30 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Adnan Menderes’in Konya nutku

Din ve vicdan hürriyetinin bu memlekette yerleşmesi uğrunda büyük mücadeleler veren Demokrat Parti ve kadrolarının bu uğurda her şeyi göze alarak yaptıkları hizmetleri unutmak mümkün değildir. 27 Mayıs darbe sürecinin en önemli bahanelerinden birinin ezanın Türkçe’den Arapça’ya çevrilmesini sebep gösterenleri duydukça, Demokratların mukaddes değerlerimiz konusunda gösterdikleri hassasiyetlerini daha iyi anlıyoruz. Bu uğurda şehit düşenleri bu vesileyle rahmetle anıyoruz. Demokratların en önemli icraatlarından biri de şüphesiz din eğitimi konusunda yaptıkları çalışmalardır.

Yaklaşık elli dört sene önce orta öğretimde din eğitiminin tartışıldığı günlere gidelim. Bu konunun ilk defa dile getirildiği ve o günün medyasında ve muhalefet cephesinde büyük fırtınalar kopartan meşhur Konya nutkuna değinelim istedik. Bu konuda o günün bazı basın organlarını inceledik. Dilerseniz önce Konya nutkuna bizi götüren ve basında yer alan haberlere bir göz atalım.

04.01.1956 tarihinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes ve bazı milletvekilleri bazı açılışlarda bulunmak üzere Ankara’dan trenle Antalya’ya doğru hareket ederler. Ertesi gün Antalya’da iplik ve dokuma fabrikasının temeli atıldıktan sonra Başbakan yapmış olduğu yarım saatlik konuşmasında, Demokrat Parti’yi yıkmak için büyük bir gayret sarf edildiğini, bütün bu hücumlar karşısında partinin kuruluş yıllarındaki azim ve heyecanı kazandığını bildirerek, Demokrat Parti’nin vatanın bütün sathında sesini duyurmak için harekete geçmek üzere olduğunu işaretle gazetelerin aleyhte neşriyatına temas ederek, muhalefetin de düpedüz yalan söylediğini dile getirmiştir. Bayar ve Menderes’in Antalya’dan sonra ikinci durakları 06.01.1956 tarihinde Isparta olmuştur. Reisicumhurla Başvekil Isparta Belediyesi önünde halka hitap etmişlerdir. Daha sonra Akşehir’den trenle Konya’ya gelmişlerdir. Başbakan Menderes’in Konya’daki konuşması her ne kadar ağırlıklı olarak malî konuları içermişse de, en büyük fırtına “din eğitimi”ne dair yaptığı birkaç paragrafla kopartılmıştır. 07.01.1956 tarihinde Konya’daki nutkunda şu görüşlere yer vermiştir:

“Şimdi size lâiklik telâkkimizden de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti mânâsına gelir. Din ile siyasetin kat’î sûrette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.

“Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.

“Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup isnadı revâ görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ seviyesini bulmuştur.” Başbakan Adnan Menderes alıntıladığımız Konya Nutku üzerine basında ve muhalefet cephesinde aldığı büyük tepkiler üzerine 14.01.1956 tarihli gazetelere bir açıklama gönderir. Başbakan sözlerinin maksatlı olarak tefsirlere tâbi tutulduğunu ifade ederek Zafer gazetesinin sorduğu suâli şu şekilde cevaplandırmıştır:

“Konya’da Hükûmet Meydanında büyük bir kitle halinde toplanmış bulunan çok muhterem Konyalı vatandaşlarıma karşı söylediğim nutkun lâiklik telâkkimiz hakkındaki kısmının su-i niyet sahibi kalemlerde nasıl tefsire tâbi tutulduğunu, ben de esefle müşahede ettim. Bunlardan bir kısım sözlerimin, kardeşi kardeşe kırdıracak bir mahiyette olduğunu, bir kısmı sağ politikacılara meydan açtığını ve mukaddesatçılık yasağını ortadan kaldırdığını ve netice itibarıyla Türk inkılâplarının büyük esaslarından birini zedelediğini ifade etmişlerdir.

“Bütün bu yazılarda dikkatime çarpan cihet, Konya’daki sözlerimin takip olunan maksatlara ve elde edilmek istenilen neticelere göre tahrif edilmiş olmasıdır. Meselenin iyice anlaşılması için, evvelâ Konya’daki sözlerimi bir kere daha ve o günkü Anadolu Ajansında neşredildiği gibi tekrar etmek isterim” diyerek yukarıda alıntıladığımız Nutkunu tekrarlamıştır.

Başbakan Adnan Menderes’in orta öğretimde din derslerinin mecburi hâle getirileceğine dair basında çıkan Konya Nutku açıklaması aynen Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Emirdağ Lâhikası II. cildinde iktibas edilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, bu hayırlı gelişmeyi, sözkonusu iktibas edilen yazının sonuna ilâve edilen haşiyede şöyle dile getirir:

“Haşiye: Başvekil’in Konya’daki ehemmiyetli nutku için umum Nur Talebeleri ve mektepli mâsum çocuklar nâmına bir tebrik yazacaktım. Şimdi kalbime geldi: Risâle-i Nur’un serbestiyetine dair müdafaatlarımızın ve ehemmiyetli bir avukatımızın ehl-i vukufa cevabının arkasında, o nutku, Risâle-i Nur’un serbestiyetine dair bir sebep ve senet göstermekle Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini ona bir mânevî kuvvet ve duâcı yapmak; ezan-ı Muhammedînin ilânı onlara nasıl bir mânevî kuvvet hükmüne geçti, bu nutukla Risâle-i Nur’un serbestiyeti dahi ona bir mânevî kuvvet hükmüne geçmesi için, ona tebrik yerine, dâvâ vekilimizin haklı müdafaasında bir haşiye yaptık.

“Rehber’in müsaderesine bahaneleri reddeden avukat Mihri’nin müdafaatı gibi, Konya’da Başvekil’in bu nutku da o bahaneleri reddeden bir hakikattır.”

(Emirdağ Lâhikası-II, yeni tanzim, s. 805-807)

MEHMET SELİM MARDİN

www.msmardin.com [email protected]

İlgisizlik hali ne dehşet vericidir

Hasan ismini bir kenara not edin. Liseli. Bizim mahalle bakkalının oğlu. Akşamlara kadar bakkalda müşterilerle zaman geçiriyor. Yani esnaflık dersine çalışıyor. Tabiî bir de öğrenci Hasan. Yıllardır Hasan’la tanışırız. Hani mahalleli olarak. Zaman zaman da ufak yollu konuşmalarımız oldu. Ama onu hiç kitap okurken görmedim. Fakat ablasının başarılı bir edebiyatçı olduğunu ve diğer iki ablasının da üniversiteli olduklarını biliyorum. Çünkü zaman zaman bakkal Ahmet Abi ile dertleşiyoruz. Fakat Ahmet Abi ile bugüne kadar Hasan’la ilgili ciddî anlamda bir konuşmamız olmadı.

“Nasıl gidiyor” falan diyoruz, o da genel anlamda “iyi” diyor ve geçiyoruz.

Ne zaman ki, geçenlerde Hasanla ayaküstü konuşurken, ‘Hocam, hep elinizde kitapla geziyorsunuz, ne kitabı bunlar?’ deyince, ben, içinde olduğum ihmali anladım. Ve adeta onun bu sorusu bende yeni bir sayfa açtı ve ayaküstü konuşmayı, oturarak konuşmaya çevirdik.

Tabi, bir şey ihtiyaç hissedilirse, onu algılama çok daha farklı oluyor.

Evimizin önündeki Hasan’ın bu kadar konuşulan konulara duyarlı olduğunu bilmiyordum. Yani insan bazen gözünün önünün körü olabiliyor. Onun için artık sağıma soluma bir kez daha yeniden bakıyorum.

Hasan biraz da kendisini ihmal ettiğimizi ima etti haklı olarak. Ama biz de geçmişe takılıp kalmadan, hemen işe koyulduk ve Halit Ertuğrul Hocanın kitaplarından başladık.

Şu açık ki, toplumumuzda insanların kitabı bir ihtiyaç olarak görme alışkanlığı yok. Yani genel insanlara göre kitap olsa da olur, olmasa da. Onun için bir konuda özel olarak gidip, kitapçıdan bir kitap alma veya kitap siparişi verme özürlüyüz.

Yani her türlü maddî ihtiyaçları gözetiriz, temin etmek gerektiğinde pek çok fedakârlıklar yapıp elde ederiz. Ama iş kitaba gelince, iş manevî ihtiyaçlara gelince nedendir ki, nefis ve şeytan onlarca cümle kurar ve mümkünse tehir etmenin, “tamam yarın hallederiz” demenin tuzağına düşülür.

Ben de bu problemi bildiğimden hemen eve çıktım ve Hasan için seçtiğimiz ve başlamamız uygun olacak kitabı bulup Hasan’a ulaştırdım. Kitabın bitirilmesi için de bir hafta belirledik. Haftanın sonunda da kitap üzerinde mütalâa edeceğimizi belirttim.

Hasan, öncelikle böyle bir başlangıç için biraz şaşkınlık yaşadı. Yani selâm verdik borçlu çıktık kabilinden, hocaya bir lâf attı, Hasan oltaya yakalandı.

Yine bir acı manzara da, başarılı edebiyatçı ablası Hasan’ı anlaşılan konuşulacak bir kişi olarak görmemiş. Hiç kitap üzerine ablası ile konuşmamışlar. Yani Hasan’ın kitap okuyup okumaması evde pek gündem konusu olmamış.

Bu da düşündürücü.

Neyse başarının önüne bahaneler üretmek her zaman için mümkündür. Ama önemli olan bu bahaneleri kaldırmak ve sonuca ulaşmak.

Hasan’ın nasıl bir yapıda olduğunu, okuduklarını anlama ve hayatla bağlantısını kurma konusunda nerelerde olduğunu kitap üzerinde konuşurken anlayacağız.

Doğrusu ben de merak etmiyor değilim.

***

Hasan geçenlerde kendisine verdiğim kitabı bitirmiş.

Kitabı bana iade etti.

‘Nasıl?’ dememe bile gerek kalmadan, Hasan kitap üzerinde konuşmaya başladı. Ben hiç araya girmedim. Hasan, konuştukça konuşuyor. Kitaptaki konunun kendi hayatıyla bağlantısını kuruyor.

Abartmıyorum Hasan bir beş dakika kadar konuştu.

Yazarın üslûbundan, kitap içerisinde geçen yazara özel kavramlardan pek çok konulara girdi.

Çevremizdeki gençlerle çok da derinden, nitelikli ilişkiler içerisinde olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Çünkü şu anlatılanlar için çok da ciddî bir efor sarf ettiğimi söyleyemeyeceğim.

Yani küçücük ilgiler kocaman sonuçlar doğuruyor. O zaman küçük küçük ilgilerimizi o kadar çekiyoruz ki hayattan. Böyle olunca da hayat çok önemli renklerini kaybediyor. Yani evimizde, apartmanımızda, mahallemizde o kadar çok yapacak işler var ki, bunlar öyle çok zor işler de değil.

***

Hasan ile şimdi ikinci kitap üzerindeyiz.

Doğrusu okumaya yeni ilgililer için hikâyecikler oldukça iyi gidiyor. Yorucu olmayan, sürükleyici hikâyeler onlarla kitapların buluşmasını netice veriyor. Zaten bu buluşma başladı mı arkası gelecektir.

Şunu anlıyorum ki belki de ebeveynlere, eğitimcilere düşen en güzel vazife, çocuklarımız, gençlerimizle kitap buluşmasını yapabilmek. Bu buluşma çok şeyleri halledecektir diye düşünüyorum.

Hasan ile dört beş yıl sonrasının sohbetlerini, konuşulan konularını tahmin edebilir misiniz?

Demek her şey çalıştığımız kadar olacaktır.

İlk kez bir kitap bitirdiğini ifade eden Hasan’ın bu cümlesi önce beni mahçup etti. Ne çok kayıplarımız var günler gelip geçerken. Tam bunları düşünürken, ‘ilgi’nin çok önemli olduğunu anlıyorum.

Olumsuz iletişim bile, aslında bir iletişim biçimidir. Ama ya ilgisizlik?

Kendisine güzel cümleler kurulan bir insanın vücut kimyasındaki o muhteşem etki, elbette kirli cümleler karşısında bir o kadar olumsuz, dağılmış, yıkılmış olacaktır. Ama ya kendisine hiçbir şey söylenmeyen, ilgilenilmeyen insanın dünyasındaki etki nasıldır?

Muhtemeldir ki, asıl yıkım ilgisizlik halidir.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Ortak nokta

Asırlardır insanoğlu sürekli yer değiştiriyor. Her gün milyonlarca kişi gözlerini açarken, bir o kadar kişi de vefat ediyor. Gelen gideni unutturuyor. Yaptığı işler eskisini aratmıyor. Bazen yanındakiler kuvvet veriyor, bazen tek başına ilerlemek zorunda kalıyorsun…

Herkesin hayatı değişik. Bir günde insanlar çok değişik anlar yaşıyor. Bir günümüz diğer günümüze eşit olmuyor. Aynı evde yaşayan kişiler bile ayrı pencerelerden bakıyor. Ama bizi birleştiren ve bir noktada tutan bir sebebimiz var. Belki hafta da bir, belki her gün, belki iki günde bir; ama hepimiz bu ortak noktada bulunuyoruz. Onlar Risâle-i Nur’lar…

Hepimiz işlerimizi arkamızda bırakırız. Dünya işlerine birkaç saat ara veririz. Televizyonlar kapanır, bilgisayarlar beklemeye alınır, cep telefonları sessiz olarak ayarlanır. Nefsimizin iplerini eline alma vaktimiz gelmiştir. Çok şükür kıldığımız namazlar, çektiğimiz tesbihler, okuduğumuz Kur’ân-ı Kerimler nefsimizin terbiye aracıdır. Ama bunları neden yaptığımızı anlayarak, yaşayarak öğrenmek de çoğu tehlikeye karşı bizi korur. Ve şimdi ders vaktidir.

“Bismillahirrahmanirrahim,

“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim ‘Sekiz Söz’ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”

Bir saate yakın vakit geçti. Ruhumuzun rahatlığı yüzümüzü aydınlatıyor. İçimizdeki sevinç etrafımıza yayılıyor. O kadar şanslıyız ki, bu güzelliklerle bizi kuşatan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Ders sonrası, çay içerken yapılan sohbetin tadını başka bir yerde bulamayız. Dedikodu kapının dışında bir dilenci olmuş, siyaset ise gelmeye bile utanır durumda kalmış.

İşte bizi herkesten ayıran özellik budur. Hepimiz diplomasız yüksek lisans öğrencileri gibiyiz. Not alırız, dersimize çalışırız. Yaşımız kaç olursa olsun, her okunduğunda yeni bir şey öğreniriz. Her zaman taze kalan ve yenilenen Kur’ân-ı Kerim’i, Risâle-i Nur’larla keşfederiz.

O yüzden diğerlerinden farklı bir havamız vardır. O yüzden başörtümüzü perukla süslemek istemeyiz. Kırk civarında dile çevrilen Nurların içerisinde, ona yakışan ve onunla yaşayan kişiler olmak isteriz…

Hepimizin değişik hayatlarından ayrılan birkaç saatle neler yaparız. Aynı pencereden cenneti manevî olarak seyrederiz. İşte biraz vaktimizi ayırınca neler yapabiliyoruz. Dünya işlerini arkamızda bırakıyoruz ve Rabbimizin şanslı olarak seçtiği insanların arasında yer alıyoruz. Biz zaman ayırmıyoruz, zaman bize çok büyük bir şans veriyor. Kirâmen Kâtibîn melekleri bizimle dinliyor. İşte Risâle-i Nur derslerinin önemi budur. “Ben derse gitsem ne olacak? Evde okurum.” dersek o havayı evde yakalamayız. Aslında ders sırasında ders yapan kişinin arkasında Üstadımızın olduğunu hayal ederim. Belki de böyledir. O, baş köşede her zaman bizi dinler. Melekler fotoğrafımızı çeker. Öldüğümüz zaman bu albümde kim yer almak istemez ki?

İnşâallah Rabbim bizi bu yoldan ayırmasın. İşlerimizin yoğunluğu bizi bu güzel nimetten ayıracak bir engel olmasın. Beşeriz şaşarız, güzelliklere zaman gelir arkamızı döneriz. Allah bizi bu gafletten korusun İnşâallah…

MERVE İRİYARI

Barla'da istifadeye medar iki gün

Cumartesi sabahı bir tatlı telâşla sabah namazını kılmak için erkenden kalkıyoruz. Cuma akşamı sözleşmiştik, saat 6.30’da Denizli’den Barla’ya hareket edecektik. Denizli Yeni Asya Temsilciliğinin teşvikiyle katılacağımız bu programın istifadeye medar olacağını tahmin etmek pek güç değil.

Kısa bir rötarın ardından Durmuş Ali Ağabeyimizin kaptanlığında Barla’ya hareket ediyoruz. Mehmet ve Durmuş Ali Abimizin tatlı sohbeti, seyahatimize ayrı bir renk katıyor. Saat 09.00 civarı Barla Yeni Asya Sosyal Tesislerine varıyoruz. Niyazi Ağabeyin bütün misafirlere yaptığı gibi bizi de büyük bir güler yüz ve nezaketle karşılıyor.

Ders salonuna çıktığımızda İsmail Ağabeyimizden programın öğleden sonra başlayacağını öğreniyoruz. Zamanı değerlendirmek için “Cennet Bahçesi”ne doğru yola çıkıyoruz. Sabah güneşinin eşliğinde Cennet Bahçesi’ne giriyoruz. Oranın manevî havasını anlatmaya ne hacet! Sonbaharın da katmış olduğu ayrı bir güzellikle tefekkür ederek bahçede ilerliyoruz. Susuzluğumuzu çeşmede giderdikten sonra Cennet Bahçesinin meyvelerinden tatmayı da ihmal etmiyoruz. Cennet Bahçesinden aldığımız tatlı bir huzurla Üstadın evine doğru hareket ediyoruz. Yol üzerinde karşılaştığımız diğer kardeşlerimizle topluca bir hatıra fotoğrafı da çektirdikten sonra Üstadımızın evine varıyoruz. Orada bir ders yaptıktan sonra programın başlayacağı Yeni Asya Sosyal Tesislerine doğru yöneliyoruz.

Namazı, tesislerde kıldıktan sonra ilk konuyu İsmail Ağabeyimizden dinliyoruz. Verilen seminer hepimiz tarafından büyük bir dikkatle dinleniyor.

Akşam namazı ve tesbihattan sonra yemeğimizi yiyoruz ve yatsı namazını kılmak için ders salonuna gidiyoruz. Yatsı namazının ardından Ali Abi, Üstadın üç hayat devresi konulu bölümü anlatıyor. Dersin ardından vaktin hayli geç olmasına rağmen ilâhi ve şiir bölümüne geçiliyor. Kardeşlerimiz coşkulu bir şekilde ilâhilere eşlik etmesi şevkimizi bir kat daha arttırıyor. Bu bölümün ardından Cumartesi programı sona eriyor ve sabah namazına kadar istirahata çekiliyoruz.

Pazar sabahı, sabah namazını kardeşlerimizle beraber kılıyoruz. Kahvaltının ardından Mustafa Ağabeyimizin sunduğu seminer başlıyor. Bu konuları istifadeli bir şekilde dinledikten sonra bir çay molası veriliyor. İbrahim Ağabeyimizden de “talebe olmanın önemi”ni dinliyoruz. Öğle namazı kılındıktan sonra Risâle-i Nur okumanın önemi ve tarzı adlı konuyu sunumu dinliyoruz. Sonra, yola çıkma vakti geliyor. İstifadeye medar olduğunu gördüğümüz “Barla Programı” duâlarla sona eriyordu. Kardeşlerimizle, bir dahaki seferlerde görüşebilmek temennisi ve duâsıyla helâlleşiyoruz ve Barla’dan ayrılıyoruz.

İBRAHİM HALİL MENEK-GÖKHAN ACAR

[email protected]

İmkânat, vukuât ve malûm yasak

İmkân “kün” (ol!) emrinin kardeşlerinden biri. Mekân da bununla ilgili; kün emrinin hükmünü icra ettiği, mevcudun vücuda getirildiği yer. Kâinat da aynı kökten türemiş; var edilenlerin bütünü.

“İmkân” mütesaviyyetü’tarafeyn’dir. Yani adem ile vücudun; yokluk ile varlığın müsâvî (eşit) olmasıdır. Mümkinât dediğimiz eşya (şeyler) bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucidin iradesi, ilmi, kudreti ile varlık âlemine çıkar.1 Yani kendilerine hâricî bir vücut verilir.

İmkân bir şeyin varlığı ile yokluğu arasındaki eşitlik iken; vuku’, onun var edilmesi; duyularımız ile görülür, hissedilir hale getirilmesidir.

Bu mesele Risâlelerin önemli bir vurgusudur. Üstad var edilenlerin vukuât olduğunu, bizim onlardan sorumlu olduğumuzu, onların birer şükür gerektirdiğini, imkânâttan ise sorumlu olmadığımızı çok yerde ifade eder.

Vesvese bahsinde imkân-ı zâtî ve imkân-ı zihnînin farklı olduklarını enfes misâllerle anlatır.2

Aynı vurgu Risâleler vasıtasıyla iman ve Kur’ân dâvâsının müdafaasını yaptığı Lâhikalarda ve Şuâlardaki mahkeme savunmalarında da belirgindir: O, herkesin birer cinayet işleyebilme imkânı ve ihtimalinden dolayı sorguya çekilemeyeceğini ifade eder.

Vesvese ile ilgili olarak getirdiği enfes misâlden hareket edersek, Barla Denizinin (Eğirdir Gölü) şu anda kurumuş olması imkân-ı zâtî dâhilindedir.

Ama madem ki, söz konusu gölün çekildiğine dair, tabanında “tektonik” bir hadise vukua geldiğine dair, taşların gözeneklerinin genişlediğine ve bu yüzden tedricen kurumaya doğru gittiğine ilişkin elimizde herhangi bir delil yoktur… O halde gölün kuruyacağından endişe etmek aklımızın kenarına bile gelmez ve gelmemeli.

Yani düşünülmesi gereken Eğirdir Gölünün kuruması imkânı değil; Amik Gölü’nün, Aral Gölü’nün ve Sultan Sazlığının hangi iktisadî düşüncelerle kurutulduğudur. Onların yeniden birer göl haline getirilmeleri için çareler araştırılabilir.

İmkân-ı zâtînin imkân-ı aklî ile karıştırılmaması gereğinden dolayıdır ki, hiçbir satıcı mutfak bıçağı almak isteyen bir kadına “Senin kocan eve içkili gelir, kavga edersiniz, kavga sonucu o seni bıçaklayabilir, o yüzden sana bu bıçağı satamayız” demez.

Bıçakla eş ve çocuklarını doğrayabilecek olanların bulunduğu bilinse bile, madem bu mevhum bir haldir, ona itibar edilmez. Mutfak bıçağının sağlayacağı kesin fayda düşünülür.

Bu evrensel mantık kuralı, hukukumuza “Mutlak menfaat mevhum mazarrata feda edilmez” şeklinde yansımıştır. Bir işin yapılmasında kesin bir menfaat, çıkar varsa onun yapılması yoluna gidilir, ortaya çıkaracağı muhtemel zararlar olsa bile, onlar nazara alınmaz demektir.

Bu kadar teoriden sonra, sözü şuraya getiriyorum: Bir partinin iyi niyetli olduğuna inanmak istediğimiz genel başkanının başörtüsü serbestîsi hususundaki “girişim”leri partisindeki bazı yaşlı “cumhuriyet kızları”nın itirazına uğradı.

Sayın ablalarımız da maalesef yukarıdaki sakat mantıktan besleniyorlar: Ya başörtüsü, üniversiteler ve yüksek okullarda serbest bırakılır da onların çokluğu açık kızlarımız üzerinde bir mahalle baskısı oluşturursa… Görmüyor veya görmek istemiyorlar ki, başörtülü kızlara şu an revâ görülen yasak vukuâttır, başörtülülerin açıklara gelecekte uygulayacağı muhtemel mahalle baskısı ise imkânattandır.

Kaldı ki, böyle bir baskının oluşacağına dair en küçük bir emâre bile yoktur. Ezcümle: Endişe etmesinler, toplumda maalesef, bize göre maalesef, ciddî bir açılma meyli vardır; yirmi beş sene önce gördüğüm, dininde gayet mazbut bir doğu şehrimize geçen yaz iş icabı bir daha gittim. Sokaklarda, dekolte giyinen kadınların sayısı mütesettirelerinkinden hiç de az değildi. Korkulmasın, ne örtülülerin mahalle baskısı söz konusuydu, ne açıkların. Bazısı da kol kola, omuz omuzaydı.

Şimdi, birilerinin bu millete revâ gördüğü bu zulüm bir vukuattır: Gerçektir, somuttur, gözle görülüyor. Tedbir bunun üzerinde düşünülür. Başörtüsü serbest olunca, bu serbestinin getireceği mümkün ve muhtemel zararları düşünmek, endişe etmek fikren belki mümkündür, ama olmuş gibi kabul edip bu serbestîye cephe almak akıl kârı değildir.

Böyle olunca, madem ehl-i din, çıplak bacakları ve kolları ile masumların ebedî hayatlarını mahveden modern amazonlara tahammül gösteriyor, onları tolere ediyorsa, birileri de onların hanım ve kızlarının tesettürlü olmalarını tolere etmelidir.

Şunu da düşünmeden edemiyorum; bütün bu gürültünün ardında birilerinin iç dünyalarında, dindarlara reva görülen hâlihazırdaki zulmün verdiği endişe yatıyor olmasın?

Bu, “Biz onlara bunca yıl zulmettik, ya onlar da bize zulmederlerse ne olur?” sorusunun getirdiği bir kaygı olmasın?

Korkmasınlar; ehl-i dinin kızları, kadınları, medeniyette, nezakette, duygudaşlık kurmada laik muâdillerinden hiç de geri değildirler.

Kendilerini tesettürlülerin yerine koymayı denesinler: Tesettüre çoklukla riâyet edilen bir toplumda, biz açılma hürriyeti isteseydik, bunların reaksiyonu ne olurdu diye fikir yürütsünler.

Hem, hiç endişe etmesinler. İslâm tarihi, çeşitli inançların ve onların tezahürlerinin serbestîsi hususunda müsbet vukuâtın sayısız örnekleri ile doludur.

Malûm ilke anayasaya girmezden önce de İslâm toplulukları içinde çok sayıda gayrimüslim, dinlerinin dışavurumlarını serbestçe ifa ede geldiler. Anadolu’da, Lübnan’da, Suriye’de, Ürdün’de bunun çok sayıda kalıntısı ile yüz yüze gelinilecektir.

İç savaşın yerle bir ettiği Beyrut’ta bile bir cami ile bir kiliseyi yan yana görebilirsiniz. Ürdün’de bir kilisenin anahtarının Müslümanların elinde olduğu bilinir mi acaba? Müze-kilisenin değil, ibadete açık bir kilisenin. Açmak istediklerinde gelip anahtarı bir Müslümandan alıyorlar.

Sözün kısası, biz şu an vuku olmuş bulunan bir zulmü, adaletsizliği kaldırmak durumundayız, ilerideki muhtemel zulümlere ise, zamanı geldiğinde müdahale edilecektir.

Öncelikle, dindar kesimin kanaat önderleri bu mahalle baskısına, bu adaletsizliğe izin vermeyecektir.

Hem de, bütün dinlere eşit mesafede durması gereken laik devlet, tanımı gereği bu adaletsizliği önlemek için vardır.

Özetlersek, imkânatın vukuâtla karıştırılması hatalıdır; mahalle baskısı iddiâları yersizdir, temelsizdir.

Dipnotlar:

1- Meselâ bkz., Said Nursû, Sözler, “Otuz Üçüncü Söz”, (İstanbul: Sözler Yayınevi 2009) s. 663.

2- Age, s. 272-3.

MEHMED BOYACIOĞLU

ASR-I SAADET’TEN LÂTİF BİR NÜKTE

Herkese şaka yapan Nuayman’a, “Eden bulur” kaidesince bir gün öyle bir şaka yapıldı ki, eğer Hz. Ebu Bekir yardımına koşmayaydı, işi gerçekten çok zordu.

Hz. Ebû Bekir, Basra taraflarına doğru ticaret gayesiyle yolculuğa çıkmıştı. Yanında, her ikisi de Bedir gazilerinden olan Nuayman ile Suveyd b. Harmele vardı.

Her halde konakladıkları bir yerde, Hz. Ebu Bekir’in bir işi çıktı ve eşyaların başına Nuayman’ı bırakarak gitti.

Suveyd’in karnı çok acıkmıştı. Nuayman’a gelerek:

“Karnım aç, bana yiyecek bir şeyler ver!” dedi.

Nuayman ise:

“Ebu Bekir gelene kadar kimseye birşeycik veremem” diye onu tersledi. Suveyd ne kadar ısrar ettiyse, Nuayman’ın cevabı değişmedi.

“Ebu Bekir gelene kadar kimseye birşeycik yok!”

Bu işe çok kızan Suveyd:

“Yemin ederim sana öyle bir iş yapacağım ki, göreceksin!” dedi.

Bir süre sonra, bir kâfileye rastladılar. Suveyd onlardan birine şöyle dedi:

“Benim bir kölem var. Satmak istiyorum, onu satın alır mısınız?”

Onların bir köleye ihtiyaçları vardı.

“Neden olmasın bir görelim!” dediler.

“Ancak bu kölenin garip bir huyu vardır.” dedi Suveyd.

“Nedir?” diye sordular.

“Köle olduğunu asla kabul etmez. ‘Ben köle değilim! Ben köle değilim! Bırakın beni!’ diye bağırır durur. Eğer o böyle dedi diye bırakacaksınız, bu işe hiç girmeyelim” dedi Suveyd.

Adamlar, “Olsun” dediler. “Biz senin köleni satın alacağız.”

Bir miktar kumaş karşılığı anlaştılar ve satış gerçekleşti. Olup bitenden habersiz Nuayman’ın yanına gelen adamlar, onun boynuna bir sarık sarıp bağladılar.

Nuayman, işin aslını öğrendiğinde başladı bağırmaya: “Ben köle değilim! Ben köle değilim! Bırakın beni!”

Adamlar ise, gülerek:

“Tabii, tabii! Sen köle değilsin” dediler. “Biz senin huyunu efendinden öğrendik, boşuna çırpınma!”

Nuayman son bir ümitle:

“Vallahi o sizinle dalga geçiyor! Ben hür bir adamım asla köle değilim!” diye bağırdıysa da, bu çabaları hiç işe yaramadı. Adamlar Nuayman’ı çeke sürükleye alıp götürdüler.

Biraz sonra, Hz. Ebu Bekir geldi ve Nuayman’ı sordu. Suveyd, olup biteni kendisine anlatınca, Hz. Ebu Bekir, koşup adamlara yetişti ve kumaşları kendilerine iade edip Nuayman’ı geri aldı.

Medine’ye geldiklerinde olup biteni Peygamber Aleyhisselam’a anlattılar. Allah’ın Resulü (asm) neşelendi ve çok güldü.

Uzun bir süre her fırsatta hatırlanan bu hadise, saadet asrının altın sahifelerine, latif bir nükte olarak kaydedildi.

(S. Gündüzalp, Bir Gül Demeti, s. 270)

HACCIN HİKMETİNE DAİR

Hac farz olmasa, dünyadaki Müslümanlar birbirini nasıl tanırlar?

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: “Biz sizi bir takım milletler, kavimler, kabileler halinde yarattık. Birbirinizi tanıyasınız ve gerekeni yapasınız.” (Hucûrat Suresi, 13) mealindeki âyet-i kerimeden de anlaşıldığına göre, emir buyrulan tanışma ancak hac mevsimi mümkün olabilir. Yoksa üç-beş kişinin ticaret kastıyla birkaç memleket dolaşması o maksadı temin edemez.

Mahir İz, Din ve Cemiyet

BÜLBÜLLERİN ALKIŞLAMASI

Baharda umum kuşlar namına, nebatat kafilelerinin erzak-ı hayvaniyeyi getirmelerine karşı bülbüller bir hatiptir ki, onları kuşlar namına alkışlıyor.

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, 95

YARIŞÇIYA ANNESİNİN DUÂSI

Motosikletçi Kenan Sofuoğlu, şampiyonluk yarışından bir gün önce annesini telefonla aramış: “Anne, duâ et, yarışımız var.”

“Aman oğlum yavaş git!”

MODERN DÜNYADAKİ GEÇİM VASITALARI

Eğer geçmiş, bugünün şahidi olabilseydi, modern dünyadaki geçim vasıtalarını görerek, ‘İnsan bunun için mi yaratıldı?’ diye bağıracaktı.

Martin Lings

NEBEVÎ DUA

Yâ Rabbi! Bütün günahlarımı, azını ve çoğunu, görüneni ve görünmeyenini, ilkini ve sonunu, hepsini mağfiret buyur.

Hz. Peygamber (asm)

İNSAN VE İYİLİK

İnsan kalbi iyilik gördüğü kimseyi sever.

Hz. Aişe (r.anhâ)

HAYIR NEDİR?Hayır, arzuladığımız neticenin gerçekleşmesi değildir. Doğruyu yaptığımız zaman ortaya çıkan her netice hayırdır.

İmam Rabbanî

AHİRET TİCARETİ

Bir kimsenin ticareti, ahiret ticaretine mânî oluyorsa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bu, bir çömlek için altın kupa verene benzer.

İmam Gazalî

ÜMİT

En büyük felâketler içinde bile ümidini kaybetme. Unutma ki; ilik, sert kemiğin içinden çıkar.

Hafız-ı Şirazî

KARDEŞİNİ TERCİH

Kardeşinin sandalını karşı sahile geçirmesine yardım et; göreceksin ki, sen de karşıdasın.

Hint Atasözü

ÖMÜR DEFTERİ

Dünya hayatının günleri, ömür defterinin sahifeleridir. Akıllıların vermiş olduğu bu nasihati iyi düşün. Bahtiyar o kimsedir ki, bu temiz defter üzerine ancak hayırlı yazılar ve iyi eserler bırakır.

Molla Câmî

DÜŞÜNMEYİ SAĞLAMA

Ben kimseye bir şey öğretmem, sadece düşünmeyi sağlayabilirim.

Sokrates

SİYASET NEDİR?

Siyaset, basit anlamda iktidar ilişkisini düzenleyen bir teknik değil; bunun yanında, Arapça “es-seyis” ile aynı kökten gelmiş olmasının işaret ettiği üzere, bir yönetme sanatıdır.

Ali Bulaç

TARİHÇİ

Tarihten önce tarihçiyi inceleyiniz. Tarihçiyi incelemeden önce de onun tarihî ve toplumsal çevresini inceleyiniz. Tarihçi, bir birey olarak aynı zamanda hem tarihin, hem de toplumun bir ürünüdür.

C. Carr

Mazinin elbiseleri

Her doğum günü mazime bir yıl daha ekliyor. Bir yıl daha yaşlanıyor her şey. Kocaman gökyüzü güneşiyle, yıldızıyla, bulutuyla büyüyor gözümde.

Gözümde…

Ne çok şey değişiyor. Anlamlar başka boyutlarda geziyor. Her gün yeni doğumlar olurken, çoktan hayat trenine binmişsin. Gözünde eşya renk değiştirir gibi, deli gibi akıp gidiyor. Mevsimler sınır tanımıyor hızında. Ve ben mevsimlere yeniliyorum. Bir sene daha geçti ya, çocukluğuma, gençliğime çizik atıyorum. Daha doğrusu unutmaya çalışıyorum. Bir hatayı, günahı, pişmanlıkları.

Hata…

Asırların koca gölgesi. Uçurumun başı ve sonu. Yenilgim. Kafes arkasında kalmayan yanlarım. Bir iki adım atıp yere düşmem. Dizimde kan, elimde morluk.

Günah…

En çok buna yanarım. Beni kara bir gölgenin takip edişi kadar incitir. Her an üzerime kapaklanıp boğacak hissi verir. Kaçışım çaresizliğimin birikmiş niyazı. Kurtulmak için, vicdan azabı çekmek için ve pişmanlığımı duymak için niyaza durur ruhum. Çünkü en çok o yanıyor. Pişmanlık duyuyor.

Pişmanlık…

Teselli diyetim. Vicdanımın sızlaması. Kendimle kalmanın mahşeri. Kötüden kurtulmanın duâsı. Ama günah bırakmıyor ki, pişmanlığımı doyasıya yaşayayım. Her an saldırıyor günah. Ve yine pişmanlık, yine günah.

Mazinin aynasına bakmayı ne çok istesem de yüzümü kapatıp, elimi eteğimi çekip geleceğime yürümek istiyorum. Zihinde büyüyen koskoca bir geçmişi terk etmek hiç kolay değil. Dönüp bakmak ve ibret almak belki.

Belki…

Hayretim artar diye, sis bulutu gibi gözüken geçmişime bakabilirim. Müşfik bir edayla gülümser bana. Sis bulutunu dağıtıp aydınlık sunar. Dil sürçmelerime, hatalarıma, günahlarıma çare bulur belki… Bir ümit işte!

Ümit…

Yitirmediğim ve her geçen gün parlamayı terk etmeyen azığım. Kâinata dağılan imdadıma yetişmesi. Ümidimi hiç bırakamam. Nasıl bırakabilirim? En çok onunla yaşarken, en çok onunla hasbihal ederken. Dostum, yarenim, sırdaşım. Mazinin elbisesini giyerken bedenime tam oturan. Ne çok sıkan, ne de çok bol olan.

Mazinin elbiselerine büründüm. Bitti elbisemin dikişi. Yine bugünümdeyim…

Taze baharların kokusu çok uzakta olmayabilir. Durduğum noktada onu duyabilirim. Kelebeğin uçuşunu seyredecek kadar cesur, ölümüne üzülecek kadar eseflenebilirim. Faniliğe katlanır, bitişlere, sonlara üzülür, ama dayanabilirim. Yarınım dünüm olurken âmenna diyebilirim. Silinmedi, yok olmadı geçmişim.

Silinmedi…

Yazılıyor melekler tarafından her saniyem. Unutulmuyor ya da daha sonra silinmiyor. Ağzımdan çıkan her söz, her davranışım ve düşüncelerim yazılıyor. Duygularım bile es geçilmiyor. Fotoğraflarım çekiliyor kare kare.

Geçmişim geleceğimle tam birleşirken bütün ömrüm bir deftere sığdırılacak. Ve elime verilecek. Hiçbir şeyi unutmamışlar diyeceğim. Aklım hatırlatacak yazılanları, vücut azalarım şahit olacaklar. Kaçış nereye?

Rabbim sığındım Sana…

FADİME KAYA

87 yaşında tutsak genç

Genç öyle şeyler yaşadı ki doğumundan bu yana, öyle katller, öyle haksızlıklar gördü geçirdi ki hayatı boyunca… Çocukluğu ihtilâller, gençliğiyse suçu olmayan günahların bedelini ödemekle geçti. Tam feraha erecekken izin vermiyor ki o dar zihniyetliler! Çekilmiyor ki önünden!

Evet, gencimizin adı tahmin edersiniz ki “cumhuriyet.” Hemen her yaş gününü farklı tartışmalar ve keşmekeşlerle kutladığımız, istidatlarının inkişafına bir türlü izin vermediğimiz cumhuriyet! Çoktan reşit olan, fakat bir türlü onun kabiliyetlerini kabul etmeyip, kontrolü elimizden bırakmamak için canla, başla, hırsla, kavgayla ve bazen kanlı bir şekilde çalıştığımız cumhuriyet! Oysa millet olarak ne çok beklemiştik bu çocuğun doğumunu, öyle değil mi? İstibdattan bunaldığımızda onun hayalini kurmuştuk. Nereden bilebilirdik ki onun bile istibdada alet edilebileceğini, zulümlere kılıf haline getirilebileceğini? Hâlbuki onun kabiliyetleri hep din ve vicdan özgürlüğü, eğitim hakkı ve daha pek çok özgürlük üzerineydi. Belki anlamadık ve belki anlamak istemedik. Hal böyle olunca da sözde cumhuriyet, uygulamada baskıcı bir krallık çıktı ortaya… Bu ucube şeyse yaktı kavurdu memleketi… Çocuğun suçu yok elbette bütün yaşananlarda. Ona da özgür hayat hakkı vermediler çünkü!

Onu anlayanlar, doğmadan önce de tanıyanlar vardı elbette. Karıncalarda, arılarda, onun ikiz kardeşlerini görmüştü çünkü. Tanıyordu bu çocuğu, yıllar önceden aşinaydı bu simaya. Kendisi tanımış ve çevresindekilere de tanıtmıştı bu çocuğu. Ama izin vermediler ki bu insanlara, cumhuriyetin özgürlüğünü elinden alan zihniyet onların elinden de aldı özgürlüğünü.

Şimdilerdeyse sevgili cumhuriyetimiz çocukluğuna nazaran daha güzel bir gençlik geçiriyor. Cumhuriyete mal edilip yapılan yanlışlar düzeltilmeye çalışılırken bazen yine sancıları artıyor, ama belki gerçek kimliğime bürünebilirim ümidiyle katlanıyor bu sancılara. Yıllardır özlemini duyduğu çeşitli inançlardan, çeşitli milletlerden, çeşitli görünüşlerden; ancak inanca, milliyete, görünüşe hoşgörülü bir toplumun neşvü nema bulmasındaki sancılar nedir ki onun için!

ESRA NUR CİNALİ

[email protected]

Bediüzzaman’ın 7 kez gidip kaldığı tek şehir: İstanbul

Ömrünün çeşitli devrelerinde İstanbul’a gelip az ya da çok, belirli müddetlerle kalan Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, bu “sefer”leriyle ilgili detaylı malûmatı muhtevî bir inceleme.

Eser, “İstanbul Öncesi” ve “Bediüzzaman İstanbul’da” başlıklı iki bölümden meydana geliyor.

İkinci bölüm, eserin en şümullü kısmı. Buradaki mufassal bilgilerden, Üstad Bediüzzaman’ın -Yahya Kemal Beyatlı’nın tarifiyle- “aziz İstanbul”a tam yedi kere geldiğini öğreniyoruz. Yeri gelmişken, Üstad’ın bu geliş-dönüşlerini not edelim:

*İlk geliş-dönüş: Aralık 1907-Bahar 1910,

*İkinci geliş-dönüş: Bahar 1911-Kış 1912,

*Üçüncü geliş-dönüş: Haziran 1918-Kasım 1922,

*Dördüncü geliş-dönüş: Nisan 1925-Mayıs 1925,(*)

*Beşinci geliş-dönüş: Ocak 1952-Mart 1952,

*Altıncı geliş-dönüş: Nisan 1953-Temmuz 1953,

*Son geliş-dönüş: 1 Ocak 1960-2 Ocak 1960…

“Takdim”de, eserin gayesiyle ilgili şu mühim ipucu veriliyor:

“Said Nursî gerçi Bitlis’in Nurs Köyünde doğmuştur; ama kader onu sınırlarımız içindeki pek çok şehirde bulundurduğu gibi, Rusya’nın Kosturma’sı, Bulgaristan, Polonya, Şam gibi yurt dışı memleketlerde de misafir etmiştir. Ama hiçbiri, kaderin ona biçtiği kàmete İstanbul kadar uygun gelmemiştir. İstanbul ‘bediülmedine, beldeitayyibe’ idi. ‘Şehirlerin güzeli, harikası; tertemiz, güzel, hoş belde’ anlamına lâyık üç beldeden biriydi, Mekke ve Medine’den sonra bu sıfatlara en lâyık şehirdi. Said Nursî ‘Bediüzzaman’ olacaksa, ona kucak açacak şehir de ‘bediülmedine’ ismine lâyık bir şehir olmalıydı.” (s. 7)

Yani, zamanın Osmanlı başşehri, sonraki zamanlarda ise “eski başşehir” İstanbulumuzun, Üstad’la (ya da tersi) alâkası, işbu kitabı netice vermiş.

“Takdim”de ayrıca müellif ve çalışması için “Abdülkadir Menek önümüze çalışmasını koyduğunda yayınlamaktan başka bir şey düşünemedik.” deniliyor ki, bunun altını çizmek lâzım.

Hakikaten, incelediğimiz eser, çok emek verildiği her hâlinden belli, “güzel” ve “çarpıcı” bir çalışma; ki, eskilerin deyişiyle “efradını cami, ağyarını mani” böylesi kitaplar az bulunur!

Hele Üstad’ın İstanbul’a ilk gelişini inceleyen kısım (s. 47-255), müstakil bir kitap olabilecek kadar (meselâ “II. Abdülhamid ve Bediüzzaman” adıyla!) hacimli: 209 sayfa… Bunda elbette, sözü edilen kısmın, Osmanlı’nın en mühim devrelerinden olan İkinci Meşrûtiyet’in ilânı (24 Temmuz 1908) ve peşinden gelen “31 Mart Hadisesi”ni (13 Nisan 1909) mevzu almasının rolü var.

Bu arada, Üstad’ın İstanbul’a üçüncü gelişinin anlatıldığı kısmın da eserde hacim bakımından ikinci sırada geldiğini belirtmekte fayda görüyoruz ki, bu devre de Osmanlı’nın çöküşüne (1918-1922) tekabül ediyor.

Demek Üstadımız İstanbul’da, bilhassa Osmanlı’nın en buhranlı zamanlarında fasılalarla (ilk gelişinde 2,5 yıl, üçüncü gelişinde de yaklaşık 4,5 yıl olmak üzere) yedi yıl, diğer geliş kalışlarını da hesaplarsak toplamda dokuz küsur yıl yaşamış oluyor.

82 yıllık ömürde çok mu çok hareketli geçen dokuz yıl az olmasa gerek!

Ve küçük notlarımız (sırasıyla):

*Bazı ehemmiyetsiz redaksiyon hatalarıyla karşılaştık. Örnek 1: ”İçindekiler”de Üstad’ın İstanbul’a dördüncü gelişiyle ilgili olarak (s. 6) atıf yapılan sayfanın 265 değil de, 264; keza sayfa 61’deki 1 no’lu dipnotta “Ekler” bölümü için göndermede bulunulan ek’in (ilâve), s. 282’de değil, s. 383’te olduğu görülüyor. Örnek 2: Üstad’ın İstanbul/Fatih’te kaldığı hanın ismiyle ilgili olarak “Şekerci Han” ve “Şekerci Hanı” ibareleri geçiyor ki (s. 67), hangisi doğru, belirsiz.

*Eserde ansiklopedik bilgilerle mücehhez dipnotlar dikkat çekiyor. Üstelik bunlar az buz değil, çok sayıda! (Fakat kaynak belirten dipnotlarda bazen künye tekrarları yapılmış. Takdir edersiniz ki, dipnotta kaynak bilgileri, “okuyucuyu yormamak/onun dikkatini dağıtmamak” adına az-öz olur; kaynaklarla ilgili detaylı bilgiler/künye ise bibliyografyada yer alır.)

“Bibliyografya” demişken, eserde onu göremedik maalesef… Esasen birçok kaynaktan (ansiklopediler, dergiler, gazeteler, kitaplar, web’ler) istifade edildiği aşikâr olan bu evsaflı eserde bibliyografyanın noksanlığı dikkat çekici. Galiba ya hazırlanmasına gerek görülmemiş ya da kitapta yer kalmamış…

Öte yandan, “[II.] Abdülhamid’in Şahsî İktidar Dönemi” ara başlıklı, Bediüzzaman’ın, istediği hâlde Mabeyn (günümüzün “Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği” mukabili) bürokratlarınca görüşmesinin engellendiği Sultan II. Abdülhamid Han’a bakışını da ihtiva eden kısmı (s. 111-112), bilhassa ilgili okuyucularımıza tavsiye ediyoruz.

Netice itibarıyla, kendi ifadesiyle “bir senede yüz senelik inkılâbatına şahit olduğu” (Hutbe-i Şamiye, s. 108) İstanbul’un özelinde yakın tarihimizi Bediüzzaman’ın mücadelesi noktasında ele alan bir şaheser.

(*) Kıymetli araştırmacı Bilal Tunç’a göre, Üstad’ın nefiy başlangıç tarihi 1926; dolayısıyla İstanbul’a dördüncü “mecburi” geliş-dönüşü “Nisan 1926-Mayıs 1926” olarak farzedilebilir.

***

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ:

İSTANBUL HAYATI

Yazarı: Abdülkadir Menek, Sayfa Sayısı: 384 Ebatları: 13x21,5 cm Türü: İnceleme Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Mayıs 2008.

ORHAN GÜLER

Kutlu beldede yaşanan bir hatıra

İki yıl gecikmeli olsa da sonunda yazılan bir hatıra… Malayani şeylerle olan iştigâlimden olacak ki, evde bulunan interneti kullanmayı bir türlü öğrenememiştim. Bir gün okumak için elime aldığım aile gazetemiz Yeni Asya’da çıkan bir yazı, yazmak isteyip de yazamadığım hatıramı, def’aten derhatır ettirdi. Bu yazı sünnet-i seniyyeye ne kadar ittibâ ettiğimizle ilgiliydi. Sanki o yazısıyla oğlum, annesinin kalbinden geçenleri okumuş, hatıramı kâğıda dökmeye şevklendirmiş, içime yazma iştiyakı uyandırmıştı.

Sahiplilerin ve sahipsizlerin Sahibi olan Rabbim tarafından o kutlu beldeye, yani Mekke’ye Rabbimin dâvetlisi olarak gitmiştim. Habibullah’ın (asm) yaşadığı topraklarda o Sevgili’nin huzur-u Nebevîsinde, onun hoşuna gidecek fiillerle, merbutiyetimi sergilemek istiyordum. Haşrin numunesi olan Hac’da da sünnet-i seniyyeye uymayı bir düstur olarak ittihaz edinmiştim. Mekke’ye gittiğim günden beri nümûne-i haşr olan o kıyamet gününü andıran o kalabalıkta, Efendimiz’in (asm) söylediği o hadisi kendime rehber edinmiştim: ’’Başkasının nefsini kendi nefsine tercih etmeyen hakikî iman etmiş olmaz.’’

Bu hadisi, Rabbimin izin dairesinde elimden geldiğince uygulamaya çalışıyordum. Ben bunu uygulamaya çalışırken, bazı kardeşlerimizin nâhoş hareketlerine ve ‘’nefsî nefsî’’ dediklerine şahit oluyordum. “Bu kutlu beldede bunlar nasıl yapılır ya Rabbi?” diyordum. Yaşadığım üzüntü ve şahit olduğum olaylar, Efendimizin (asm) sözüne daha çok riâyet etmemi sağlıyordu. Kardeşlerimizi uyarmaya çalışıyordum, ama elimden yapacak bir şey gelmiyordu.

Mekke şehrinde 34. günümüzü doldurduktan sonra nihayetinde Medine-i Münevvere’ye vardık. Orada bulunduğumuz süre boyunca Mescid-i Nebevî’yi ziyarete giderken yaşlı teyzelerin kaldığı odanın kapısını çalıyor, yardım isteyenleri beraberimde götürüyordum. O gün de kapısını vurduğum teyze sabah gittiği için gelemeyeceğini söyledi. Ben odama henüz dönmüştüm ki, odamın kapısı çalındı. Kapısını çaldığım teyzenin kızı bir teyzenin gitmek istediğini söyleyip götürmemi rica etti. “Memnuniyetle” deyip teyzenin hazırlanmasını beklerken benim odamdaki teyzeler, ziyaret saatinin bittiğini, kapıların kapandığını söylediler. Gideceğimizi düşünerek vazgeçmemiz için ısrar ettiler. Onlarla birlikte şeytan da bana musallat oldu ve gitmemem için binbir türlü hile yapıyordu. Medine’deki 6. günümüzdü. Yaşlı teyze yalnız gidemediği için Mescid-i Nebevî’yi ziyaret edememişti. Kimseyi rahatsız etmemek için bir şey söylemediğini ve için için ağladığını duyunca üzüntüm arttı. Teyzeleri susturdum, Allah’ın izniyle şeytanı da mağlûp ettim. Ne olursa olsun, şansımızı denemeliydik. Efendimiz’in (asm) “Kim benim vefatımdan sonra kabrimi ziyaret ederse şefaatime nail olur’’ sözü aklıma geldikçe üzülüyordum. Rabbim bana soracaktı. “Yanıbaşında yardıma muhtaç o yaşlı teyzeye neden yardım etmedin” derse ne cevap verecektim? Oysa ki, başkasının nefsini kendi nefsime tercih etmeyi kendime düstur edinmiştim. Teyzelerin ‘’gitme’’ sözleri hâlâ devam ediyordu. Onları duymamazlıktan gelip, o teyzeyle başka bir teyzeyi de alıp Mescid-i Nebevi’ye doğru yola koyulduk.

Yolda ‘’Beli bükülmüş ihtiyarlar olmasaydı belâlar sel gibi üzerimize yağardı’’ hadis-i şerifi aklıma geldi. ’’Ya Rabbim, bu ihtiyarların hürmetine bize kapıyı açık tut” diye duâ ettim. Bir yandan da teyzelerle beraber “Hasbünallah ve ni’me’l-vekil’’ çekiyorduk. Üç kişi adeta tek vücut olmuş “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’’ sözü tek bir ağızdan çıkıyordu.

Nihayet o âlî makamdaydık. Ziyaret saatinin bitmesine rağmen Rabbim ihtiyarların hürmetine kapıların kapanmasını tehir etmişti. Adeta sevinçten uçuyordum. Yarım yamalak lisanımla görevlilerle konuştum ve içeri girdik. Ya Rabbi, bu ne büyük bir hazdı. İlk defa ziyarete gelen teyzeye “tahiyyatü’l-mescid’’ namazını kılmasını söyledim. Diğer teyzeyle birlikte ben de nafile namaz kılmaya başladım. Selâm verdiğim sırada hıçkırıklarla ağlıyordum. Getirdiğim teyze de namazını bitirmiş, ellerime sarılmış, hıçkırıklarla bana duâ ediyordu: “Sen de getirmeseydin, Efendimiz’i (asm) ziyaret edemeden gidecektim’’ diyordu. Minnetle bakıyordu bana. Oysa ben onun minneti altına girmiştim. Onların sayesinde, kapalı kapılar, benim gibi aciz, fakir, günahkâr bir kula açılmıştı.

Sıramızı beklerken görevlinin “Türkiye!” sözüyle irkildik ve nihayet O Yüce Nebi’nin huzuruna vardık. O kalabalıkta teyzelere boş yer bulup onları yerleştirdim. Ana baba günüydü. Herkes iki rekât namaz kılmak için yer bulma yarışındaydı. İttibâ etmeye çalıştığım hadis-i şerif, yolumuzun açılmasına vesile olmuştu. İnsanlar adeta hareketsiz kesilmiş, Efendimiz’in (asm) hutbe okuduğu, iki sütunun arasındaki ‘cennet bahçesi’ diye adlandırılan yeri Rabb’im adeta sadece bize tahsis etmişti. Sürurla namazımı kıldım ve “Kılmak isteyen var mı?” diye seslendim. Ne hikmetse hiç kimseden ses çıkmadı. Medine’deki altı gün içerisinde ‘cennet bahçesi’nde iki rekât namaz kılmak için adeta yarışırken, o akşam iki rekât namazın ardından iki rekât da şükür namazı kılmak bana nasip olmuştu.

Gözyaşlarımı tutamıyordum. Rabbim! Senin rızan için başkalarını kendi nefsime tercih etmiştim ve mükâfatını muaccel olarak o Kutlu Nebî’nin (asm) huzurunda vermiştin. Sana ne kadar şükretsem azdır Rabb’im. Senin kapından başka gidecek kapım yok. Bu yaralı gönlümle ve bu yaralar içindeki bedenimle, efendisinin kapısında bekleyen köle gibi ben de Senin kapında bekliyorum. Birinci Söz’deki ism-i şerifinin hatırına, o yüce ismini miftah yapıp içeri girmek istiyorum. Senden başka Sahibim ve Senin kapından başka gidecek kapım yok. Senden başka malce yok. Bedenimdeki yaralarla sana geldim. Bu yaraları iyileştirecek Tabip Sensin!

Sünnet-i seniyyeye ittibâın semerelerini Rabb’imin bu fani dünyada da beşere göstermesi beni mutlu ediyordu, beşerî görevimi ifa etmenin süruruyla otele dönerken.

Ey Rabb’im! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yüzü suyu hürmetine, beli bükülmüş ihtiyarlar hürmetine kusurumuzu affet! Bizi Kendine kul, Habîbine yoldaş, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’ye talebe eyle.

Bu yazıyı iki yıl gecikmeli de olsa yazmama vesile olan oğlum Muhammed Ceyhan’a da sünnet-i seniyyeye ittibâ ve Risâle-i Nur’a hakikî talebe olup, bu yolda sadakatle sebat etmesini nasip ve müyesser eyle. Âmin, âmin, âmin.

“Sünnet-i seniyye edepdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın!” (11. Lem’a)

“Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime temessük ederse (yapışırsa), ona yüz şehid ecri vardır” buyuran zâta selâm eyle. Âmin.

SEMA CEYHAN

30.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (23.10.2010) - Bediüzzaman ile Muhammed Ali’yi buluşturan kader noktası

  (16.10.2010) - Ömür takvimi

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar

  (02.10.2010) - Dil ve bin yıllık birlik

  (25.09.2010) - Akdamar Adası

  (18.09.2010) - Rûh ve san’at

  (07.08.2010) - Ramazan’ı beklerken

  (31.07.2010) - NEVŞEHİR’İN NURLU ŞAHSİYETİ, ÇOCUKLARIN “BİSMİLLAH DEDE”Sİ SON ŞAHİTLERDEN

  (24.07.2010) - Bir haber ve düşündürdükleri

  (17.07.2010) - Onlar İslâma hizmet ettiler


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.