"Gerçekten" haber verir 16 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Selâm sahur, selâm seher



Sahurla seher arası, bereket yağmurlarının derya derya aktığı demler… Derin tefekkürün zikirle buluştuğu sular, hikmet susuzluğunun giderildiği, saniyelerin saat, saatlerin gün olduğu zamanlar… Vaktin kadrini bilenler için bulunmaz şevk serinliği, istemenin en verimli anları…

Hayrı, hakikati arayanların idraklerinin açık, duyguların canlı, zihinlerin parlak olduğu, sonsuzluğun nefeslendiği huzur haller geçidi… Geçmiş geceden güne iyi başlamanın anahtar açılımı, doğumun ışık ışık serpildiği sonsuzluk huzmeleri…

Hüznün uzak, şevkin bol, bedenin diri, duânın kabule yakın, kalp kabının ubudiyetle doldurulacağı yağmur suları…

Kur’ân kıraatinin şuuru temizlediği, duânın dirilttiği, dünyanın hissedilmediği, ulvî hislerle yücelindiği vakit üstü vakitler… Sema kapılarının açıldığı, feyiz yağmurlarıyla ıslanıldığı, ruhların rahata erdiği ender dakikalar…

Ruhun, zaman öncesi ve sonrasına gezindiği, kâinatı avuçlarının içinde erittiği, zamansız soluklar… Kalbin kaynadığı, aradığını bulmanın coşkusuyla lâtifeleriyle bayram ettiği, bilinmez ufuklara kanat çırptığı… Gizemli yolculuğun aşikârlaştığı, var olmanın derin izlerine varıldığı dehliz; sahurla seher arası…

İki bereketin buluştuğu berzah zamanlar geçidi… Boş geçirilmeyecek, her anı duâ duâ değerlendirilecek, güne ubudiyet kuşanılarak başlanacak çekirdek zaman…

Ramazan aylarınsa—belki de—sahurla seher, günün sultanı… Sultan saatler kıyamla karşılanır, hürmetle mukabele edilir, tezekkürle içe çekilir, tefekkürle ufka bakılır… Aç durmanın, susuz kalmanın doyuruculuğu en fazla iftarda hissedilirken, şevkin en tok olunduğu dönem de sahurla seher arası olsa gerek…

Dakikaların ömürleştiği ölümsüz anlara aktığı, canların canana yakın olduğu demler… Kalbin nur şehrayinine döndüğü, kâinatı ışıklandırdığı aydınlık buluşma… Evlerin ışık ışık yanan pencereleri böylesi buluşmanın muştusu… Evler diriliyor, ışık çiçekler açıyor, bereket yağmurlar yağıyor, hikmet perdeleri açılıyor, zaman coşkun akıyor, gün şevkle geliyor…

On bir ayın sultanı güne ayak basıyor, zamana hükmediyor, mekânı aydınlatıyor… Nefis suskun, şeytan uzakta uyukluyor, lâtifeler ubudiyetle raksta, vicdan rahat, akıl kıvamında, kalp Kur’ân okuyor, Kur’ân kalbe okuyor, kâinat bayram ediyor…

Sahuru seherle sevmeli, o sevgiyle yaşamalı günü, o idrakle kavuşmalı iftara… Kusurları Rabbe itiraf ede ede, bağışlanma dileye dileye geçmeli gün… İşte geldi gidiyor, biz de gidiyoruz, durmak yok fani zamanlarda… Sahurla seherin bereketini yakaladıktan sonra ne yapalım sonlu solukları… Selâm sahur, selâm seher, merhaba gün, şükür iftar.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Asıl olan, hayatı imanla bitirmek



Bediüzzaman Hazretleri, Uhud’daki mağlûbiyet olayını ele alırken, “Mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar—tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, barika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin”1 der.

Bunun en canlı misallerinden birisi Halid bin Velid gibi bir harp dahisi ve Amr bin Âs gibi siyaset dahilerinin Uhud’daki galibiyetlerine rağmen Hudeybiye Antlaşmasından sonra bizzat kendi ayaklarıyla gelip İslâmla müşerref olmalarıdır. Bu ikisi gibi önceden gözleri kamaştığı için İslâm güneşine bakamayan daha niceleri barış döneminde insaf ve vicdanla baktıkları için İslâmın güzelliklerini görebilmiş, Resûlullah’ın (asm) getirdiklerinin hak ve hakikat, kendisinin de her şeyiyle güven veren bir ahlâk abidesi hak peygamber olduğunu anlamışlardı.

Uhud’da düşman kılıçlarıyla şu geçici hayatlarını noktalayan, ölümsüzlüğe eren yetmiş kadar Sahabenin şehadetlerine sebep olanların bir kısmı kurtuluşu dün savaştıkları İslâmda bulacaklardı.

Olaya sebeplerden öte kader noktasından bakıldığında rahatlatıcı unsurları bulmak hiç de imkânsız değil. Bunu Hz. Ömer’in kardeşi Hz. Zeyd’in şehit edilişinde de görmek mümkündür.

Ebu Meryem, Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd’i öldüren adamdı. O zaman müşrikti, ama o da sonradan imanla şereflenmiş, saadet halkasına katılmıştı. Birgün her nasılsa Hz. Ömer’le yüzyüze geldi. Hz. Zeyd’in şehadetini bir türlü unutamamıştı Hz. Ömer. Üzüntüsünü içine gömmüştü. Onu görür görmez, “Zeyd’i sen mi öldürdün?” demekten kendini alamadı.

Hz. Ömer’in hışmına uğramak işten bile değildi. Ebû Meryem öyle söz söylemeliydi ki Hz. Ömer’i teskin etsin, hışmına uğramaktan kurtulsundu. Hz. Ömer’in sorusuna, “Evet” diye karşılık vererek söze başlayan Ebû Meryem, ondan birazcık kendisini dinlemesini istedi. Diyordu ki: “Zeyd bu işte kazandı. Çünkü şehitliğe yükseldi. Ben de kazandım. Çünkü o beni o an için öldürseydi imansız gidecek, Cehennemi boylayacaktım. Ne o şehadeti kaçırdı, ne de ben Cehennemi boyladım. Dolayısıyla ikimiz de kazançlıyız.”

Bu cevap Hz. Ömer’i rahatlatmaya yetmişti. Sonuçta ikisi de kazanmışlardı: Biri şehadeti, diğeri de Cehennemden kurtulmayı.

Hz. Ömer cevabı beğenmiş, “Evet, bu değerlendirme gerçeğin tâ kendisi. Demek hayırlısı buymuş” diye karşılık vermişti.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 35.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haset, gıpta ve kardeşlik!



Abdulkadir Bey: “Haset ve gıpta nedir? Kardeşlik mesleğinde hangisi hangi oranda zararlıdır? Her ikisi de zararlı mıdır? Faydalı yönleri var mıdır?”

Hasette kıskançlık, çekememezlik ve başkasının iyi hâlini istememek gibi bir kötü huy var. Gıpta ise hasede nisbeten oldukça masum. Gıptada başkasını iyi halinden dolayı içten tebrik etme, onu mümkünse örnek alma, onun gibi olmaya azmetme gibi iyi huylar söz konusudur.

Gıptanın haset yönü yoktur. Zaten gıpta hasede doğru kaydığı anda, gizli de olsa kıskançlık ve çekememezlik hemen devreye girdiği için artık buna gıbta denmez. Çünkü gıbta ruhuna “çekememezlik” gölgesi düşmüştür, çünkü gıbta safiyetini, günahsızlığını ve masumiyetini kaybetmiştir, çünkü gıbtanın içine hasedin kiri ve ihaneti düşmüştür. Artık bu his gıbta olmaktan çıkmış, haset olmuştur.

Gıbta “göz” gibidir; kıl kadar eğriliği kabul etmez, hadekasına batar. Gıbta berrak su gibidir, az bir haset pisliği kendisini bulandırır, kendi mahiyetini olumsuz biçimde değiştirir, özünü ve mayasını bozar.

İhlâs Risâlesinde ihlâsı kıran mânilerden ikincisinde sözü geçen “gıpta” aslında bir güzel huydan başka bir şey değildir. Gerek o bölümde, gerekse İhlâs Risâlesinde hasede zaten yer yoktur. Çünkü ihlâsı kazanmayı en mühim bir vazife bilen Nur Talebesinin hasetle zaten işi yoktur. Esasen hasetle ihlâsın bir arada bulunmasına imkân da yoktur. Çünkü haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, sâlih amellerin tamamını yiyip bitirmektedir; haset ihlâsı elbette kökünden kurutmaktadır.

“Gıbta” mefhumunun geçtiği satırları hatırlayalım. Üstad Hazretleri orada der ki: “Evet Risâle-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız. Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarikatın o kadar mühim ve azim kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azim, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”1

Yukarıda ısrarla “haset”ten kaçınılır ve “gıbta” kavramı tercih edilir. Çünkü:

1- Maneviyatta ilerleyen, imana hizmet eden ve yüksek makamlara talip olanlar “haset” gibi bir kötü duyguyu zaten içlerine sindiremezler, ruhlarında barındırmazlar; içlerinden söküp atarlar.

2- Böyle maneviyat erleri yüksek makamlara talip olurlarken haset ile değil, gıbta ile hareket ederler. Yani daha yüksekte olana imrenirler, onu takdir ederler, ona duâ ederler ve elbette onun gibi olmaya çalışırlar, onun hâline ve makamına ulaşmaya gayret ederler, fakat onu kıskanmazlar. Bununla beraber, şeyhlik mesleklerinde bir öne çıkma yarışı bulunur. Fakat bu yarışta “haset” yer almaz, “gıbta” ölçüleri hâkim olur.

Nur Talebeliğinde buna da lüzum yoktur. Çünkü ne ulaşılacak makam vardır, ne oturulacak post vardır. Çünkü Nur Talebelerinin mesleği “uhuvvettir”, yani tam kardeşliktir. Nur Talebeliğinde zirve makam, kardeşlik makamıdır. Kardeş kardeşe karşı büyüklük içine giremez, mürşid vaziyeti alamaz. Kardeşlik mesleğinde herkes gücü, kudreti ve istidadı oranında bir ucundan tutar, tuttuğu bütünün tüm sevabına mazhar olur. Gıpta içinde de olsa bir “öne çıkma” yarışına meydan verilmez. Herkes yaptıklarıyla, farklılıklarıyla, özel kabiliyetleriyle üstündür. Herkes “bir numaradır.”

Bir yemeğin tuzu biberine karşı, salçası yağına karşı nasıl üstünlük vaziyeti takınmaz, makam sevdasına düşmeye gerek duymaz ve hepsi “kardeşçe” bir araya geldiğinde “yemek lezzetini” ortak olarak verirlerse, şeref nasıl hepsine ortak olarak gider, şan nasıl hepsinin ortak malı olursa; kardeşlik mesleği de böyledir. Kardeşler şanda, şerefte, hizmette, manevî lezzette, sevapta, makamda, mevkide, mertebede eşittirler. Himmet hepsinindir, hizmet hepsinindir, gayret hepsinindir; gücü ve kudreti olmayan niyetiyle ve ihlâsıyla hepsinin sevabına sahip olur. En yüksek sevap, aynı yükseklikte, bölünmeden, eşit olarak, hepsine birden gider.

Kardeşlik mesleğinde, sevap ve makam şahs-ı manevînin olduğundan, bireysel olarak “gıbtakârane hırs-ı sevab”a, yani topluluktan ayrı ve şeytanın da zarar verebileceği bir sevap hırsına lüzum duyulmaz; ancak hiç durmaksızın hizmete ihtiyaç duyulur. Şahs-ı manevî sırrı, yani toplu olarak hareket etme sırrı bunu gerektirir. Uhuvvetin ve kardeşliğin doyulmaz lezzeti de buradadır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 228

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Zeytun'da unutulmaz acılar



Zeytun, bugün Kahramanmaraş'a bağlı Süleymanlı ilçesinin eski ismi. Burada, 1895 senesinin Güz aylarında Müslümanlarla Ermeniler arasında yaşanmış olan kanlı hadiseler, kelimenin tam anlamıyla bir insanlık dramına dönüşmüştür.

İlk kıvılcım, 16 Eylül'de kendini göstermiş ve yangın giderek büyümüştür. Neticede, asker–sivil binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

Dış kaynaklı örgütler

O tarihte nüfusu 17 bin civarında olan ilçede yaşayanların yarıdan fazlası Ermeni vatandaşlardır.

Ermeni nüfusun da yarıdan fazlası Gregoryan, geri kalan kısmı ise Katolik ve Protestandır. Ne var ki, Osmanlı devletine ve Müslüman ahaliye karşı hepsi birleşmiş ve fırsat buldukça da etrafa saldırmaktan çekinmez olmuşlardır.

Esasında, iki taraf arasında daha evvel herhangi bir huzursuzluk yaşanmadı. Müslümanlarla Ermeniler, bu topraklar üzerinde asırlarca birlikte ve barış içinde yaşadı.

Tâ ki, zalim Avrupa devletlerinin yetiştirip organize ettiği Taşnak ve Hınçak örgütleri ortaya çıkıncaya kadar.

Avrupa'nın muhtelif merkezlerinde eğitilerek Türkiye'ye gönderilen Taşnak ve Hınçak militanları, Osmanlı'nın "millet–i sadıka" olarak gördüğü Ermeni vatandaşları iğfal edip onları devlete karşı isyana teşvik ettiler.

Bu hainane faaliyetlerini, İstanbul'dan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun en ücrâ köylerine kadar taşıdılar.

İşte, kin ve garaz yüklü o faaliyetlerden biri de, Maraş'ın Kuzeybatısında yer alan Zeytun kasabası ile köylerinde sahnelendi. İsyanın organizesini üstlenenler ise, Hınçak örgütü oldu. Mâsum Müslüman köylerine baskın düzenlemek ve köylülere saldırmakla başlayan silâhlı eylemler, kısa sürede genişleyip devlete karşı şiddetli bir isyana dönüştü.

Coğrafî konum

İsyanın kök tutması ve genişleme istidadı göstermesinin bir sebebi de, derebeylik yaşantısının hakim olduğu Zeytun'un coğrafi özelliğinden kaynaklanıyordu.

Ceyhan ile Göksu Nehri arasında yer alan Zeytun, dağlık, yüksek ve çok sarp bir bölgedir. Yerleşim birimi, üç bin rakımlık bir noktaya kadar çıkabiliyor. Etrafı zeytin ormanlıklarıyla kaplıdır.

Derin bir vadide ve Zeytun Nehri üzerinde kurulmuş bulunan şehir merkezinde yaşayan binlerce Ermeni vatandaş, sanat, ticaret ve ziraatle meşguldür.

Müslümanlarla içiçe yaşayan bu vatandaşlar, 1800'lü yılların sonlarına kadar da herhangi bir patırdı veya huzursuzluğa sebebiyet verecek bir faaliyetin içine girmediler.

Ancak, 1878'de sona eren Osmanlı–Rus Harbinden (93 Harbi) sonra, buradaki huzur–sükûn da değişmeye ve bozulmaya başladı.

Harbin sonunda yapılan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarında, Ermeni meselesi ilk kez uluslararası bir mesele haline getirilmiş oldu.

Artık, Ermenilerle alâkalalı hemen her meselenin içine Rusya, Almanya, Avusturya, İtalya, Fransa, İngiltere ve hatta Amerika devletleri de girmiş bulundu. Bazı devletler gelip burada kolej açtılar ve kapalı devre eğitim faaliyetlerini organize ettiler.

İşte, içte ve dışta yürütülen gizli–açık bütün bu faaliyetlerin neticesinde, Zeytun Ermenileri başta Osmanlı'ya ve dolayısıyla Müslümanlara düşman bir unsur haline getirilmiş oldu.

Bir yandan da devlet otoritesi sarsılmış, eski kuvvet ve kudretini kaybetmiş durumdaydı.

Bu zaaftan faydalanan dış destekli Hınça örgütü, Ermenileri sılâhlandırarak onları önce mevzii saldırılara, ardından da topyekûn bir isyan hareketine sevk etti.

Huzursuzluk ve çatışma, aylarca devam etti. İsyan bölgesine sevk edilen askerlerin üzerine de ateş açıldı ve yüzlerce asker o sarp ve dağlık bölgelerde şehit edildi.

Tehcir'e doğru

Sonunda, yabancı elçilikler de devreye girerek taraflara anlaşma yolunu gösterdi. Ne var ki, bu zaman zarfında binlerce insan hayatını kaybetti. Durum bir derece yatışır gibi göründüyse de, kargaşa ileriki yıllarda yeniden kendini gösterecek ve kan akmaya devam edecekti.

Zeytun, 1914 yılının Ağustos ve Aralık aylarında iki kez daha kana bulandı. Ruslar'dan alenen destek ve kuvvet alan Ermeni örgütler, bu bölgede yaşayan herkes için hayatı zindana çevirdi. Meşhûr "Tehcir Kànunu" bu hadiseden altı ay sonra çıktı ve unutulmaz yeni bir dram daha yaşanmış oldu.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tasavvuf nedir?



Şeriatın bir delili ve üç mühim İslâm kalesinden birisi 1 olan tasavvufu, mutasavvıflar çok çeşitli şekillerde tarif eder:

Tasavvuf, dinin özünün öğretisidir, iç duyuştur, hâl ilmidir, söz değil yaşayıştır. Tasavvuf, edep, hakka boyun eğmek, karşılıklı dostluk ve sevgi, hürriyet, fütüvvet, cömertlik, emir ve nehiy altında sabretmek, nefse kul ve şeytana zebûn olmamak, fuzûli işleri terk etmek, iddiaları terk, mânâları gizlemek, kalbi Allah’a bağlamak, mâsiva (kâinat) ile ilgiyi kesmek, emeli bırakıp amele devam etmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terk etmek, dünyaya yüz çevirmek, ahlâktır. Bu açıdan bakıldığında tasavvufun ilgi sahası iki noktada toplanmış:

1- İnsanın içinde yaşadığı dış dünya.

2- İnsanın içinde yaşayan iç dünya.

Tasavvuf bu iki dünya arasında dengeyi sağlayan bir disiplindir. Bunun dayanak noktası da, şu âyetlerdir: “Kesin olarak imân edenler için yeryüzünde nice deliller, belgeler vardır. Kendi nefislerinizde, iç dünyalarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?”2 “Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi, belgelerimizi göstereceğiz—tâ ki, Kur’ân’ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?”3

Tasavvufun gayesi, insanın yaratılış sırrını yakalayıp gelişmek, olgunlaşmak, tekâmül etmektir. İlim ile imân hakikatlerine, Peygamber Efendimizin (asm) Mî'rac mû’cizesinin gölgesi, mânevî gözetimi ve koruması altında, kalb ayağıyla ruhânî bir yolculuk neticesinde, zevkî, hâlî (yaşamaya dayalı, iç duyuşa dair), bir derece imân ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyettir. İslâmiyetin olgunluğunu ve nurâniyetini gösteren bir sır. İnsaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir yükselmesinin madeni ve feyiz kaynağı olan tarikat; dalâletin hücûmu zamanında imânı muhafaza etmiştir.4

Tarikat, insanın Yaradanını araması, ona ulaşması, yâni emir ve yasaklarını bilip uyması ve kaçınması demektir. Allah’a ulaştıran yollar içinde bir yol; şeriat hakikatine yetişmek için bir vesîledir.5

Ruh/nefis, duygu terbiyesi de olan tasavvuf, “marifet ile gönül, hâl” yaşayışı diye açıklanır. Zühd de aynı mânâda kullanılır. Sûfîler de, “insan, kâinat ve Allah” ilişkilerini söz konusu ederler. Daha ziyade kalb ayağıyla hareket etmektir.

Aslında tasavvuftan maksat, marifet (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla bilme) ve iman hakikatlerinin geliştirilmesidir. Mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr-i sülük-u ruhânî (ruhanî bir seyahat ve gözlem) neticesinde zevkî, hâlî (iç duyuşa, yaşayışa) ve bir derece şuhûdî (müşahadeye dayalı) hakaik-ı imâniye ve Kur’ân’iyeye mazhariyet, ulvî bir insanî sırdır.6

Tasavvufun pratiğe geçirilişi olan tarikat, gayb/metafizik âlemlere göre dizayn edilmiş olan kalbi işlettirir; bağlantıları kurar. Zira, kalb, tarikatla işler. 7

Dipnotlar: 1- Kur’an, Zâriyat, 20, 21; 2- Age, Fussılet, 53; 3- Mektubat, s. 429-430; 4- Necmeddin Şahiner, Said Nursi ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor, Hartford Üniversitesi İslâmî Araştırmalar Kürsüsü Başkanı, The Müslim World Dergisi’nin ilk Müslüman Editörü Prof. Dr. İbrahim Ebu Rabi’, Prof. Dr. Nevzat Tarhan (Yeni Asya, 23 Ekim 2002) vd.; 5- Mektûbât, s. 435; 6- Mektûbât, s. 488.; 7- Mektubat, s. 429.

16.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Venedik’te bir an



Eskiden beri Türkiye’deki müzelerde, yerli ve yabancılara (turistlere) farklı fiyat uygulanmasının hoş olmadığından yakınırdım. Ben Ayasofya’ya girişte Türk kimliğimi gösterip cüz’î bir miktar öderken, yabancı uyruklu birisi benim ödediğimin belki üç-beş kat fazlasını ödüyordu. Ama yine de bunu her zaman aklımda tutup, bununla ilgili bir şikâyette bulunmadım, bir girişimde de bulunmadım. Bunun sebebi, belki de ucunun bana dokunmayışıydı. Ta ki, yolum ikinci kere Venedik’e düşene kadar....

Bir sonbahar sabahı, erken saatlerde Venedik’e ulaştığımızda, bize tren istasyonundan Rialto Köprüsüne giden bota binmemizi söylediler. Daha önceki Venedik ziyaretimde, Venediklilerin vaporetto dedikleri ve şehirde hiç başka bir ulaşım aracı olmadığı için, toplu taşımanın mecburen tek yolu olan bu küçük teknelere hiç binmemiştim. Hem bütün şehrin yürüyerek de dolaşılabilir olmasından, hem de tarihî dokunun yürürken daha iyi hissedilebilmesinden dolayı, hep yürümüştüm. Bu sene, bavullarımızın oldukça ağır olması ve şehirde kanalları birbirine bağlayan yüzlerce köprü olmasından dolayı, vaporettaya binmeye karar verdik.

Gişeye gittiğimizde, kişi başı (sadece bir bavul taşımaya izin veren) ücretin 6,5 euro (yaklaşık 13 YTL) olduğunu öğrendik. Yapacak birşey olmadığından bindik ve otelimize ulaştık. Türkiye’de şehirler arası ulaşımda ödeyeceğimiz ücreti, ya da pahalı olarak bilinen ülkelerde bile ulaşıma ödemediğimiz ücreti, 10 dakikalık bir yolculuk için ödemiş olduk. Fakat bize en çok dokunan ve bizi üzense, daha sonra yerli bir Venedikliden öğrendiğimiz üzere, yerli halkın vaporettaya sadece 1 euro karşılığında binebilmesiydi. Bu, günde yüz binlerce turistin ziyaret ettiği bu tarihin ve dünyanın önemli şehirlerinden birinde, turistlerin tamamiyle sömürüldüğü mânâsına geliyordu. Küçük bir hesapla bile, turistler üzerinden Venedik belediyesinin günde ne kadar kâr ettiği anlaşılıyordu.

Kanalların üzerindeki köprülerde yürürken, yahut daracık sokaklardan geçerken tarihin bir sayfasından diğerine atlıyormuş gibi hissediyor insan Venedik’te. Edebiyat öğrencisi olduğum için gözümün önünde Shakespeare’in “Venedik’in taciri” adlı oyunu canlandı. Bir yandan da, tarihte okuduğumuz Venediklileri düşündüm, Diğer taraftan, Venediklilerin, daha doğrusu Venedik’in ileri gelenlerinin, zenginlerinin kumara olan aşırı düşkünlüklerinden dolayı hayatlarını kararttıkları ve inanılmaz şekilde fakirleşip belâ üstüne belâlara maruz kaldıklarını öğrendim. Yıllar boyu şehir devlet olup, dünyaya açılan liman olmalarından dolayı servetlerine servet katan Venedik halkı, kumar illetine tutulmuş ve kumarhanelerde yer olmadığında ise meydanlarda kurulan seyyar kumarhanelere gidecek kadar sapkınlaşmış. Fakiri iyice sefilleşmiş ve zengini de bütün malından, mülkünden olmuş.

Napolyon’un büyük salon diye tarif ettiği San Marko meydanının eşsiz güzelliği ve büyüklüğü, Rialto köprüsünün heyecanı ve zarafeti, her köşe başında karşınıza çıkan irili-ufaklı kiliseler, buram buram tarih kokan binaların arasında yürürken, hemen hemen herkesi “Ben buraya bir kere daha gelmeliyim” duygusu kaplıyor. Velâkin, bütün bu güzelliklere rağmen, Venedikli satıcıların ve genel anlamda servis sektörünün kabalığı ve turist avcılığı, bazı insanları Venedik’e bir daha gelmeye tövbe ettirmekle kalmıyor, İtalya’ya ve İtalyanlara da tepki göstermelerine sebep oluyor.

İnsanların rengârenk maskelerle sokaklarda dolaştıkları ünlü Venedik festivali, artık Venedik’in simgesi sayılan maskelerin her yerde satılmasına sebep olmuş. Günlük turist sayısının rekor düzeyde (bazen 150.000’i bile bulmuş) olduğu, sokakların tamamen bir pazar alanı, her boş köşenin bir gelir kaynağı olduğu Venedik’te, hemen her yerde maskelere dokunmak yasak. Aslında Venedik’teki çoğu işyerinde çoğu eşyaya dokunmak yasak. Ola ki bunu bilmiyorsanız, satıcıların inanılmaz tepkisiyle karşılaşıyorsunuz. Bazen mal elinizden hiddetle çekiliyor, bazen İtalyanca azarlamaları anlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi.

Tabiî ki, her yer gibi Venedik’te de istisnalar mevcut. İnanılmaz güleryüzlü ve anlayışlı, aynı zamanda hoş sohbet satıcıları bulmak da mümkün. Aylardan Ramazan olduğundan ve Müslüman olduğunuzdan dolayı, size özel indirim yapan esnafa da rastlamak mümkün.

Ama yine de, AB'nin önemli ülkelerinden biri olan İtalya’da ve İtalya’nın en önemli turist şehirlerinden biri olan Venedik’te, bu yaşananlar hiç de hoş değil. Yaşanan bu tarz olayları görünce, insan sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın göbeğinde de bunların yaşandığını görüyor ve Mehmed Akif’in “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” deyişi bir kere daha doğrulanıyor. Ülkemizde böyle durumlar yaşansa, dünya basınının ve turistlerin kıyameti koparacağı birçok şey Avrupa’nın göbeğindeki bir ülkede yaşandığı için belki de hoş görülüyor.

Fakat ne olursa olsun, rüyalar şehri Venedik’ten ayrılırken, insanda tatlı bir hatıra esintisi kalıyor.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Diyalog yetmez, ittifak lâzım



Biribirini avucundan yakalayıp sıkıca tutan iki sağ el. Birisi bir Müslümana, diğeri de bir Hıristiyana ait. Yine el ele vermiş gibi bir kilise ve bir cami.

Nur (das licht) dergisinin, Müslüman-Hıristiyan diyaloğunu işleyen sayısının kapağını süslemektedir mesaj yüklü bu fotoğraf.

Gerek bizim “AKEV-Caritas” ortak diyalog grubumuzda, gerekse başka zeminlerde, kiliselerde ve okullarda bu konuyu Almanca olarak aktarmamızda bu dergiden yeterince istifade etmişizdir.

Derginin sadece kapağı bile, üzerindeki âyet mealiyle birlikte asıl mesajı vermeye yetiyor.

“Ey ehl-i kitap! Bizim İlâhımız da, sizin ilâhınız da birdir.” (Ankebut Sûresi, 46.)

Ayet-i kerimenin tamamı ise şöyledir:

“Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın. Ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: “Bize indirilene de, size indirilene de biz iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir. Biz ancak O’na boyun eğeriz.”

Âyet-i kerimede de belirtildiği gibi, bizim onların zalimleriyle işimiz yoktur. Onların hakikî dindarları da zaten biz Müslümanlarla ittifaktan yanadırlar. Tanışık olmanın, dost olmanın ve ittifakın da yolu diyalogdan geçmektedir. Asıl muhtaç olduğumuz şey de, ehl-i kitap ile el ele verip, maddî ve mânevî dünyalarımızı tahribe ve yok etmeye yeltenen tahripkâr cereyanlara, şeytanî emellere karşı “ittifak” etmektir. Gerek yukarıda sunduğumuz âyet-i kerime, gerekse hadis-i şerifler bize ehl-i kitapla ittifakın yolunu ve sebeplerini gösteriyor. Biz ise hâlâ, kabul etmeliyiz ki, diyalog safhasındayız. Onu da, Müslümanlar ve Hıristiyanlar olarak acaba kitabına uygun yapıyor muyuz? Yazımın başında atıfta bulunduğum derginin de, ilk giriş yazısında “Müslüman-Hıristiyan diyaloğunda karamsarlık için hiçbir sebep yok” hatırlatması, bazı çekinceleri çağrıştırmıyor mu?

Hatta İslâmî cenahtan bir yazar, bu çok ciddî ve evrensel boyutu olan “diyalog” konusunu, “Dinler arası diyalog hikâyesi” şeklinde ifade ederek, meselenin bizim açımızdan bir “hikâye,” belki de “masal” olduğunu vurgulamak istemedi mi?

Bu yazar bu iddiasını “Dinler arası diyalog Yahudilerin elinde” başlıklı bir gazete haberine dayandırıyordu. Haber şöyleymiş:

“Bütün dünyada ‘üçüncü bin yıl hâkimiyeti’ projesi kapsamında yürürlüğe sokulan ‘dinler arası diyalog’ programının yeni merkez üssünün Türkiye yapılmak istendiği, artık açık açık ifade edilmeye başlandı. ABD yönetimlerince Vatikan’a kurdurulan ve geliştirilen dinler arası diyalog programı bundan böyle sıkı bir kurumsal yapıda kendini gösterecek. Bu kurumsal yapının yeni başkanlığını da dünya Yahudileri adına Avrupa Yahudi Kongresi yürütecek.”

Aslında biz kimin ne yaptığına, şu habere, bu habere bakarak yolumuza devam edemeyiz. Biz kendi işimizle meşgul olup hakikate bakalım, Kur’ân’a kulak verelim. Âyet-i kerimede “Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın” buyuruluyor. Biz de İnşaallah bunu yaptığımıza inanıyoruz. Diyaloğumuz, panellerimiz, sempozyumlarımız, toplantılarımız bu çerçevede yürüyor.

İlâhî ve semâvî fermanları kaale almayarak, kendi bâtıl saplantıları ile âleme yön vermeye, mâsum “dinler arası diyalog” projesini de mecrasından saptırıp hilelerle kotarmaya çalışanlar, âyet-i kerimede belirtilen zalimlerden olurlar ki, o zaman onlara karşı ittifak etmek de Müslümanların ve Hıristiyanların boyunlarının borcu olur.

Ayrıca söz konusu haberin de doğruluk boyutunu tesbit etmek, diyalog sürecini mecrasından saptırmaya yönelik hile ve dolapları bertaraf etmek; diyaloğu iyi niyet çerçevesinde sürdürme inanç ve gayreti içinde olan taraflara düşer. Bu iş mecrasında yürüyor mu, yürümüyor mu? Bu konuda bir aydınlanmaya ihtiyaç var gibi gözüküyor.

Risâle-i Nur müellifinin, “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. ... Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusuna verdiği cevap şöyledir:

“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.”

“Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve san’atı içindir. …Binaenaleyh, Müslüman bir sıfatı veya san’atı istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!”

“Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.”

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Mahyalar



DÂVET

Bu hafta 20 Eylül Cumartesi akşamı saat 22: 00’de Eyüp Sultan İftar Çadırı’nda Tasavvuf Müziği Konserimiz olacak İnşaallah. İlâhilerimizi seslendireceğimiz konserimize bütün okuyucu ve

dinleyicilerimizi dâvet ediyoruz.

RAMAZANA has bazı şeyler vardır ya! Onlar, içinde bulunduğumuz ayı diğer 11 benzerinden ayıran küçük de olsa belirgin işaretlerdir. Ramazanın gülü güllaç, sıcacık pideler ve tabiî ki mahyalar. Hele mahyalar… İki minare arasında ki boşluğa yazılmış ışıktan yazılarıdır adeta. Ramazan’ın mesaj panosudur onlar. Hayrı tavsiye eder, uyarır, dâvet eder. Bir seyyah mahyalar için şunu yazmış: “Türklerin hiçbir medeni eseri olmasa bile yalnız şu gökteki yıldızları toplayıp minareler arasına yazı yazmayı akıl edişleri ve bunda muvaffak olmaları onların medeniyette ne kadar ileri olduklarının bir ifadesidir.” Eskiden şerefeler arasına gerilen kalın bir halata şimşirden halkalar, kancalar gevşek yedek ipleri ve yüzden fazla kandil kullanılarak mahyalar yazılırmış. İstanbul’da ilk mahyanın Sultan 1. Ahmet döneminde (1603 – 1617) Sultanahmed Camiinde kurulduğu sanılmaktadır. Eskiden Ramazanın ilk on beş günü boyunca yazılı ikinci 15 günü boyunca ise resimli mahyalar kurulurmuş. En çok yazılan birkaç mahya ise şunlarmış: “Ya şehr-i Ramazan, Maşallah, Elhamdülillah, Ya Rahman Şefaat”. 1921 Ramazanından sonra ise “Yaşasın Hürriyet” “ Eytama (yetimlere) yardım” “Hilal-i Ahmer’i – Kızılay- unutma” “Tayyareyi unutma” gibi yazıların yazıldığını söyler tarihçiler.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ilk orucu – 1 -

İLK orucumu dokuz yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden oldu. Oruç ben yaşta çocukların ifasına tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya tahammül edebilirsem Hacı ninem büyük babamın anası benden bir mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçlarının büyüklerinkinden makbul olduğunu söylüyordu. Ben yirmi kuruşun bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya karar verdim. Fakat büyük validemle teyzem, “zayıftır dayanamaz” itirazında bulundular. Yalvarıyorum yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da beni elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam Hacı Ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeye muvaffak oldum. Sofradan kalktık ve beni yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu atılıncaya kadar hiçbir şey yememeye Allah’a karşı söz verdim. Bu sevaplı niyetten sonra büyük bir sevinçle döşeğe yattım. Sabah oldu. Büyükler orucun yarısını uykuda tutturmak için hep yatıyorlardı. Ben bermutat erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim çıktım, bahçede gezindim. O şen velveleli Ramazan gecesinin bu sessiz sabahı ne kadar kasvetli sıkıntılı oluyor. Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğleye doğru sabrım tükendi. Gitgide açlığım tahammül edilemez bir hal aldı. Aç kediler gibi önünde dolaştığım dolaptan ne güzel kokular geliyordu. Dolabı açtım, kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller, sucuklar sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kâselerde hoşaflar vardı. Hepsinin kokusu misk gibi burnuma doldu. Allah’a verdiğim sözü düşündüm. Hayır hayır, midemin ıztırabı her şeye galip geliyordu. Üç dört köfte ile pide parçası aşırarak gidip bahçenin köşesinde yemeye karar verdim. Büyük pek büyük bir günah işlediğimi biliyordum. Heyecanla elimi sahana uzattım. Arkadan menhus bir ses çıktı: ???

( Devamı İnşaallah haftaya )

Ezanı güzel okumak

GEÇEN hafta Cumartesi günü Kanal A’da sevgili kardeşim Ertuğrul Erkişi’nin sunduğu İftar programında idik. Doç. Dr. Sefa Saygılı ve İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı Beylerle birlikte hoş bir sohbet oldu. Reklâm arası verildiğinde İl Müftümüz Mustafa Beye "Hocam mübarek Ramazan ayındayız. Bu ayda bazı camilerde okunan ezanlar için ne düşünüyorsunuz. Özellikle merkezi yerlerdeki camilerde bazı müezzin kardeşlerimizin okuduğu ezanlar hakikaten insanları olumsuz etkiliyor sanırım” dedim. Mustafa Bey “Çok haklısınız. Bu konuyla müftülük olarak çok ilgiliyiz. Gerçekten bize de çok şikâyetler geliyor. Bizzat müezzinlerimizi eğitime alıyoruz. Meselâ mikrofonları ağzınıza çok yaklaştırmayın belli bir mesafe bırakın diyoruz ama okurken yine mikrofonu ağızlarına dayıyorlar. Bununla ilgili eğitimlerimizi sürdürüyoruz” dedi. Benim örnek verdiğim bir cami ile ilgilendi ve hemen not aldı. Hatırlarsanız geçtiğimiz aylarda bu, yine medyanın gündem konusu olmuştu. Sanatçılar, yazarlar ve Diyanet’in açıklamaları vardı. Ezanın Şeair-i İslâmiye’den olması bakımından oldukça hassasiyet göstermemiz gerekiyor. Bu konuda oldukça dertli olduğum için yazılar yazıyorum ve mümkün olan her zeminde gündeme taşımaya çalışıyorum. İnşallah bu konuya ileride daha geniş olarak değinmek istiyorum.

16.09.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Ahmet DURSUN

Oportünist ahlâk ve siyaset



Yolsuzluk, kısaca; bir görevi ya da bir yetkiyi rüşvet, adam kayırma, zimmet gibi fiiller çerçevesinde kötüye kullanma olarak tanımlanır. Siz buna, ahlâken ve vicdanen dumura uğramışların hiçbir ilkeyi gözetmeksizin sahte Babil kulelerinin efendisi olma hevesiyle tüyü bitmemiş yetimin malına göz dikmiş şeref ve his yoksulu kimselerin işi de diyebilirsiniz. Yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı son günlerde Bediüzzaman’ın “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözünü daha da anlamlı kılan, iktidarın sonsuz ve dayanılmaz cazibesinden ve imkânlarından faydalanabilmenin iktidar ile şöyle veya böyle, dürüstlük sınırlarının dışında, oportünist bir yaklaşımla hemhal olmaktan geçtiğini görmemiz oldu. Bu yaklaşım; dinî, ahlâkî ve vicdanî ilkelerin çıkar ilkeleriyle yer değiştirmesi anlamına gelmektedir. Fikri hezeyanlaştıran, ahlâkı sukuta uğratan gaddar ve zalim siyaset; ancak böyle vicdanı olgunlaşmamış prematüreler doğurabilirdi, onu da görmüş olduk.

İşsizlik ve yoksulluğun giderek arttığı, büyümenin neredeyse durduğu bir dönemde, ana-babaların çocuklarını okula gönderebilmek için canhıraşane bir hayat mücadelesine giriştiği bir anda yaşananları algılayabiliyor musunuz? Milletin gözü önünde havada uçuşan mektuplar, sana olmaz bir başkasına söz verdik demeler, yarım elma-gönül alma harekâtları, sümenaltılar, tehdit ve şantajlar ile sen beni görme, ben de seni görmeyeyim havaları ve trilyonlarca liralarla ifade edilen bir saltanata abanma, pastadan pay kapma çabaları… Böyleleri için zebanilerin ayak sesleri dünyadan duyulur; tabiî dinlerseniz.

Görünen o ki, artık kurumsallaşan bir yolsuzluk ağının içerisindeyiz. Hükümet olmayı, organize yolsuzlukların sevk ve idaresi, hükümete yakın olmayı da bu sevk ve idareden nasiplenme olarak algılayan siyasî yozlaşmanın tam ortasındayız. C. Can Aktan’ın bir makalesinde kategorize ettiği siyasal ahlâk ve davranışları bozan siyasal yozlaşma türlerinin—rüşvet, irtikâp (zorla yiyicilik), zimmet, adam kayırma (iltimas), akraba kayırmacılık (nepotizm), eş-dost kayırma (kronizm), partizanlık, oy ticareti, rantçılık, vurgunculuk gibi—hangisini yaşamıyoruz ki? Tam bir oportünizm hali. Kendi çıkarları doğrultusunda kural tanımaksızın hareket etmek, değişik konumlarda değişik davranışlar göstermek ve fırsatçılık durumudur bu. Şahsî menfaat elde etme çabası hastalığının ferdî bir hastalık olmaktan çıkarak toplumsal bir çözülmeye yol açan siyaset anlayışı haline gelmesi temel bir problem olarak toplumumuzu tehdit ediyor. Dürüstlüğü temel prensip olarak benimseyen, güzel ahlâk ve faziletle donanmış daha nitelikli nesiller yetiştirme, toplumu bu yönde geliştirme ve yönlendirme çabası içinde olması gereken siyaset kurumunun kendisinin dürüstlükten sapmış olmasının, aslında, bize bakan yüzünü de görmezden gelmemek gerekir. Bunu gördüğümüz zaman, “Benim memleketimin insanı bunları hak ediyor mu?” türünden soruları da sormaktan vazgeçeriz. Belki o zaman, “Bunların hepsi bir zaten, al birini vur ötekine” deme kolaycılığından da kaçarız. Belki de meselenin can alıcı noktası bu yüzleşmedir. O da şudur:

Basit bir alış verişten sonra dahi, “Fiş almasak ne kadar olur?” şeklindeki yaygınlaşan alış veriş kültürü, ruhsat aralarına sıkıştırılan paralarla trafik cezalarından kurtulma hevesleri, kitaptan cd’ye bilumum korsancılık anlayışı, vergi vermemek, vergi kaçırmak için akla hayale gelmedik alavere-dalavereler, her şeyden kaçırma-çalma üzerine kurulu bir hayat felsefemizle makro düzeyde yaygınlaşan yolsuzluğun suç ortaklığını yapmıyor muyuz acaba? Bizde yolsuzluk bir hayat tarzı haline gelmiş sanki. Siyasetteki kirlenmişliğe toplum olarak karşı çıkamayışımızın, bu kirlenmişliğe bir tepki gösteremeyişimizin altında bu yatıyor olmasın sakın. Bu yüzden, temiz siyaset için yapılan beyaz yürüyüşlere vicdanlardan başlamalıyız.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Öfke baldan tatlıdır



Her ne kadar ‘öfke’ baldan tatlı da olsa o ‘bal’ın zehirli olduğunu da bilmek lâzım. Gerek şahsî hayatımızda ve gerekse sosyal hayatımızda, sonradan pişman olduğumuz her hareketimizin temelinde ‘öfke’miz vardır. Öfke ile kalkanın ‘kâr’la oturduğu görülmemiştir.

Türkiye’nin siyasî hayatı da öfke dalgalarıyla dalgalanıp durmakta. Sanki siyasiler ‘kim daha sert, kırıcı konuşabilir?’ yarışmasına katılmış haldeler. Oysa konuşmak yerine ‘iş’ yapılsa belki de mevcut sıkıntılardan kurtulabiliriz.

İnsanoğlu çoğunlukla kendi hatasını görmeyip, başkalarının hatası görmeye meyillidir. Bu bakımdan, ‘siyasetçiler çok öfkeli, ama öfke bizim semtimize uğramaz’ diye düşünmeyelim. Bize göre ‘kırıcı’ olmayan pek çok davranışımız, muhataplarımızı üzüyor, kırıyor olabilir. Bu bakımdan her fırsatta ‘özür’ dilemeyi de hatırda tutmak gerekir. “Sebep olduğum kırıcı söz ve ifadelerden dolayı özür diliyorum” diyebilmeliyiz.

Siysaetçilerle medya arasında devam eden ‘kavga’yı biraz da ‘öfke patlaması’ olarak görmek lâzım. Genel anlamıyla yaptıkları yayınlar sebebiyle ‘medya’yı savunmak mümkün değil, ama siyasetçilerin öfkesine de hak veremeyiz. Maalesef medya, gerek traj kaygısıyla ve gerekse başka hesaplar sebebiyle çoğu zaman yalan-yanlış haberleri manşetlerine taşımıştır. Millet de bunu bildiği için gazetelere ‘küsmüş’, yazılan haberlere ‘yalan’ olabileceği şüphesiyle bakmıştır. Neticede iyi niyetle yayıncılık yapanlar da bu aşınmadan payını almış ve doğru ile yanlış birbirine karışmıştır.

Medya ve siyasetçiler arasındaki ‘kavga’ ilk defa yaşanmıyor. Kanunlar engel olduğu halde, medya patronları daha çok ‘tüccar’lık yapar hale geldiler. Daha fazla kazanma hırsı, kanunlara uygun olsa da, ahlâkî olmayan taleplerin gündeme gelmesine sebep oluyor.

Buna karşı siyasetçilerin öfkelenmesi de fayda vermiyor. Siyasetçiye düşen, vatandaşın, ‘tüyü bitmedik yetim’in hakkını korumak olmalı. Bunu yaparken de tehditlere, şantajlara boyun eğmemek gerekir. Ama bu konuşarak değil, iş yaparak mümkün olabilir. Gönül arzu ediyor ki, siyasetçiler ‘tüccar medya patronları’na meydanlardan öfke ile seslenerek değil, attıkları imzalarla cevap versin.

Bu tartışmalarda başka bir tehlike daha seziliyor: Siyasetçi öfke ile kalkar ve ‘zarar’ ile oturursa, tüccar medya patronlarını durduracak başka güç kalmaz. O bakımdan söz yerine icraata ağırlık vermek lâzım.

Kalıcı çare, sistemi çağın şartlarına uyar hale getirmek. Siyaset, bir şekilde ‘rant’ dağıtan bir mekanizma olmaktan kurtulmalıdır. Bu temin edilemediği sürece her devrin kendisine has kazananları ve kaybedenleri olur. Kurallar kişilerin keyfine göre değil, herkese adil uygulanmalı. Hilton Oteli arazisine sahip olan bir ‘patron’un, hemen yanındaki “Ritz Carton Oteli”ni örnek almak istemesi normal. Hatırlanacak olursa; o arsaya otel yapılabilmesi için Beyoğlu’na bağlı olan bölge, Şişli ilçesine dahil edilmişti... Mahkemenin ‘yıkılmalı’ kararı verdiği ‘kule-otel’ hâlâ ayakta.

Şeyh Edebali ne demiş: Devlete öfke yakışmaz...

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin eğitim meselesi…



Okullar açıldı; ilköğretimde 11 milyona yakın, liselerde ise 3 milyondan fazla, yaklaşık 15 milyon öğrenci ile 600 binden fazla öğretmen ders başı yaptı.

İlk ve orta dereceli okullarda yine “resmî demeçler”le okul yöneticilerinin “bağış sıkıntısı” çelişkisiyle başlayıp, OKS’nin yerine üç yıla yaydırılan SBS sınavı ile devam eden ve üniversite hazırlık kurslarına trilyonların aktarıldığı sistemin arızaları, gün geçtikçe daha da derinleşiyor.

Yeni eğitim yılını Gaziantep’te açan Başbakan, her ne kadar, Millî Eğitimin bütçesini yüzde 200 arttırdık eğitim konusunda hiçbir mazereti kabul etmiyoruz” dese de, Türkiye’de eğitimin devasa temel problemleri duruyor.

Erdoğan, 2000 yılında yüzde 11 olan okul öncesi eğitimin yüzde 29’a çıkarıldığından bahsediyor, sekiz dersliği olan bütün okullarımıza bilişim teknolojileri sınıfının kurulduğunu söylüyor. Lâkin hâlâ Anadolu’daki birçok köy okuluna ilâveten metropollerde dahi otuz-kırk kişilik kalabalık sınıflarda ders yapılıyor. Yıkık-dökük ve çürük binalarda eğitim yapmak durumunda kalınıyor.

Keza okullara Ankara’dan doğru dürüst ödenek ayrılmadığından, okul yöneticileri her vesileyle velilerden para toplamak durumunda kalıyor. Taşımalı eğitimin beraberinde getirdiği problemler ise her gün yeni bir fâciaya yol açıyor…

ÇARPIK SİSTEM DEVAM EDİYOR...

Diğer yandan, bizzat Başbakan tarafından “milletçe kurtulmamız lâzım” denilen ve daha baştan “yanlış” olduğu belirtilen, ilköğretimin ilk sınıflarından son sınıfına kadar bütün öğrencileri lise ve üniversite giriş sınavlarına hazırlık dershanelerine âdeta mahkûm eden çarpık sistemin düzeltilmesi de sadece “temenni”den ibaret kalıyor.

Gerçek şu ki OKS’nin yerine ikame edilen SBS, dershaneleri kaldırmak bir yana daha da arttırıyor. Böylece sayıları dört bini aşan özel dershane sayısı lise sayısını geçiyor. “Dershanecilik sektörü,” “eğitim kurumları”nın yerini alıp laçkalaştırıyor. Bizzat Millî Eğitim Bakanının ifâdesiyle, dünyanın parası yatırılarak yarış atı haline getirilen öğrenciler, “özel dershaneler”e daha da bağımlı hale getiriliyor.

Önceleri 8. sınıfta sınav kaygısına giren milyonlarca öğrenci, şimdi “ilkokul”un ardından “ortaokul”a adım atar atmaz sınav telâşı ve tedirginliğine girmekte, psikolojileri bozulmakta. Öğrenciler ve veliler, artık sınavlarda başarılı olmayı dışarıda aramaktadırlar.

Neticede hatalı sınav sistemiyle, öğrencilerin paralı dershanelere “mecbur” edilmesi, insan haklarının en başında gelen ve anayasada teminat altına alınan “eğitim hakkı”nı ve bu hakkı elde etmedeki eşitliği fırsat eşitliğini berhava edip ortadan kaldırmakta…

Ne var ki bütün bunlara karşı siyasî iktidar, hâlâ altı yıl öncesiyle mukayeselerle kamuoyunu oyalıyor. 28 Şubat sürecinden kalma hazırlıksız “sekiz yıllık kesintisiz eğitimi” kademeli yapma konusunda hiçbir düzeltmeye gitmediği gibi, altı yıldır sistemden kaynaklanan aksaklıklar da giderilmiş değil.

Kısacası, ekonomide çizilen pembe tablolar, eğitim için de çiziliyor. Lâkin onca propagandaya rağmen eğitimdeki “alarm zilleri” her gün ders zilleriyle birlikte bütün Türkiye’de çalıp tekrarlanıyor…

HÜKÜMET EĞİTİM

MESELESİNE EĞİLMELİ...

Müfredat ve ders kitaplarındaki sıkıntılar, anayasayı ilga eden, milletin seçtiği Meclisi kapatan, meşrû hükümetleri deviren muhtıra ve darbelere övgüler yağdırılması bir yana. Demokratik düzenin siyasî, sosyal ve ekonomik sıkıntılara çözüm getirmediği ve toplumsal gerginliği arttırdığı iması da bir yana…

Yetkililerin tesbitleriyle uyuşturucu ve kötü madde tâcirlerinin Türkiye üzerindeki ticaret hacmi ve perakende satışlarının ürkütücü boyutları ortada…

Alkol ve madde bağımlılığının yaşının 15’e düştüğü, gençleri ve çocukları zehirleyen ve artık bir “felâket” haline gelen bu dehşet tablosuna gecikmeden tedbir alınmasının gerektiği, Meclis komisyonunda açıkça ikrar edilmesine rağmen, hâlâ okulların çevresinde uyuşturucu ve esrar satan şebekelere karşı caydırıcı ve köklü tedbirler alınmış değil. Hâlâ hükümetin etkin bir mücadele programı yok…

Yaygınlaşan uyuşturucu, kötü madde bağımlılığı ve sanal kumar, okul kapılarına dayanmış. Uyuşturucu kullanım yaşı ilkokul seviyesine inmiş; okul çevreleri, zehir satıcılarının alış veriş alanı haline gelmiş. İlköğretim öğrencileri arasında alkol kullananların oranı yüzde 16’lara varmış.

Ancak gittikçe tırmanan bu vahim tehlikeye karşı “gençliği koruma kanunu” teklifinde bulunan milletvekili iktidar partisinin genel başkan yardımcısı, bizzat Başbakan tarafından “azarlanıp” önerisi “partinin program ve tüzüğüne aykırı olduğu” gerekçesiyle geri çekiliyor. Uyuşturucu, kötü madde bağımlılığı ve sanal kumara karşı hiçbir ciddî tedbir alınmıyor.

Başbakan, okulların açıldığı günde partisine mensup belediye başkanı hakkındaki “yolsuzluk” iddialarına ve yurtdışında yardım için toplanan fonların bir bölümünün kendisine verildiği “Deniz Feneri operasyonu”na dair haberlere tepkiyle başladı. Okulların açılmasının üzerinden bir hafta geçti. Başbakan hâlâ aynı polemiklerle vakit geçiriyor.

Peki, siyasî iktidar ne zaman Türkiye’nin eğitim meselesine eğilecek? “İmdat!” işaretleri veren eğitime ne zaman sıra gelecek?

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni strateji



KAPATMA dâvâsının “ihtar” kararıyla sonuçlanmasından sonra başlayan süreçte AKP’nin hareket alanı alabildiğine kısıtlanırken, gelişmeler partiyi ayrı bir cepheden, yolsuzluk suçlamalarıyla yıpratma kampanyasının açıldığını gösteriyor.

Şaban Dişli olayı zincirin ilk halkasıydı. Hedef vuruldu, Dişli’nin partideki görevlerinden ayrılmak zorunda kalmasıyla netice kısmen alındı.

CHP sonu gelmez laiklik-irtica yaygaralarıyla elde edemediği sonuca bu konudaki ısrarlı takibiyle ulaşmayı başardı ve “surda bir gedik” açtı.

Tabiî, olayı gündeme getirenler, Dişli’nin milletvekilliğini bırakıp partiden istifasını da istiyorlar. Ama işin o noktaya kadar varmasını engelleyen Erdoğan Dişli’yi yine de korumuş oldu.

Geçmiş dönemde de AKP, bir kısmı milletvekili ve bazıları da teşkilât yöneticisi konumundaki bazı mensuplarının karıştığı yolsuzluk iddialarının muhatabı olmuş; hattâ bu iddialar sebebiyle bir milletvekili bu sıfatını da bırakmış—ve 22 Temmuz’da tekrar seçilmeyi başarmış,—kimi teşkilâtlar ise feshedilerek kadroları değiştirilmişti.

Ancak bunlar geniş zaman aralıklarıyla ve dağınık bir şekilde gündeme gelen münferit örnekler olarak algılandıkları ve AKP yönetiminin iddialar karşısında duyarlı bir tavır sergilediği görüntüsü verildiği için, yıpratıcı bir etkileri pek olmadı.

Hattâ o dönemde yine Dişli’yle ilgili olarak sanırız başka bir konuda yine benzer bir iddia gündeme gelmiş, ama fazla üzerinde durulmamıştı.

Şimdi ise farklı bir durumla karşı karşıyayız.

Bu defa galiba, senelerdir biriktirilip el altında tutulan dosyaların belli bir plan çerçevesinde sistematik şekilde gündeme getirilmesi suretiyle yürütülen bir kampanya vizyona sokulmuş gibi.

Geçen defa geçiştirilen Dişli meselesinin bu defa netice alınıncaya kadar takip edilmesi ve tartışmaların iyice yoğunlaşması üzerine Dişli’nin partiden istifa etmek mecburiyetinde kalması, bu süreçteki ilk örnek olarak haliyle dikkatleri çekti.

Eşzamanlı olarak Gaziantep’teki imar pazarlığıyla ilgili olarak gündeme taşınıp—aslı çıkmadığı için mi, yoksa taraflar uzlaştığı için mi bilmiyoruz—peşi bırakılan iddialar, AKP’li yerel yönetimlere ilişkin başka dosyaların da işareti gibi.

Şu an için asıl “bomba,” çok yönlü ve çok boyutlu kavgaları tetikleyen Almanya’daki Deniz Feneri Derneğiyle ilgili iddialar. Ve görünen o ki, bu olayda, bir taşla birden çok kuş vurma hesapları yapılmış. Hedefte RTÜK Başkanından, başından beri AKP’yi destekleyen bir TV kanalı ile Erdoğan’ın yakın ilişki içinde olduğu bir diğer medya grubuna, bazı bakanlara, hattâ bizzat Başbakana ve AKP’ye kadar uzanan stratejik adresler var.

367 formülünün mucidi olarak bilinen ve AKP hakkındaki AYM kararını “Odak olduğu yargı kararıyla tescillendi, bundan sonra aynı iddia ile açılacak yeni bir dâvâda ek delile ihtiyaç duyulmadan parti kapatılır” şeklinde yorumlayan Kanadoğlu’nun, “Yurt dışından maddî yardım aldığı ispatlanırsa AKP kapatılır” içtihadıyla yeniden sahneye çıkması, öngörülen hedefi iyice netleştirdi.

Tabiî, bir de Deniz Feneri derneği ve onunla birlikte, gönüllü insanî yardım organizasyonlarının bu iddialardan alacağı yaralar söz konusu.

Türkiye’deki Deniz Feneri, Almanya’daki adaşıyla bir ilgisi bulunmadığını söylüyor. Ancak gerek ismin tıpa tıp aynı olması, gerek oradan gelen yüklü miktarların yasal yollarla kabul edildiği beyanları, gerekse dernek adına yapılan açıklamaların ortaya çıkan toz duman içinde kaybolup gitmesi, dernek açısından hüzün verici talihsizlikler.

Deniz Feneri, 28 Şubat’ın İstanbul Valisiyle o dönem fazla içli dışlı olmanın bedelini mi ödüyor!

Bu yardım işleri zaten hassas konu. Bosna’ya yardım paraları RP’nin az mı başını ağrıtmıştı?

16.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsra ve zeval



İsrail ezberini bozalı çok oldu, ama biz hâlâ ezberimizi bozamadık. Yahudiler Büyük İsrail projesini rafa kaldıralı çok oldu. Keyiflerinden mi? Hayır. Güçleri yetmiyor da ondan. Es’ad Beyud Temimi ve ondan önce bir sürü adam İsrail’in zevalinden bahsetti. Ahmet bin Bella konuşmalarında İsrail’e 20 yıl ömür biçiyordu. Nazi avcılarına mukabil Siyonist avcılarından olan revizyonist tarihçi David Irwing de İsrail’e topu topu 10 yıl ömür biçiyordu. Tabiî onun biçmiş olduğu süre doldu, ama İsrail’in süresi dolmadı. Bununla birlikte Ruslar, 20 yıl içinde İsrail’in ya tarihe karışacağını ya da özerk altı bir ülke haline geleceğini savunuyorlar. Akla çok yatkın.

Son yıllarda İsrailli liderler de planlarını tadil etmek zorunda kaldılar. Ehud Barak’tan sonra Şaron, Gazze Şeridi’nden tek yanlı olarak çekildi. Halbuki skolastik çağın anlayışındaki atomun parçalanmazlığı gibi o, Gazze’yi İsrail’in parçalanmaz bir bütünü kabul ediyordu. Sadece onunla da kalmadı ve 2010 yılına kadar İsrail’in nihaî sınırlarını çizeceğini duyurdu. Buna ne siyasî ömrü vefa etti ne de fizikî ömrü. Hâlâ bitkisel hayatına devam ediyor. Yani ne öteki dünyada, ne beriki dünyada. Berzahta yaşamaya devam ediyor. İçimizden bazıları ona inanmadılar. Manevra yaptığını düşünüyorlardı. Bu kendine güvensizlikten başka bir şey değil. Gerçekten de İsrail, Büyük İsrail projesini gerçekleştirmeye kadir olsa bunda bir an bile tereddüt etmez. Ama İsrail bunu yapamaz. Ortadoğu’da birçok iğreti devlet var. Ama İsrail bir istisna. Demokratik vaha olmasıyla değil, montaj devlet yapısıyla. İsrailliler arasında yapılan bir ankette İsraillilerin bir Ortadoğu devleti olma ve bölgeye entegre olma umutları giderek tükeniyor. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceğine göre er geç ırkçı Güney Afrika rejiminin akibetini paylaşacaktır. Zira Afrika’da bir Beyaz devlet Ortadoğu’da da bir Yahudi devlet eşyanın tabiatına aykırıdır. Haçlılar bölgeye entegre olamadıkları için gitmek mecburiyetinde kaldılar. Ortadoğu’da Batı’nın bir parçası olarak var olamazlar. Ancak Ortadoğu ile bütünleşirlerse var olabilirler.

***

Dün, 12 Eylül’den sonra Kahire dönüşümde Sakarya’ya gitmek için birkaç günlüğüne misafir kaldığım Topkapı sur içindeki otele yakın ve Eresin Oteli civarındaki camide arkadaşımız Süleyman Çoban ile birlikte ilk kez bu Ramazan’da hatimle teravih kıldık. Camiin Erzurumlu imamı istisnaî bir şekilde hatimle teravih kıldırıyordu. İlk rekâtında İsra Sûresinin başını yani İsrail’in zevalinden bahseden âyetleri okudu. Ardından çay içmek için yeniden Süleyman kardeşimizin hanesine geldiğimizde Haber 7’den Olmert’in Büyük İsrail projesininin yattığına ve bittiğine dair beyanını okudu ve kanaatimi sordu. Ben de bunun bilinmeyen bir husus olmadığını ve malûmu i’lâm kabilinden olduğunu ifade ettim. Gerçekten de tam tevafukla İsra Sûresinin zevalden bahseden âyetlerinin kıraatının akabinde, Ramazan ikliminde İslâm âlemine müjde verir gibi Olmert’in sözleri geldi. Olmert hiç yalpalama yapmadan yalın bir biçimde: “Büyük İsrail Projesi bitmiştir” diyor. Başbakan Erdoğan’ın son tekrarıyla ‘Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana davul zurna az!’ Gerçekten de bunun birçok emaresi var. Bunlardan birisi de artık Yahudi Ajansı’nın İsrail’e göçmen transferine son vermesidir. Bu hem sembolik, hem de hakikî bir işarettir. İsraillilere göre Ortadoğu çılgınlar mangasının bulunduğu bir diyardır. Kendilerine yakıştıramıyorlar. Bu diyarda kendilerini yabancı görüyor ve geleceklerini güvende hissetmiyorlar. Güvende hissetmeme oranı yaklaşık yüzde 98 civarında. Dolayısıyla çanlar İsrail için çalıyor. İtiraf gibi değil, itiraf açıklamasında İsrail Başbakanı Olmert şunları söylüyor: “Artık Büyük İsrail diye bir şey yok. Her kim böyle bir şeyi hâlâ söylerse kendini kandırır…” Bu, içinde bulunduğumuz İsrail yüzyılının bitmekte olduğuna dair güçlü bir işarettir.

***

İsrail medyasında yer alan haberlere göre Olmert, Batı Şeria’daki evleri boşaltmaya gönüllü kişilere ödenecek tazminatların görüşüldüğü kabine toplantısında bakanlarına, “Büyük İsrail Projesi bitmiştir, artık böyle bir şey yok. Her kim böyle bir şeyi hâlâ söylemeye devam ederse kendini kandırır” diyor. Olmert, kendisinin Büyük İsrail Projesini savunmadığını, İsraillilerin iki devletli bir yönetim istemiyorlarsa Batı Şeria’da ikamet eden halk ile bu bölgeyi paylaşmaları gerektiğini açıkladı. Görüldüğü gibi Olmert Büyük İsrail yerine ‘ne yağmalayabilirsek’ mantığıyla gözlerini Batı Şeria’nın kalan yağmalanmaya açık topraklarına dikmiş durumda. Zaten geçenlerde bir açıklamasında Filistinlilere muayyen bir orantının bırakılması karşılığında barış yapılmasını teklif ediyordu. Başbakan olarak olmasa bile Kadima lideri olarak yapmış olduğu bu son konuşmasında Büyük İsrail dâvâsına veda ederken İsrail’in bölgenin en güçlü ülkesi olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Bölgede kimsenin kendilerinden güçlü olmadığını ve kendilerine rakip olamayacağını da söylüyor. Acaba bu sözler bir avunma yoksa avutma mı? Şimdilik hayır. Rus lider Medvedev de İsrail basınına yaptığı açıklamalarda bölgede güç dengesini değiştirmeye matuf silâh satışları yapmayacaklarını söyledi. Yani israil’in rakiplerine nitelikli silâh vermeyeceklerini taahhüt ediyor. Demek ki Beşşar Esad’da güç dengesini değiştirecek nitelikli silâh yok. Rusya’ya bel bağlayanların kulakları çınlasın. Bu da yine İsra Sûresindeki ‘Nefira’ ifadesinin şimdilik devamı niteliğindedir. Asıl güç dengesi iradedir. İrade değiştiğinde güç dengesi de değişecektir. Kılıç kesmez bilek keser. Bilek İmam-ı Ali’nin bileği ve kılıç da Zülfikâr olursa tabiî daha muhkem olur. Ama Zülfikâr zayıf ellere düşerse mağlûp da olabilir.

16.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır