07 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.

Kehf: 28

07.06.2010


Şeytanın zarar veremediği iman

İman-ı tahkiki, yalnız akılda durmuyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.

Birinci Mesele

Birinci Şuâda bir iki âyetin işaretinde, Risâle-i Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerini ve ehl-i Cennet olacaklarını kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işârâta tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim; çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emare birden kalbime geldi.

Birinci Emare: İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: “Sekerat vaktinde, şeytan, vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevî iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. "

Bu iman-ı tahkikînin vüsulüne vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile, keşf ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol, ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir:

İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’ânî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakin ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risâle-i Nur’un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksalar, Risâle-i Nur’un, hakaik-ı imaniyeye muhalif olan yolları gayr-i mümkün ve muhal ve mümtenî derecesinde gösterdiğini görecekler.

İkinci emare: Risâle-i Nur’un sadık şakirdlerinin hüsn-ü akıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî duâlar oluyor ki, o duâların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor. Ezcümle, Risâle-i Nur’un bir hadimi ve birtek şakirdi yirmi dört saatte lâakal Risâle-i Nur Talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz defa Risâle-i Nur Talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü akıbetlerine ve imanla kabre girmelerine aynı duâyı en ziyade kabule medar olan şerâit içinde ediyor.

Hem Risâle-i Nur Talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla duâlarının yekünü öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet, onun reddine müsaade etmez. Faraza mecmuu itibarıyle reddedilse de, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine herbiri selâmet-i imanla kabre gireceğine kafï geliyor. Çünkü herbir duâ umuma bakar.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 29; Kastamonu Lâhikası, s. 18

LÜGATÇE:

iman-ı tahkikî: İnandığı şeylerin aslını, esasını bilerek inanma.

ilmelyakin: İlim yoluyla kesin olarak bilme, inanma.

hakkalyakin: Marifet mertebesinin en yükseği; en kesin bir sûrette hakikati görüp yaşamak hali.

selb: Zorla alma, kapma, ortadan kaldırma.

ehl-i keşf: Perdeli olan ve zahirî duygularla bilinemeyen hakikatleri keşfeden veli.

ehl-i tahkik: Hakikatleri delilleriyle bilen âlimler; tahkik ehli.

zeval: Son bulma.

ehass-ı havass: Elit tabaka, üst tabaka, manevî mertebesi yüksek olanlar.

şerâit: Şartlar.

07.06.2010


Gelecek geçti mi?

Başlıktaki niyetimiz, klâsik zaman ve mekân kavramlarının alt-üst olduğu, ileriye ve geriye gidilebildiği, geçmiş ve geleceğin birlikte yaşanabildiği fizik teorileri ve tartışmaları değil! Gerçekte bizden öncekilerin planladığı, hesapladığı ve gerekli tedbirleri aldığı “beklenen zamanın” geçip geçmediği, en az Einstein’ın zaman tartışmaları kadar önemlidir.

Bilindiği gibi Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif mektup ve müdafaalarında şöyle der: “Ey efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risâle-i Nur’la uğraşıyorsunuz! Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risâle-i Nur ve hakikî şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar.”

Bediüzzaman Hazretleri, o zamandan elli sene sonra, yani yetmişli seksenli yıllardaki Türkiye’nin maruz kaldığı anarşi ve terörü önlemek, bin senedir İslâm’a hizmet eden bu milletin gelecek nesillerinin hem dünyalarını hem ahiretlerini kaybetmelerine sebep olacak hadiselerinin önüne geçmek için büyük bir iman ve Kur’ân hizmeti başlattı. Dış ve iç mihrakların âlet etmek için hedef aldığı gençleri ikaz ve irşad etmek için mesaisinin önemli bir kısmını gençlere ayırdı.

Şer mihrakların, esasta dini terk etmek şeklinde uyguladıkları çağdaşlaşma ve modernleşme faaliyetlerinin ve sefih medeniyetin gerçekte dünya cehennemi olduğunu, İslâmî bir yaşantının ise dünyada dahi bir cennet olduğunu izah ve isbat ederek milyonların imanını kurtardı. Rahle-i tedrisinden geçen gençler, memleket ve vatan için istikametli ve faydalı birer insan oldular.

Risâle-i Nur’da pek çok yerde de ifade edildiği gibi, gizli ifsat komiteleri sürekli olarak devleti şaşırtarak Bediüzzaman Hazretlerini rahatsız ettiler, hizmetine engel olmak istediler. Fakat muvaffak olamadılar.

Evet, Bediüzzaman Hazretleri, o zamanın siyasileri ile uğraşmak yerine yönünü geleceğe çevirdi. Bin yıllık dinî ve millî değerleri ve gelenekleri tahrip ederek enkazının altında kalanları enkazla baş başa bırakıp hizmetini geleceğin gençlerine yoğunlaştırdı. O günlerde çoğu bunu fark etmese de gerçekte en makul ve sonuç alıcı olan hizmet tarzı bu idi.

Şimdi en önemli soru, o zamanlar artık geride mi kaldı? Bediüzzaman Hazretlerinin söylediği: “elli sene sonra gelen nesl-i âtî” ifadesi, geçen dönemlerde atlatılan büyük tehlikelere bakıldığında, zahiren o dönemler geçmiş gibi… Bir zamanların NATO ve Varşova paktı şeklindeki kutuplaşma ve gerilimle başlayan soğuk savaş ve dünyayı kasıp kavuran anarşi ve terör, Sovyetlerin çökmesiyle gerilerde kaldı.

Soğuk savaş döneminde, güçlü Sovyetler ve Çin ve Batıdaki semavî dinlere husumetiyle meşhur gizli komitelerden aldıkları destek ile güçlenen komünizmi durdurmak için İslâm’a olan ihtiyacı herkes teslim ve kabul ediyordu. Aileden gençliğe, milletlerden devletlere kadar her şeyi tahrip eden bir ideolojiyle, ancak İslâm başa çıkabilirdi ve başa çıktı da.

Gerçekte, tehlikenin bitmesiyle atlatılması arasında ciddî fark vardır. O zamanki gayretlerle, anarşi ve kargaşa bitmemiş sadece atlatılmıştır. Çünkü dinamik bir dünyada devletler ve milletler var oldukları müddetçe yıkıcı tehlikeler hiçbir zaman bitmeyecektir. En can alıcı tahribat da içte ve geleceğe dönük olanıdır.

Sovyet tehdidinin kalkmasıyla hem Batı, hem de İslâm dünyasındaki devlet erkânı İslâm’a eskisi gibi ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Ancak Bediüzzaman Hazretlerinin aynı müdafaasının devamından tehlikenin soğuk savaş ile sınırlı olmadığını anlıyoruz. Takip edelim: “Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz.”

Komünizm çöktü, ancak en az o kadar hatta daha şiddetlisi olan; ahlâkı ve millî seciyeleri bozan, İslâmî şeairleri yasaklamaya çalışan ve İslâmî yaşantıya “gerici” ya da “irtica” gibi asılsız suçlamaları yapan anlayış ve ifsat komiteleri daha sinsice bu milletin can damarlarını kesmeye devam ediyor. Risâle-i Nur’daki ifadeyle “kurt gövdeye girdi.”

Sovyet ve komünizm tehdidi içerde birçok destekçisi olmakla birlikte yine de, dış tehdit olduğu için, millet ve devlet, düşmanını daha net görüyor ve tedbirini alıyordu. Ancak süfyaniyetin cüzleri olan ahlâkî erozyon, yozlaşma ve dünyevîleşme, içimizde bizden birileri gibi faaliyet gösteriyor. 12 Eylül’ü kendilerine ikinci milât seçen bu anlayışın tahribâtı gözler önündedir ve ciddî tedbirler alınmazsa yirmi otuz sene sonra cemiyet tanınmaz hâle gelecektir. Bugünkü duruma bakıp, aşırı iyimserlikle aldanmayalım!

İnsanlık âleminin ve İslâm dünyasının, özellikle bu vatan ve milletin iki cihan saadetine vesile olmakla vazifeli olan Risâle-i Nur Talebelerinin hedeflediği “gelecek” her zaman ilerdedir, kıyamete kadar da gelecekte olmaya devam edecektir.

HASAN GÜNEŞ [email protected]

07.06.2010


Risâle-i Nur’da kalp

Çekirdek misâlidir insan kalbi, içinde kâinatı ihata edebilecek hudutsuz bir sevgi potansiyeli barındırır. Kalp, bedenin en yakın arkadaşıdır, değişken bir hâsiyete sahiptir. “Allah’ım kalbimi dinin üzerine sabit kıl” yakarışı ise kalbin bu değişken yönünü ifade eder nitelikte bir duadır. Kalp, kararsızdır, kimi zaman nice elemlere, hüzünlere maruz; kimi zaman nihayetsiz sevinçlere, emellere sevdalıdır. Kalp bağlıdır, hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır, büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devam ile beraber kalmak ister, onun hakkında tam mânâsıyla fena olur.1

İnsan şuur, hayat, ruh ve nefis sahibi olmasıyla donanımlı bir hasiyete sahiptir. Bu donanım insanı bütün kâinatla alâkadar eder. Çekirdek misal kalp sevginin de ana merkezidir. Sevgidir kâinatın rabıtası, nuru hayatı, sebeb-i vücudu. Sevgi bütün kâinatta hakim bir duygudur, adeta mayadır. Ancak sevgiyle, muhabbetle şekil alır mânâ kazanır kâinat. Kainata sevgi gözlükleriyle, Vedud isminin ışığıyla baktığımızda, her mevcutta, her fiilde fark ederiz sevgiyi. Adeta kâinat ilmek ilmek muhabbetle işlenir. Her mevcud kendi diliyle ifade eder muhabbetini; cezbeyle, aşkla görevini yapar. Kâinat durmadan muhabbetle çalkalanır. Bir çiçeğin açarkenki tebessümünde gizlidir muhabbet. Bir yağmur tanesinin cezbeyle yere düşüşünde saklıdır sevgi. Ayın dünyaya bu denli bağlı oluşu, ancak sevgiyle açıklanabilir. Bir tırtılın kısa bir an yaşama uğruna günlerce kozasından çıkma işini sabırla yürütmesi Yaratıcıya olan muhabbetin cilvesidir.

Büyük gezegenler, bütün ihtişamına rağmen, boyun eğmişlerdir sevgi karşısında. Mevlevîler gibi aşkla, muhabbetle dönerler. Vücudumuzda oluşan bir yarada, küçük zerreler aldıkları emirle, sevgiyle el ele verip halka yaparlar, muhabbetle aşkla onarmaya, sarmaya çalışırlar yarayı. Yaralarımızın köşeli dikdörtgen kare değil de dairemsi bir şekilde oluşu, bu sevgi hakikatini teyit eder nitelikte bir örnektir. Maddî kalp bedende ne kadar önemliyse, manevî kalp de ruh dünyamızda o kadar önemlidir. Yaratıcımız, iletişimimiz hiç kesilmesin diye her kalbin içine bir telefon bırakmıştır. Bu öyle bir telefon ki bağlantı sorunu yok. Her zaman her yerde aradığımıza ulaşabiliyoruz. Aradığımız bizi hiç meşgule bırakmadan.

Her uzvun bir vazifesi olduğu gibi, kalbin de bir vazifesi vardır. Bu vazife, İlâhî hitaba mazhar olabilmektir. İnsan kalbi muhafaza edilmesi gereken bir uzuvdur. İnsanın yanlış tutum ve davranışları kalbini tahrip edebilir, kalbi siyahlandırıp imanın nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırıp karartabilir.2 Kalbin karanlıkta kalması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi Yaratıcı ile arasına perde çekmiş olur. Böylelikle insan kâinatı, kâinatın sırlarını, ihtişamını ve her şeyden önemlisi kendini okumakta zorlanır.

“Fiillerimiz kalbin, hissin temâyülünden çıkar.”3 Bu yüzden selim bir kalbe sahip olabilmek Müslümanca yaşamanın sırrıdır. Kalp imanın yeridir. O’nu anmanın, O’nu tanımanın, yani marifet-i İlâhiyenin merkezidir. Değerli bir anahtar hükmünde yaratılmıştır kalp, bütün rahmet hazinelerini açabilir bize. Kalbin içinde yer alanlar bir muhasebe ve şuur tahtında elenip yer almalı. Çünkü insan ancak içindeki saf, halis sevgiyi doğruya yönlendirmekle, diğer sevgiler de renklenir gökkuşağı misâli. Aksi takdirde bütün sevgiler karanlıklar içinde kalmaya mahkûm olur. Kalbin girişinde parola olmalı “Yaratanı sev Yaratandan ötürü” anlayışı. Kalp, içinde yanlış sevgilere yer verip, misafir ettiğinde, elim bir ceza, ağır bir yük yüklenir yüreğine. Samed aynası olan kalp sanemmisâl dünyevî mahbuplara perestişi kabul etmez. İşte bu sebepten ötürü sevdiklerimiz, sevgilerimiz cenneti bulabilme yolunda bir Burak olmalı, bizi asıl sevgiye ulaştırabilmeli… Dünyevî her türlü sevgi, kişi, makam, güzellik, fanilik cihetiyle Bâkî’yi hatırlatmalı, bizi Yaratana tevcih etmeli. Çünkü kalp, ebedî âlemlere açılmış bir pencere. Bu fani dünyaya razı gelmiyor. “Kalp çekirdeği ancak ibadetler ile iska edilip (sulanıp) imanla intibaha gelirse nuranî bir ağaç gibi yeşillenir, aksi takdirde böyle bir terbiye görmezse kuru bir çekirdek olarak kalır.” 4 Gönüllerimizin kupkuru çöller gibi olduğu şu demlerde ruhlarımıza, sinelerimize muhabbet gerek. Kalplerin dağılıp, kesrette boğulduğu günümüzün ıztıraplı insanına vahdetteki lezzet gösterilmeli, zira muhabbet ancak hakikî sahibine yönlendirilirse en leziz bir nimet olur. Böylelikle bütün yaratılmışlar O’nun namıyla, O’nun aynası olduğu cihette ıztırapsız sevilebilir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nuriye s. 102.

2- Lem’alar s. 21.

3- Hutbe-i Şamiye.

4- Mesnevî-i Nuriye s. 100.

MİNE TÜRÜDÜ ACAR

[email protected]

07.06.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.