bu (me)denî nâdanlar.

Asıl maksat ve niyet karalama olunca da, yazılıp söylenenlerde hakikatin izine, yüzüne rastlamak mümkün olmuyor.

O halde, hem bu yalan, isnat, iftira ve karalama süprüntülerini bertaraf etmek, hem de yeni nesilleri tarihî gerçeklerden haberdar edebilmek için, "doğru tarih"i dosdoğru şekilde konuşturmak gerekiyor.

Evet, yalancıları susturmak için, hakikate şahitlik yapan doğru tarihi konuşturmaktan başka çare görünmüyor.

Madem öyle, haydi Bismillah...

Zulüm ve işgalin karşısında

Birinci Dünya Harbinin başından tâ 1916 yılı Mart'ına kadar 90 kadar talebesi ve 4500 kadar da emri altındaki milis kuvvetiyle Kafkas Cephesinde mücadele veren Said Nursî, Rus ve Ermeni çetecilere çok ağır kayıplar verdirdikten sonra, nihayet kendisi de ağır yaralı şekilde Ruslar'a esir düşer.

Vatan ve millet uğrunda talebeleriyle birlikte hayatını tehlikeye atan Said Nursî'nin kahramanca mücadelesini azılı düşman kumandanları da takdir ederken, kendi ülkemizde rastladığımız kimi Nursî düşmanları ise, bambaşka bir telden çalmayı tercih ediyor.

Ne var ki, onların kasdî saptırmaları ve sergilenen kahramanlıkları görmezden gelmeleri, gerçeğin özünü değiştirmiyor.

Said Nursî'nin Sibirya ve Kostroma'da geçen elim esaret hayatı iki yıldan fazladır.

25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesi, Üstad Bediüzzaman'ın esaretten firar ederek İstanbul'a vâsıl olduğunu haber veriyor.

Bu tarihte, her yönüyle mühim ve kritik hadiselerin cereyan ettiğini görmekteyiz: Birinci Dünya Savaşının artık sonlarına doğru gelinmiş. Filistin–Suriye Cephesinden peşpeşe inkızar ve mağlubiyet (Şam, Halep, Musul, Kerkük) haberleri geliyor. Ölüm döşeğinde olan Sultan Reşat, son günlerini yaşıyor. Onun vefatı ve Sultan Vahdeddin'in tahta gelişi 3/4 Temmuz günlerine rastlıyor.

Osmanlı Devletinin bir nevi teslimiyetini tescil ettiren Mondros Ateşkes Antlaşması ise, 30 Ekim (1918) günü imzalandı. Hemen ardından, sıra ülkemizin bütünüyle işgal ve istilâsına geldi.

Bütün bu çalkantılar yaşanırken, Said Nursî de İstanbul'da Şeyhülislâmlığa bağlı İslâm Akademisinde çalışmaktadır.

Bediüzzaman, Mondros'taki antlaşma şartlarını öğrenir öğrenmez, arkasından gelecek dehşetli istilâ dalgasının farkına varır ve buna karşı ilmî/fikrî neşriyata başlar.

Dört sene evvel Ruslar'la silâh yoluyla cihad eden Said Nursî, şimdi de İstanbul ve Anadolu'yu sinsice işgale hazırlanan İngiliz ve müttefiklerine karşı neşriyat yoluyla mücadeleye girişir.

Şimdiki ulusalcı şarlatanların ters–yüz etmeye çalıştığı bu şanlı mücadele tam dört sene (Kasım 1922'ye kadar) aralıksız şekilde devam eder.

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 2 Temmuz 1570

Kıbrıs'ın fethi

Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin fetvâsı ve Sultan II. Selim Hanın fermânıyla Kıbrıs'a doğru yola çıkan Osmanlı donanması, adanın tamamını fethetmek üzere çok yönlü bir askerî hakekâtı başlattı.

Kıbrıs'ın tümüyle fethi, bir seneden fazla zaman aldı. Nihaî fetih, ancak 1 Ağustos 1571'de mümkün olabildi.

Fetihten önce, Kıbrıs adası ve çevresinde tam bir kargaşa, güvensizlik ve huzursuzluk havası hakimdi. Adayı ele geçiren Venedik korsanları, gerek Osmanlı ve gerekse diğer ülkelerin yolcu ve ticaret gemilerine sataşıyor, gemilerle taşınan değerli mal ve eşyaları gasp ve garet ediyorlardı. Korsanlar, bir taraftan da Kıbrıs'ta bulunan İslâm eserlerine, mâbedlerine zarar veriyor, tahribat yapıyorlardı.

Uzun zamandır yaşanan bu sıkıntılar had safhaya vardığında, Kànunî'nin oğlu II. Selim Han, adanın üzerine bir sefer–i hümayun ile gitmek istedi. Ancak, bu seferin yapılabilmesi için, Şeyhülislâmın fetvası gerekiyordu.

İstişare meclisi toplandı ve fetih için akla gelen gerekçeler sıralandı. Şeyhülislâm Ebussuut Efendi, şu iki gerekçeye dayanarak fetih fetvasını verdi:

1) Bir belde ki, vaktiyle İslâma ait olduğu halde, küffar orayı ele geçirdikten sonra mescid ve medreselerini harap ediyorsa ve o mâbedleri başka maksatlarla kullanmaya yelteniyorsa...

2) Din–i İslâma ihanet ile, o muhitte bulunanlara zulüm ve haksızlık yapılıyorsa, orayı fetih için yapılacak sefer meşrûdur.

Padişah, verilen bu fetvadan sonra sefer fermanı yayınladı. Ordu–yu hümayun derhal harekete geçti.

Kıbrıs'a giden ordunun başkomutanlığına Lala Mustafa Paşa, donanma komutanlığına ise Piyale Paşa getirildi. Bir yıldan fazla süren mücadelenin ardından, nihayet son kale/şehir olan Magosa da düştü ve Kıbrıs'ın tamamı Osmanlı hakimiyeti altına girdi.

Bu hakimiyet, 93 Harbine kadar kesintisiz devam etti. 1878'te, adanın kontrolü—Osmanlı'ya yardım karşılığında—İngiltere'ye verildi. İngiltere ise, adanın topraklarını sistemli bir şekilde Rumlar'a peşkeş etti.

130 yıllık Kıbrıs gàilesi, ne yazık ki hâlâ devam edip gidiyor.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Annem haklıydı..



Küçükken nelere üzülürdüm bir bilseniz.

Meselâ istediğim oyuncak alınmayınca, annemi ve babamı almadıklarına pişman edene kadar uğraşırdım.

Bayağı yaramaz bir çocuktum. Evin ilk çocuğu olanın verdiği bir rahatlıktı benimkisi.

İstediğim kıyafet giydirilmeyince, artık tutana aşk olsun. Yanaklarım kızarana kadar, saatlerce ağlardım. Ağlamalarım meşhurdu o zaman.

Televizyonumuz henüz yeni alınmıştı; ben beşinci sınıfa gidiyordum yaşım on bir.

Zaten o zamanlarda siyah beyaz televizyonlar vardı. Renkli televizyon bizim için lükstü “Vay be televizyonunuz renkli mi?” diye diye imrenirdik renkli televizyon alanlara. Hatta televizyona giden anten siyahsa televizyon siyah beyaz, eğer kablonun rengi maviyse televizyon renkliydi.

Çocukluk bu ya öyle öğrenmiştik kendi aramızda.

Televizyonumuz alındığı dönemde, gece on’da başlayan filmler olurdu. Hani şimdi burun kıvırdığımız Türk filmlerinden bahsediyorum. Doksan’dan önce çok meşhur ve de güzeldi. Şimdi her ne kadar çok komik gelse de, o dönemlerde ke-yifliydi. Saatlerce beklerdim filmin başlayacağı saati ve tam filim başlayacak babam cellât gibi görünür, televizyonu kapatırdı.

“Yeter artık! Çok izledin, uyu” dediğinde hiç bir kuvvet televizyonu yeniden açamazdı.

Oysa o saate kadar hiçbir şey izlememiş, filmi beklemiş olurdum.

Ancak bunu babama anlatmak nerede ise imkânsızdı.

Saatlerce ağlardım. Aman ne ağlamak hıçkıra hıçkıra, tabir caizse tepine tepine. Sonra uyur kalırdım oracıkta. Ertesi gün yine aynı olaylar…

Derken neredeyse her gün her saatte film ve üstelik diziler çıktı. Ve şimdi kimse karışmıyor izlediklerime ve saatine ama artık izleyemiyorum. Hiçbir dizi ve film, saatlerce beklediğim o filmler kadar heyecanlı değil. Eski filmleri de izlesem gülüp geçi-yorum. Ve çocukluğumda ki o gizin ne olduğunu hâlâ merak ediyorum.

Hatırlıyorum da filmlerin sonunda kavuşsalar da ağlardım, ayrılsalar da. Gözyaşlarımın sebebi yoktu, her iki olayda duygulanmama yetiyordu.

Şimdi en acı sonlar bile tebessüm ettiriyor. Hadi canım bu kadar da değil diye birçok mantık hatası buluyorum. Ve o saflığımı hangi yaşımda unuttum diye bakınıyorum.

En ufak bir şeyde saldığım gözyaşlarım ve ağladığım bu kadar basit olaylar. Şimdi gözyaşlarıma sebep olan olaylara gülüp geçiyorum. Ve her hatırladığımda kızıyorum kendime. Keşke hiç üzülmeseydim ve bu kadar çok ağlamasaydım diye.

***

Küçükken çok mu ağladım bilmiyorum? Ama uzun zamandır gözyaşlarım tükendi. Öyle olur olmaz her şeye ağlamıyorum. Canım sıkıldı mı pencerenin kenarına oturup gelene gidene bakıyorum. Kendimi avutuyorum ve neden büyümek için bu kadar acele ettim diye de söylenmiyor değilim.

Annem der ki “Büyüdükçe derdiniz arttı. Meğer siz küçükken en güzel çağımı yaşamışım” Şimdilerde bakıyorum hayata da, sanırım hepimiz küçükken en güzel çağlarımızı yaşamışız hiç haberi-miz olmadan. Baharda yağmurların topraktaki tohumları suladığı gibi, bütün sevdiklerimizi gözyaşı yağmurumuzla sulamışız. Büyüdükçe yaz gelmiş, her yer yanmış kavrulmuş. Haliyle kuraklık olup, hiç gözyaşı akmamış ve yağmurlar kesilmiş.

Bu yüzden olsa gerek uzun zamandır burnuma çiçek kokusu gelmiyor.

Annem haklı mı ne?

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İmam hatipleri istiskale seyirci kalınmasın…



Türkiye’de bir garâbet yaşanıyor. Yasadışı başörtüsü yasağında olduğu gibi, özellikle iktidar partisinin demokratik irâde zaafıyla tırmanan tartışmalar, her defasında inanç ve ibadet özgürlüğüne, din eğitimi ve öğretiminin hırpalanmasına malzeme ediliyor.

İmam hatip liselerinin kapatılması “öneri”sini Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na bağlama çarpıtması, buna son örnek…

Bu çarpıtmaları yapanlar da biliyor ki söz konusu kanunun tartışmasız ibâresiyle, aynı tarihte kaldırılan Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin bütün işlevi, Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, vatandaşlara dinî bilgileri verecek, din eğitimi ve öğretimini yapacak, dinî hizmetleri yerine getireceklerin yetişmesini sağlayan okulların açılmasını açıkça hükme bağlar…

Bu “hüküm”le “imâmet ve hitâbet gibi dinî hizmetleri ifâ vazifesiyle mükellef memurların yetiştirilmesi” için imam hatip okullarının ve “yüksek diniyat mütehassıslarını yetiştirecek” Yüksek İslâm Enstitülerinin ve İlâhiyat Fakültelerinin kurulması, kanun gereğidir.

Bunu eğip bükerek, “eğitim birliği” bahanesiyle imam hatipleri “gereksiz” görmek, dahası bunların kapatılmasını istemek, her şeyden önce “gerekçe” gösterilen Tevhid-i Tedrisat Kanununun lâfzına ve ruhuna aykırıdır.

Zira kanun, imam hatipleri ve yüksek din uzmanlarını yetiştirecek okulları kaldırmıyor; tam tersine bu görev ve sorumluluğu Millî Eğitim Bakanlığı’na tevdi ediyor…

Ne var ki özellikle inanç ve mânevî meselelerde anlaşılmaz bir kırılganlıkla muallel siyasî iktidar, tamamen Anayasa ve yasalara dayanan ve başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslar arası andlaşmalarla teminat altına alınan “din eğitimi ve öğretimi”ne ciddî sahip çıkmıyor, çıkamıyor.

Okullarda genel eğitim içinde verilen ve müfredatıyla âdeta içi boşaltılan “din dersleri”ne bile arka çıkamıyor, kanunla kurulan imam hatip liselerine yenilerini ilâve etmek bir yana, daha önce açılanları dahi korumuyor, koruyamıyor…

Başkalarının imam hatiplere “sakıncalı” ve “vebâlı” muamelesine sessiz kalıyor; tâvizkâr tavırlarla ürkek duruyor; hatta bazen bu tür çarpıtmalara “katılıyor!” Ya da salt kuru “tepki”yle kalıyor.

YÖK Başkanı Prof. Özcan’ın, belki de boş bulunarak sarfettiği “zıkkım” lâfını diline dolayıp bu okulların kapatılmasını salık veren mahfillere karşı yüreklice cevap vermek yerine, Millî Eğitim Bakanı Çelik’in Meclis kürsüsünde bir tek Özcan’ın sözlerini hedef alan eleştirisi bunun bir misâli.

Bilindiği gibi Prof. Özcan’ın imam hatip liseleriyle ilgili ifadelerine, “O kem söz sahibine aittir ve bunu onaylamak, bu üslûbu kabul etmek kesinlikle mümkün değildir” diyen Çelik, “herkesin hakkını ve haddini bilmesi gerektiği”ni belirtmişti. “Bu YÖK Başkanı da olsa hakkını, haddini bilecek, CHP’nin sayın genel sekreteri de olsa…” ikazıyla yetinmişti.

Elbette YÖK Başkanı yanlış yapmıştır. Lâkin, bu bahaneyle imam hatiplerin kapatılması gerektiğini iddia edenlere bir şey denmemesi, âdeta meselenin geçiştirilmesi, bu “yanlış”tan daha vâhim ve dikkat çekici.

Gerçekten Tevhid-i Tedrisat Kanununun çarpıtılmasına neden doğru dürüst bir cevap verme gereğini duyulmadı? Bir imam hatip mezunu olan Başbakan, başka konularda “çıkışlar” yaparken, Anayasa ve yasaların devlete yüklediği din eğitimi ve öğretimi konusunda niçin hiç konuşmadı? Alıkoyan ne?..

Oysa başta Millî Eğitim Bakanı olmak üzere, hükûmet ve iktidar partisi sözcülerinin evvela öteden beri imam hatipleri dışlayan, tamamen anayasal ve yasal olan din eğitimi ve öğretimini her fırsatta “gereksiz” görüp hor gören zihniyete kararlılıkla cevap vermesi gerekirdi…

Aslında Ankara İlâhiyat Fakültesiyle birlikte imam hatip kurslarının ilki 1948’de tek parti dönemine rastlar. Demokrat Parti zamanında sayıları 36’ya varan imam hatip okulları, AP iktidarında 327’ye ulaşır. Sadece 1995’te DYP’nin başını çektiği koalisyon hükûmetinde 83 şube okula dönüştürülür.

CHP-MSP koalisyonunda bir tek imam hatip okulunun açılmadığı, “RP Esas Hakkındaki Savunması”nda zaten itiraf edilmekte. Keza 12 Eylül darbesi ve ANAP devrinde Evren ve Özal’ın bu okullardan yalnız ikisini açtığı kayıtlarda. Neticede sayıları 571’i bulan imam hatiplerin hemen hemen hepsi Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partili iktidarlar tarafından açılmış…

FP’den “yenilikçiler” olarak kopan AKP ise “imam hatip okulu açmayacağız” vaadiyle başladı. Altı yıldır bir tek imam hatip okulu açmadı; doğrusu açma sözünü de vermedi. Dahası katsayı haksızlığıyla 28 Şubat “potmodern darbe”den kalma onbinlerce imam hatiplinin üniversiteye giriş hakkının gasbı, Kur’ân kurslarındaki kalma “yaş yasağı” devam ediyor.

Gelinen noktada AKP, hiç olmazsa kazanılmış hakları korusun; en azından mevcut imam hatiplerin hakkını savunsun; din eğitimi ve öğretiminin sürekli istiskaline artık seyirci kalmasın…

Zira millet hak ve hürriyetlerine “seyirci kalsın” diye değil, “sahip çıksın” diye oy verdi…

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Gözaltılar ve cellâdına aşık olan idamlık!



“Artık bundan sonra daha ileri gidilmez” denildiği bir ortamda Ergenekon soruşturması dünkü gözaltılarla tekrar hızlandı. Önceki gözaltılardan farklı olarak yeni isimler arasında emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur’un bulunması soruşturmada derinlere inildiğini gösterdi.

Emekli orgeneraller için Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’a bilgi verilmesi geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan ile iki ay sonrasının Genelkurmay Başkanı Başbuğ görüşmesini akla getirdi. Askerin onayının alınmadan emekli askerlere yönelik bir operasyonun Türkiye tarihinde bir ilk olduğu belirtiliyor. Demek ki eldeki bilgi ve belgeler Genelkurmayın itiraz edemeyeceği kadar açık ve net.

Genelkurmay’ın yasadışı oluşumlara adı karışmış mensuplarına destek veriyor görüntüsünden uzak olması da olumlu bir gelişme. Aksi durum orduya en büyük zararı verir.

**

Ergenekon soruşturmasında yapılan eleştirilerin başında iddianamenin hâlâ hazırlanmamış olması geliyor. Soruşturmayla bizzat ilgilenen Başbakan Erdoğan da bu eleştirilere karşılık son gözaltıları “iddianamenin tamamlanmasına yönelik atılmış bir adım” olduğunu açıkladı. Demek ki, iddianamenin hazırlanmasında sona gelindi ve son bilgi ve belgeler ışığında operasyon hız kazandı.

Operasyonu eleştirenler -ki bunlar genelde ulusalcı kimlikleriyle ön plana çıkanlardır- gözaltına alınanların ortak noktalarının “laik cumhuriyeti savunan kişiler” olduğunu anlatarak beklenmedik bir gelişme olduğunu ileri sürüyorlar.

Bunlar operasyonu amacından saptırmaya yönelik sözlerden öteye geçmez. Onlar da biliyor ki Türkiye’nin kahir ekseriyeti laik cumhuriyete karşı değil. Anayasada yazılı olduğu gibi “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”ni savunuyor. Cümlenin tamamına inananlar için son operasyon sürpriz değil. Hatta beklenen bir gelişme.

**

Aslında ana gündemimiz ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın darbe teşebbüsünde bulunanlarla ilgili hazırladığı araştırma önergesiydi. Ergenekon soruşturmasıyla paralel sayılabilecek önerge için 19 imzayı bulmakta zorlanan Uras, DTP milletvekillerinin desteğiyle bu açığı kapattı.

Uras, AKP, CHP ve MHP milletvekilleriyle de görüşmüş ancak tek bir destek dahi bulamamıştı. CHP ve MHP neyse de darbenin “e” ve “y” halinde şikâyet eden AKP’den destek gelmemesi onlar açısından yüz kızartıcı bir durum. Yapılan baskılarla mağdur pozisyonunda olan AKP’nin darbe teşebbüsünü araştırmaya dahi yanaşmaması bu konudaki samimiyetlerinin sorgulanmasına yol açar. Zira bunun izahı yok.

Ülkenin değişik bölgelerinde onbinlerce sivil, “darbeye dur de” yürüyüşleri yapacak, protestolar, mitingler düzenleyecek AKP milletvekilleri mecliste oturup seyredecek! AKP en azından bundan sonra önergeye destek vererek hatasını telâfi etmeli!

Dün STK temsilcilerinin tepkisini alırken Mazlumder Başkanı Ömer Gergerlioğlu’nun AKP’nin tavrına getirdiği yorumu sizlerle paylaşarak yazıyı bitireyim: “AKP’nin darbe araştırmasına destek vermemesi adeta cellâdına aşık olan idamlığın durumunu anımsatıyor. İspat edilmiş açık bir darbe teşebbüsü var. Halen cellâdımızdan merhamet mi dileneceğiz. O cellâdın hiçbir merhameti yok. Siz hâlâ darbecileri görmezden geliyorsanız başka darbeler gelmeye devam eder.”

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Milletin nasıl değerlendirdiği önemli



Türkiye dün, ‘şok gözaltı’larla şarsıldı. Gözaltına alınanların tam sayısı açıklanmazken, iki emekli orgeneralin de gözaltına alınanlar arasında olması, hadiseyi daha da dikkat çekici hale getirdi.

Aslında daha önce de benzer ‘şok gözaltılar’ yaşandığı için, dünkü gözaltılar için ‘sarsıldı’ demek biraz abartılı olur. Ama değişik meslek gruplarına mensup kişilerin gözaltına alınması ‘sıradan’ hâdise olarak da görülmemeli.

Gözaltıları herkes farklı şekilde değerlendiriyor olabilir. Asıl, milletin bu ve benzeri gözaltıları nasıl değerlendirdiği de dikkate alınmalı.

Elbette bu konuda yapılmış bir araştırma yok, varsa da kamuoyu ile paylaşılmış değil. Fakat bunca ‘meşhur’un göz altına alınması millet nezdinde bazı kurum ve kuruluşların itibarını sarsıyor.

Türkiye’nin bu noktalara sürüklenmesinde, geçmiş yıllarda gerçekleştirilen ihtilâllerin hesabının sorulmaması yatıyor. Neredeyse bütün dünyada ihtilâllere imza atanlar bir şekilde hukuk önünde hesap verdiği halde, Türkiye’de bu yapılmadı. İktidara gelen siyasetçiler, ‘gün’ü kurtardı, ama ‘günler’i, ‘geleceği’ kurtarmayı hesaplayamadı. Neticede, geçmişte yapılan yanlışların; yapanların yanında kâr olarak kaldığını gören ihtilâlseverler, AB üyeliği yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye’nin önünü tıkamaya ve ufkunu karartmaya karar vermiş göründüler.

‘Şok gözaltı’na alınanlar, yazılarında ve beyanlarında genellikle Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkıyorladı. Türkiye’de büyük çoğunluğun ülkemizin AB’ye üye olmasını istediği de herkesin malûmu. Bu bakımdan, ayrıntılarla ilgilenmese de millet, “Türkiye’nin aleyhinde yayın yapanlar”ı tasvip etmediğini her fırsatta ortaya koyuyor.

Gözaltına alınanlar, Türkiye’nin ‘tek parti’ anlayışıyla yönetilmesini arzu eden kişilerdi. Bu yönüyle de millet, adaletin tecelli etmesini arzuluyor. Elbette kişileri suçlayarak bir yere varmak mümkün değil. Elde tatmin edici deliller varsa, adalet bu konuda kararını verir. Yapılan operasyonlara bakılınca, elde ciddî delillerin olduğu tahmin ediliyor. Yoksa, en üst seviyede bürokrat olarak görev yapmış kişilerin sadece ‘zan’ ya da ‘tahmin’ edilen suçlamalarla gözaltına alınması mümkün değil.

Ortaya koyduğu tavrıyla millet, ‘millete rağmen iş yapan’ların hukuk önünde hesap vermesini istiyor. Bu yöndeki çalışmaları her zaman desteklemiş ve bu tercihini de ‘seçim sandıkları’nda beyan etmiştir. Muhtemelen bundan sonraki ‘sandık’lardan da bu yönde yorumlanabilecek neticeler çıkacaktır.

Televizyonlarda ‘yorum’ yapan uzmanlar, bu gözaltılardan sonra bir ‘netice’ye gidileceği yönünde görüş bildirdiler. Bakalım bu gözaltılar ‘son gözaltılar’ mı? Onu da önümüzdeki günlerde göreceğiz.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Misilleme ve restleşme



Siyasetin finalinde hükümet ile muarızları arasında bir restleşme ve bundan kaynaklanan misilleme fasılları yaşanıyor. Böyle bir ortamda AKP hakkında kapatma dâvâsı açan Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya AKP’nin kapatılması yönünde talebini yinelerken bu defa çoktan beri sümen altında olan ve bir nev'î tatile çıkan veya askıya alınan Ergenekon operasyonu da yeniden başlatılmış oldu. Türkiye’de ilk defa bu kadar geniş alana ve geniş zamana yayılan bir restleşmeye tanık oluyoruz. Ve iki tarafın da birbirine misilleme yapacak mecal, kudret ve gücü var. Yandaş çizgiler birbirini bloke ediyor. Şimdilik durum bu minvalde seyrederken zamanla menfez bulamayan ve sıkışan enerji infilak da edebilir. Şimdilik etki ve tepkilerle enerji boşalıyor. Bununla birlikte, boşalma peyderpey ve kısmî olduğundan enerji birikimi de devam ediyor. Dolayısıyla bulutlanma devam eder ve fay hatları ufuk çatlaklarla ve kırılmalarla boşalamazsa bunun sonu sıkışma, tıkanma ve patlamadır. Biraz da Türkiye’nin iç durumu Rafsancani’nin ABD-İran kapışması analizini hatırlatıyor. Rafsancani dedi ki: "ABD bize saldırırsa bütün taraflar kaybeder...” Gerçekten de ortak ve müşterek zemin zarar görür. Türkiye’de de böyle bir ihtimal ve ötesinde vaziyet var. Tedafüü veya restleşme veya itişme kakışma birbirini nötr hale de getirebilir veya olmazsa taraflardan birisi topyekûn bir karşılık verme ihtiyacı da hissedebilir. Dolayısıyla kısmî enerji boşalması sağlıklı sonuçlar vermezse herhangi bir kaza ile enerji sıkışması patlamasına dönüşebilir.

***

Son tutuklamalar da restleşmenin bir parçasıdır. Kimileri bu restleşmenin biraz da dış baskılarla bir uzlaşma zemini ve iklimine dönüşebileceğini tasavvur ediyor. Bu, temenniden ibarettir. Kendi açımdan Emin Pazarcı’nın bakış açısını paylaşıyorum. Ok yaydan çıkmış ve kılıçlar çekilmiştir. Kılıç kınından sıyrılmıştır. Kılıç işlevini icra etmeden yeniden kınına girmeyecektir. Cin şişeden veya macun tüpten çıkmıştır. Ufak tefek sızmalarla bu yerine iade edilemez. Bilindiği gibi geçmiş dönemlerde Mümtaz Sosyal vuruşarak geri çekilme deyimini kullanmıştı. Galiba bu vasıf şimdi AKP için daha fazla geçerli. Vuruşarak kendisine yeni bir alan açmak ve mevzii elde etmek istiyor. Bununla birlikte, vuruşma bir taraftan halk arasında kutuplaşmaya yol açarken devlet katında da bloklaşmayı beraberinde getiriyor. Bu bloklaşmanın getirdiği kilitlenmeyi ancak garazsız ve hakkaniyet sahibi üçüncü bir çizgi çözebilir. Tabiî ki şimdi böyle bir çizgi görünmüyor. Ama kriz derinleştikçe enerji boşalması böyle bir çizgiyi de netleştirebilir ve somutlaştırabilir. Galiba süreç ona doğru akıyor ve ilerliyor. Bloklardan birisi ve ona yandaş olanlar durumun bazı tedbirlerle statükoya avdet edeceğini sanıyorlar. Böyle düşünenler durumun vahametini ve geldiğimiz noktayı göremiyorlar. Bu bir yanılsamadır. Halbuki siyasetin parkuru, avdeti olmayan bitiş çizgisine doğru ilerliyor. AKP’nin kapatılması artık finalin oynanması olacaktır. AKP’yi kapatarak eskiye avdet edileceğini düşünenler onca yılın hiç yaşanmadığını düşünüyor olmalılar. Bu bir hüsnü kuruntu ve vehim halidir.

***

Galiba eskiye dönülmeyeceğini yaşayarak anlayacaklar. Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal deyiminin hakikatını yaşayarak idrak edecekler.

02.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır