24 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Önemli bir ölçü


A+ | A-

Maalesef seyrek yazan, ama yazdığında temel meseleleri ele alıp esaslı tahlillerle ufuk açıcı, kalıcı ve sağlam yorumlar yapan değerli yazarlarımızdan Orhan Dindar’ın “Ergenekon: Bir dâvânın serencamı” başlığıyla yayınladığımız yazı serisini takip ediyor musunuz?

Bugün dokuzuncu bölümü neşredilen ve yarınki bölümle bitecek olan diziyi okumadıysanız, çok şey kaçırdınız demektir. Bu kaybı bir an önce telâfi etmek için, özel vakit ayırın, eski bölümleri de önünüze koyarak, başından itibaren okuyun.

Bitirdiğinizde, bugüne kadar hakkında çok şey söylenen, kimilerince hafife alınırken bazılarının da ölçüleri zorlayacak derecede müfritane tavırlarla önyargılı itham ve demagojilere konu yaptıkları Ergenekon meselesini, ifrata da, tefrite de kaymadan dengeli bir tavırla yorumlamanın pekâlâ mümkün olduğunu görüp rahatlayacaksınız.

Ve konuyu, gereksiz detaylardan arındırılmış şekilde, anahatlarıyla ve özüyle kavrayacaksınız.

Ayrıca, önce Ergenekon meselesinde sergilenip daha sonra anayasa paketi ve referandum gibi konulara da taşınan ölçüsüz tarafgirlik veya aleyhtarlığa; herşeyi akla karaya sıkıştırıp ara renkleri red ve inkâr eden ve nüanslara hayat hakkı tanımayan bir toptancılığa; adeta psikolojik harp yöntemleriyle yürütülen propagandalarla kendi dediğini hakim kılmaya uğraşan bir hegemonyacılığa ve üstelik bütün bunların “demokratlık adına” ortaya konulmasındaki garipliğe prim vermeyen dengeli bir yaklaşımın ipuçlarını bulacaksınız.

Bu noktada Dindar’ın Bediüzzaman’dan aktardığı önemli bir ölçüye özellikle dikkat edip değerlendirmelerimizde onu esas almamız gerekiyor:

“Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmişse, acaba kabahat kimdedir?” (Divan-ı Harb-i Örfî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 143)

Said Nursî’nin, istibdada karşı meşrutiyeti savunma iddiasıyla ortaya çıkıp, zaman içinde, özellikle de iktidar gücünü ele geçirdikten sonra meşrutiyetçiliği tekellerine alarak, kendileri dışındaki herkesi meşrutiyet karşıtı olarak gösteren ve üstelik meşrutiyete tamamen aykırı baskıcı uygulamalara yönelen bir kısım İttihatçılar için dile getirdiği bu tesbit, yakın geçmişte aksi yönde sergiledikleri tavırları “unutarak” şu günlerde demokrasi bayraktarlığına soyunan ve bu işi kimselere de bırakmayan birilerine tam olarak uyuyor.

Bunlara karşı, yine Bediüzzaman’ın şu ifadesini de, önemle altını çizerek tekrarlamak gerekiyor:

“Meşru hakikî meşrutiyetin müsemmasına (isminin mânâsına uygun içeriğine) peyman (yemin) ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libasını (elbisesini) giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.” (a.g.e., s. 136)

Demek ki, sadece “Demokratım ve özgürlükçüyüm” demekle demokrat ve özgürlükçü olunmuyor. Bu söylemlerin, bu kavramlara uygun icraatlarla tamamlanıp desteklenmesi gerekiyor. Aksi halde inandırıcılık problemi ortaya çıkıyor.

Demokratlık söylemlerini aynı yöndeki icraatla destekleyemedikleri, hattâ zaman zaman tam tersini yaptıkları halde, demokratlığı tekellerine alıp, kendileri gibi düşünmeyen herkese bir kulp takarak bir “karşı kamp” oluşturanlar ise, kutuplaşmaya dayalı bir gerginliği tırmandırmaktan başka birşey yapmış olmuyorlar. Ve işin garibi, prensipte demokrat düşünceye sahip birçok insanı da, sırf kendilerine biat edip teslim olmadıkları, tam tersine mesafeli ve eleştirel bir duruş ortaya koydukları için muhalif ilân ediyor ve bu inhisarcı, itici, damgalayıcı ve dışlayıcı tavırları sebebiyle, onları da “karşı kamp”ta yer almaya zorluyorlar.

Oysa demokratlık kimsenin tekelinde değildir. Hele geçmişleri bu konuda inanılmaz defolarla dolu olanların bugün demokratlık şampiyonluğuna soyunmaları hiçbir şekilde inandırıcı olamaz.

İnandırıcılığın ilk şartı ise, samimiyettir.

24.07.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Doğru hayat algısı için doğru kader inancı


A+ | A-

Okuma programlarının Risâle-i Nur’un konularında ihtisaslaşma zamanları olması gerekliliğinden yola çıkarak, Bursa Uludağ’da yaptığımız bu seneki okuma programını “kader” konusuna ayırdık.

On liseli, beş üniversiteli talebe ile yaptığımız bu programda, kader meselesini anlamaya, mütalâa etmeye çalıştık. Her okuyuşumuzda yeni yeni pencereler açılan bu mevzu, bu okumamızda da bir hayli meyve vermişti.

Daha çok soru ve cevaplı mütalâa ettiğimiz kader sohbetleri yaklaşık iki saati buluyordu. Uzun zamandır beraber dersler yaptığımız bu grubun, imanın nihayet hududunu gösteren bu meseleyi anlayacak seviyede ve birikimde olması, konu mütalâalarından, farklı bakış açıları ve soru kalitelerinden anlaşılıyordu.

Üstelik kader mevzuunu bu okuma programının ihtisaslaşma konusu olarak seçmemizin birçok sebebi vardı. Zaten ilk dersimize “Neden bu mesele bu kadar önemlidir? Kader inancının doğru algılanmaması halinde günlük hayatta nasıl gafletkârâne ve hatta şirke ait sözler ağzımızdan çıkıyor?” soruları ile başladık.

Zirâ hayat içerisinde yaşadığımız, karşılaştığımız hadiseleri doğru okumanın ve değerlendirmenin temelini, kader inancının sağlamlığı belirliyordu. Bu mesele o kadar önemli idi ki, insanların hayat görüşlerini, algılarını, yaşantılarını, tercihlerini, standartlarını hatta hastalıklarını belirlemekteydi.

Öncelikle bu meseleyi geniş dairede düşündük ve işe Doğu kültürü ile Batı kültürü arasındaki farklarla başladık. Çünkü Doğu ile Batı kültürü arasındaki belirgin farkın temelini kader inancı oluşturmaktaydı. Batı kültürü Yaratıcıyı dışlayan bir bakışla yetiştirdiği bireylerine adeta, ‘potansiyel bir tanrı olma’ edasıyla hayatlarını kendilerinin tanzimleriyle oluşturduklarının dersini vermekteydi. Doğu toplumlarında ise, durum tam tersi, cüz’i ihtiyârı yok sayan, kaderin yaptığı plana ‘tembelkârâne bir tevekkül’ anlayışı içerisinde teslim olan bir anlayış hâkimdi. Kendisini, olayları kontrol etmeye adamak yerine, olayların akışına bırakmayı seçmişti. Doğu insanı, hayatını kontrol edip, tercihleri ile geleceğini biçimlendireceğine inanmaz, bundan dolayı da dünya işlerine önem vermezdi. “Her şey olacağına varır”, “Başa gelen çekilir”, “Kısmetinde varsa ayağına gelir” anlayışı Doğu kültürünün cebriyevârî, cüz’i ihtiyariyi yok sayan slogan cümleleriydi aynı zamanda.

Hâsılı, Batı ile Doğu arasındaki belirgin hayat algısının temelini kader inancı oluşturmaktaydı. Hayatlarını biçimlendirmeleri, çalışmaları, bakış açıları, tercihleri ve hatta hastalıkları dahi bu algı etrafında şekillenmekteydi.

Meselâ, Batı’da her şeyi kontrol altında tutma çabası, yoğun streslerin yaşanmasına ve insanların hayat yorgunu hâline gelmesine sebep olmaktaydı. Batı’nın teknolojik ilerlemesinin altında yine her şeyi kontrol felsefesi yatmaktaydı. Doğu insanında ise, ‘kadercilik’ anlayışının hâkim olması dolayısıyla daha az stres yaşanırken, tabiatı olduğu gibi kabul ederek, kendini geliştirme azmi içerisine girilmez ve tembellik döşeğine atılınırdı. Yani Batı insanı tabiatı kontrol etmeye, Doğu insanı ona uyum sağlamaya çalışmaktaydı.

Oysa, İslâm’ın kader anlayışı bu iki algıdan tamamen farklıydı. İslâmî kader anlayışında kişinin elinden gelenini en iyi yaptıktan sonra, sonucu Allah’ın takdirine bırakmak vardır. Ehl-i Sünnet görüşü olan “Gayret bizden, takdir/tevfik Allah’tan” inancı, sağlam kader inancının söylemidir.

İlk dersimizi hayatî algılarımızın, tercihlerimizin temelini oluşturan bu mevzunun önemini kavramak üzerinde tamamladık. Zira açlık hissetmeden yenen yemeğin tadı hissedilmez. Bu yüzdendir ki talebeler ikinci derse ihtiyaçlarını ve dersin önemini kavrayarak hazır hâle gelmişlerdi. İman hakikatlerini hayatın içine indirememek, hayatın her karesini inanç ve iman algısıyla okuyamamak, birçok problemin temelini teşkil ediyordu. Talebelerle yaptığımız mütalâalarda en çok üzerinde durduğumuz meselelerden biri bu oldu. Dersler üzerinde mütalâalarımız derinleştikçe kader ile ilgili hiçbir problem taşımadığımıza dair kanaatlerimiz zayıfladı. Çünkü itikadî açıdan kader inancı hiçbir mü’minin tenkit parmakları ile yoklamadığı ve teslim olduğu bir inanç iken, pratikte bu inancın yansımalarının hiç de öyle olmadığı dikkatlerimizi çekti. Yani gün içerisindeki bir saatlik tefekkürî okumalar, 24 saat hayata Kur’ân nazarıyla bakmayı netice veriyordu.

Nazarların mânâ-i harfî olup, hikmet ve ibadet haline gelmesi, imanın şartlarını iyi bilmek ve doğru bir inanca sahip olmaktan geçmekteydi. Bunların en önemlisi olan, imanın nihayet hududunu gösteren kader mevzusu ise, adeta hayatî algıların istikameti, pusulası hükmündeydi.

Talebelerin sorduğu sorular ve bizim yönelttiğimiz sorular aslında hepimizi test niteliğinde olup, kader mevzuunda ehl-i sünnet görüşünü öğrenmek gerekliliğini ortaya çıkarmıştı. Bu konunun ifrat ve tefritleri olan mu’tezile ve cebriye görüşlerinin hayatın içerisinde hâkim olan söylemlerine dikkatleri çekmek ve vasat çizginin sağında ve solundaki dikenli uçurumların farkına varıp, doğru bir inanç sahibi olmak zarureti kendisini gösterdi. Aksi halde itikadî kaymalar kaçınılmazdı.

Netice itibariyle, günahlardan uzak olarak geçirilen bu nurlu saatler ve üç ayların bereketli günlerinde yapılan bu mütalâalar çok güzel meyveler vermişti. Zira ilmin önünde en büyük engel günahlardır. İlim, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur. Günahlar ise bu nuru söndürmektedir. Okuma programlarının şehir gürültülerinden, teknolojik haram girdilerinin olduğu âletlerden uzak yerlerde bolca tefekkür yapılacak yerlerde olması programlardan alınacak feyzi arttırmaktadır. İnşâallah, okuma programımızın meyveleri ile ilgili, kader mevzuunu anlamamıza yardım eden sorular ve cevaplar çerçevesindeki yazılarımızı, takip eden haftalarda paylaşacağız.

24.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Kabil Konferansından ne çıktı?


A+ | A-

Ankara dış politikada özellikle Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “akademisyen” kimliğiyle ortaya attığı “oynak merkezli dış politika” da tıkanmış durumda.

Bu süreçte, ABD ile “üçlü mekanizma” çerçevesinde Washington’un “ortak düşman” ilân ettiği “terörle ortak mücadele” ve “anlık istihbarat paylaşımı”, Kuzey Irak’la işbirliği ve topraklarındaki terörü tasfiyesi, “komşularla sıfır sorun projesi”yle başlatılan Ermenistan’la normalleştirme protokolleri ve sınırın açılması, İsrail’le tam gaz süren ilişkilerin dokuz vatandaşın katledildiği Mavi Marmara baskınının ardından üzerinden elli iki dört gün geçtiği el konulan Türk gemisinin hâlâ iâde edilmemesi, kronikleşmiş.

Keza fiyasko ile sonuçlanan “İsrail-Suriye arabuluculuğu”ndan sonra Brezilya ile birlikte girişilen “İran’la nükleer enerji takası arabuluculuğu”, belirsizliğini sürdüren Kıbrıs konusu ve AB ile âdeta askıya alınan müzâkere süreci kronikleşmiş; ileri sürülen “stratejik derinlik”te boğuluyor.

Hergün onlarca-yüzlerce sivilin can verdiği bombalama ve saldırılarla kargaşa ve iç savaşa sürüklenen Irak’ın akıbeti ortada. Bunun gibi iflâs eden politikaların başında okyanuslar ötesinden gelip “Kalıcı Özgürlük Operasyonu”yla ABD’nin Afganistan’ı işgaline NATO paravanında tam destek verilmesi geliyor.

Bu açıdan hafta içinde yapılan ve Batı medyasında “Afganistan’ın kaderini belirleyeceği” pompalanan “Uluslararası Kabil Konferansı”nın sonuçları büyük önem taşıyor.

“AFGANLAŞMA” MI,

“AMERİKANLAŞMA” MI?

70’e yakın devlet ve uluslararası örgüt temsilcisinin, 47 dışişleri bakanının katıldığı konferansta, 2014 yılında Afgan güvenlik güçlerinin Taliban’la mücadelede kontrolü ele alması hedeflenmiş! Bunun için “yol haritaları” hazırlanmış ve Amerikan petrol şirketlerinin eski yöneticisi Karzai yönetiminin başta kalması ve Taliban’ın teslimi ele alınmış…

Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un el altından bizzat “iktidar ortaklığı” görüşmeleri yaptığı Taliban’ın bombalı saldırı tehditlerinin gölgesinde yapılan toplantıda “Afgan Barış ve Yeniden Yapılanma” adı verilen projeye göre, Taliban mensuplarının silâh bırakıp evlerine dönmesi için ev ve iş imkânı sözü verilecek, bunun ekonomik kaynağı de “uluslar arası toplum” tarafından 200 milyon dolar Karzai yönetimine aktarılacak…

Yıllardır yüzbinlerce Afganlının hayatına mal olan savunma plânlarına, NATO şemsiyesi altında onbinlerce askeri kullanmasına rağmen hâlen başşehir Kabil ve çevresi dışında yüzde 80’ine yakın kontrolünün Taliban’ın elinde bulunduğu Afganistan’ın işgalle içine sürüklediği kaos ve kargaşa meydanda. Çözümü uluslar arası topluma ihâle eden ABD, belli ki “hegemonya ve çıkar politikaları”nın peşinde. Bu maksatla başta NATO ve BM olmak üzere uluslar arası kuruluşları kullanıyor.

Ülkenin güvenliğinin kuklası Karzai yönetiminin ve güdümündeki “Afgan güçleri”in eline geçmesi perdesinde, “Afganlaşma” sloganıyla, Afganistan’ın “Amerikanlaşması” için hem uluslar arası toplumdan sağladığı paralarla bir fon oluşturuyor, hem başta NATO bünyesindeki ülkelerin olmak üzere başka ülkelerin askerlerini conilere ve yıllardır dadandığı çıkarlarına kalkan yapıyor…

Tamamen Amerikan hegemonyası ve menfaatlerini, Orta Asya ve Hazar havzası enerji rezervleri ve hatlarına hâkim olma amacını taşıyan bu “işgal projesi”ne ne yazık ki AKP iktidarında Türkiye de tam destek veriyor.

İŞGALLE “ULUSAL UZLAŞI” OLUR MU?

Bilindiği gibi Obama yönetimi en son 30 bin asker göndermeyi ve başta Türkiye olmak üzere diğer NATO ülkelerinden 7 bin muharip askerin buna eşlik etmesini talep etmişti. Ankara’dan 750 kişilik askerî birliğine ek olarak Kabil dışında savaşmak üzere başta Türkiye’den savaşçı birlik istemişti.

Erdoğan’ın önceki ABD ziyaretinde Washington Büyükelçisi Şensoy’un istifasına kadar varan süreçte Erdoğan kapalı kapılar arkasında Obama yönetiminin bu isteğini derhal karşıladı. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere ABD müttefiki birçok ülke bu talebi geri çevirirken, AKP hükûmeti yüksünmeden 850 Mehmetçiği daha belânın içine itti; “cepheye” sürdü, Irak’ta olduğu gibi Türkiye’yi “Amerikan kirli savaşının ortağı” yaptı.

Gelinen safhada Davutoğlu, Türkiye’nin Afganistan’a desteğe devam edeceğini söyleyerek, “ulusal uzlaşı faaliyetleri”ne de katkıda bulunduklarını açıklıyor. Türkiye’nin 2005’ten beri Afganistan’da NATO ve ISAF’ın parçası olarak diğer NATO üyelerinden farklı bir şekilde siyasî ve askerî alanda katkıda bulunduğunu kaydedip, Ankara’nın Amerikan egemenlik ve çıkarlarına desteğini, “NATO şemsiyesi”yle örtüyor…

Ancak “Afganistan’ı bir başarı hikâyesine çevirmek”ten bahseden Davutoğlu’nun, “Afganistan’daki ulusal uzlaşı faaliyetleri”ne dair hâlâ “Öyle yollar ve yöntemler bulmak lazım ki o insanlar bu sorumluluğun bir parçası haline gelsin, aksi takdirde çatışma ortamı içinden çıkılamayacağı” ifâdesiyle “uluslararası Kabil konferansı”nın sembolik olduğunu söylemesi, aslında herşeyi açığa çıkarıyor. Afganistan’ın “çatışma ortamında olduğu”nun ikrarı oluyor.

Anlaşılan başta Davutoğlu olmak üzere, kimse ABD’nin egemenlik ve çıkarları hesâbına terör, kargaşa, çatışma ve iç savaşa sebebiyet veren işgalinden “ulusal uzlaşı”, güvenlik, barış ve istikrar beklemiyor…

Ve “uluslar arası Kabil konferansı” da diğerleri gibi gözboyamadan ibâret kalıyor…

Sahi işgalle “ulusal uzlaşı” olur mu?

24.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Darbe maddesi


A+ | A-

Neredeyse her 10 yılda bir Türkiye’yi uçuruma yuvarlayanlar, yaptıkları işten pişman olmak yerine “kurtarıcı” rolüne soyunuyorlar. 1960’tan başlayarak bazen kanlı bazen de ‘kansız’ darbe yapanların icraatları başka nasıl izah edilebilir ki?

En yeni tartışma konumuz, darbecilerin yaptıkları darbeleri ‘kılıfına uydurmak için’ sarıldıkları bir madde ile ilgili. 211 sayılı “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu”nun, “Umumî Vazifeler” başlığı altındaki 35’nci maddesinde şu hüküm var: “Silâhlı Kuvvetler’in vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”

Darbeciler, bu maddede yer alan “kollamak ve korumaktır” bölümünün kendilerine “darbe yapma yetkisi”ni verdiğini düşünüyorlar. Gerçekten de başarılı olan ve olmayan darbeler bu maddeye dayandırılmak isteniyor.

Şunu bilmekte fayda var: Değil her hangi bir kanunun herhangi bir maddesini değiştirmekle, anayasanın toptan değişmesiyle bile “darbe”ler önlenemeyebilir. Darbeyi önlemek ancak ciddî bir siyasî irade ile mümkün olur. Daha doğrusu, milletin de desteğiyle öyle bir kamuoyu oluşturulmalı ki, darbeciler ‘darbe’yi rüyalarında bile görmekten ürkmeli ve korkmalılar. Darbeyi değil, ‘darbe yapma düşüncesi’ni engellemek lâzım.

Herkes bilmeli ki ‘Darbe yapmaya kalkarsam Türkiye’de ve dünyada yapayalnız kalırım, üstelik en ağır ceza ile de cezalandırılırım.’ Bu şartları oluşturmadan sadece kanun maddelerinin değiştirmesiyle düzlüğe çıkmış olmayız.

Bununla birlikte madem ki darbeciler bu maddeye sarılıyor, tez elden bu ‘bahane’nin ellerinden alınması lâzım. Türkiye, AB yolunda ağır aksak da olsa bunca yol almasına rağmen, hâlâ bu maddeye dokunulmamış olması da anlaşılır değil. Nasıl ki 12 Eylül darbe anayasasının yürürlükte olması Türkiye için bir ayıp ve kayıptır, aynı şekilde darbelere bahane edilen meşhur “35. madde”nin de yerinde duruyor olması ayıp ve kayıptır.

Bu konu bir şekilde gündeme geldiğine göre, meselenin üzerine gidip, siyasilerin sözlerinde durmasını talep edebiliriz. İlk bakışta bütün partiler bu maddenin değişmesini istiyor gibi görünüyor, ama konu Meclise geldiğinde bazı partilerin ‘yan çizmesi’ mümkün olabilir. Böyle bile olsa bu maddenin değişmesi TBMM gündemine gelmeli ve partiler için bir anlamda ‘imtihan vesilesi/ turnosol kâğıdı’ vazifesi yapmalı. Bakalım, hürriyet ve demokrasiden yana olduğunu söyleyenler sözlerinin ve iddialarının arkasında durabiliyor mu?

TBMM tatile girdiğine göre bu maddenin değişmesiyle ilgili konuların tartışılması da yeni çalışma dönemine ertelenmiş görünüyor. Aslında siyasî partiler, bu maddeyi de vesile kılıp çok daha köklü siyasî değişiklikleri gündeme taşımalıdırlar. Gerek seçim barajı ve gerekse Siyasî Parti Kanunundaki demokrasiye engel maddeler ayıklanmalı, gerçek ‘demokrasi paketleri’ gündeme gelmelidir. Bir adım sonrasında da yeni ve gerçekten sivil bir anayasa Türkiye’nin gündemine gelmelidir.

“Ayrıntı” maddelere enerji sarfetmek yerine, darbe anayasasını aratmayacak sivil ve demokrat bir anayasa yapmak en iyisi...

24.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.