01 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

İsrail’e karşı hukuk savaşında henüz hareket yok

BAŞBAKAN Erdoğan, hükümetinin İsrail’den taleplerini ve beklentilerini Toronto’da yineledi. Ankara, İsrail’in Gazze ambargosunu kaldırmasını, Mavi Marmara saldırısı için özür dilemesini ve ölenler için tazminat ödemesini istiyor. Bu arada bu saldırı hakkında bir uluslararası soruşturma talep ediyor.

Bunların hangisinin gerçekleşeceğini göreceğiz. Biz şahsen özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi konularında fazla umutlu değiliz. İsrail’de mevcut yönetim iş başında kaldıkça bunlar pek mümkün görünmüyor. Uluslararası soruşturma konusunda da fazla umudumuz yok. Washington da zaten İsrail’i bu konuda açık veya örtülü bir şekilde koruyor.

Bu arada, Ankara buna şiddetle karşı çıksa da, İsrail tek taraflı Mavi Marmara soruşturmasını pazartesi günü başlattı. Beş kişilik soruşturma komisyonunun üç üyesi İsrailli. Bunlar 75 yaşındaki emekli yüksek mahkeme hâkimi Jacob Turkel, 86 yaşındaki emekli general Amos Hosrev ve 93 yaşındaki uluslararası hukukçu Şabtai Rosen.

İsrail, soruşturmaya “uluslararası boyut” katmak için, Nobel ödüllü Kuzey İrlandalı politikacı David Trimble ile Kanada’nın eski askeri savcılarından General Ken Watkins’i de komisyona davet etti. İkisi de görevi kabul etti.

Ancak ortada bir sorun var. Watkins’i bilmiyoruz ama Trimble “İsrail’in Dostları Grubu” adlı bir örgütün kurucusudur. Kendisi, Başbakan Netanyahu ile savunma bakanı ve genelkurmay başkanını da sorgulayacak olan komisyonun üyesi olarak nesnel davranacağını söylüyor.

Ancak Trimble’ın, eşyanın tabiatı gereğince, tarafsız olamayacağını söyleyenlerin sayısı az değil. İrlandalıların bir sözü var. Trimble da bunu biliyordur. “Mahkeme heyeti cehennemde toplanıyorsa şeytanı dava edemezsiniz” derler.

Bu “soruşturma komisyonu” da böyle bir şey olacak. Ancak ABD, büyük bir olasılıkla, komisyonun “bulgularını” destekleyecek. Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri ile AB de, bir müddet “kem küm” ettikten sonra, konuyu unutacaklar.

Özetle Türkiye bu konuda da yalnız kaldı. Peki bu durumda ne yapılmalı? Ankara’nın İsrail’e karşı uluslararası hukuka başvuracağı söyleniyor şimdi. Bu iyi bir yoldur. Fakat bu konuda henüz açıklama yapılmadı.

Uluslararası mahkemeye giderse Türkiye’nin iki temel dayanağından biri, İsrail saldırısının bir sivil yardım gemisine karşı yapılmış olması, ikincisi de bunun açık denizlerde gerçekleşmiş olması olacaktır.

İsrail ise buna karşı “deniz muharebelerinin” uluslararası hukuktaki çerçevesini çizen 1994 tarihli “San Remo El Kitabı”na güveniyor. Bunun beşinci bölümü ülkelere düşmanlarıyla açık denizlerde savaşma hakkını tanıyor. Fakat sivil kayıpları gözeten el kitabı bu tür savaşı çok sıkı kurallara bağlıyor.

Bu kuralları okudukça insan, “İsrail, açık denizlerde savaş hakkını teslim ettirmek dışında bundan ne umabilir ki” diye merak ediyor. Zira el kitabındaki maddeler İsrail’in hukuk dışına nasıl çıktığını gösteriyor.

Özetle konu uluslararası mahkemeye giderse İsrail’in, Mavi Marmara’nın fiili bir güvenlik tehdit oluşturduğunu ve buna karşı kullanılan gücün de orantılı olduğunu kanıtlaması gerekecek. Ancak bunu yapması zor, zira kullanılan gücün orantısız ve yersiz olduğu ortada.

Kısacası Türkiye’nin temel hukuki dayanakları güçlü. Ancak Ankara’nın, başta Lahey olmak üzere, uluslararası mahkemelere gitme gibi bir geleneği pek yok. Aksine bu mahkemelerden, başta deniz hukuku konusunda olmak üzere, çeşitli nedenlerle hep kaçınmıştır.

AKP iktidarı da şu anda, uluslararası hukuk çerçevesinde harekete geçmek yerine, bu konuda başkalarından bir şeyler bekliyormuş gibi davranıyor. Çeşitli uluslararası toplantılardan, bazen zorlamayla, “İsrail’i kınama deklarasyonları” çıkarttırıyor, fakat hukuki boyutta bir hareket yok.

Oysa İsrail, dünya nezdinde kendisini aklatma girişimini resmen başlattı bile. Bunun karşısında sadece sözlü çıkışlarla yetinip, hukuki boyutu başkalarının harekete geçirmesini beklemek Türkiye’ye istediği sonucu getirmeyecektir.

Semih İdiz / Milliyet, 30.6.2010

01.07.2010


Millî Güvenlik Siyaset Belgesi

SON günlerde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi meselesi yine gündemde.

Herhalde değişme zamanı geldi, yenisi hazırlanıyor ya da hazırlandı.

Gündeme yeniden gelişinin nedeni bu olsa gerek.

Bilebildiğim kadarıyla bu belge, meşhur tehdit sıralamasının resmi olarak yapıldığı belge.

Dönem dönem, konjonktüre göre, solculuk, bölücülük, irtica, azınlıklar vs. sıralamada öne geçerek ya da alt sıralara düşerek bu meşhur belgede tehdit unsurları olarak tanımlanıyorlar.

Belge doğal olarak bu tehditlerle nasıl mücadele edileceğini de yazıyordur herhalde.

Yeni hazırlanacak belgede de cemaatlerin artık önemli bir tehdit öğesi olarak takdim edilmeyeceğine yönelik basına sızan haberler daha şimdiden büyük bir tartışma yarattı.

(...)

Belge tartışmaları basına sızdığından itibaren iki ana kesim göze çarpıyor.

Birincisi bu belgenin geçmişte olduğu gibi hâlâ askerin gözetim ve denetiminde hazırlanmasını savunanlar.

İkinci ise daha sivil bir Milli Güvenlik Siyaset Belgesi isteyenler, yani bu belgenin hazırlanmasında siyasal iktidarın, TBMM’nin daha öne çıkmasını isteyenler.

Bu kamplaşmayı, zıtlaşmayı izledikçe Türkiye’nin içine düştüğü acıklı durum bir kez daha ortaya çıkıyor.

Her iki grup da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gibi bir belgenin mevcudiyetine karşı değiller ama tartışma bu belgenin hazırlanmasında kimin, askerin mi, sivilin mi ağır basacağı istikametinde şekilleniyor.

Etrafta “Yahi, böyle saçma sapan bir belgeye ne gerek var?” diyenlerin sayısı çok az.

Doğrudur, bu belge (MGSB) anayasal bir belgedir, Anayasa’da Milli Güvenlik Kurulu’nun görevleri sayılırken, bu belgenin hazırlanması da bir yoruma göre yerini almıştır.

Ancak, Anayasa’da ifadesini bulan her kurumu tartışılmaz kabul edersek durumumuz çok acıklı hale gelebilir.

Hukukçuların bu belgenin mevcudiyetine itiraz etmemesine de hep şaşmışımdır zira bu belge (MGSB) ceza kanunlarının suç saymadığı bazı pozisyon alışları, kurumları kimin, nasl saptadığı belirsiz bir milli güvenlik kavramına aykırı görebilmektedir.

Ceza kanunlarının asla suç saymadığı ama hikmeti kendilerinden menkul birilerinin milli güvenlik kavramına aykırı görebildikleri tavırlar üzerinden acaba Hrant Dink cinayetini, Malatya Zirve Kitabevi katliamını, 1 Mayıs 1977’yi, faili meçhul cinayetleri yeniden araştırmak mümkün müdür?

Anayasa değişiklik paketi içine bu tuhaf belgenin oluşturulmasına cevaz veren 118. maddenin ilgili paragrafı acaba sokulamaz mı idi?

Bu tuhaf belgeye ne gerek vardır?

Anayasa, kanunlar, ceza kanunları yeterli değil midirler?

Birileri benzer belgeler ABD’de, İngiltere’de de var diyorlar.

Bu ülkelerde olan tüm belgelere, sivil-asker ilişkilerini düzenleyen tüm yasalara da varlar mı acaba bu birileri?

Eser Karakaş / Star, 30.6.2010

01.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.