Türkiye her geçen gün kendini kaybeden, bütün değerlerini bir haramzade tavrıyla tüketip kendini derin bir çukura doğru hızla yuvarlayan bir ülke artık
Ne freni patlamış bir kamyon, ne dümeni kilitlenmiş bir gemi… Hiçbir şey tarif edemiyor bizi. Hayatın her alanında karşılaştığımız yüz kızartıcı haller, kanadıkça kanayan, açıldıkça açılan yaralar… esfel-i safilin gidişatı karşısında çaresiz vicdanlar, yanan ciğerler… Tamtamlar, çığlıklar, ipini koparanlar, zıvanadan çıkanlar…
“Kim masum bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ilahi tehdidatını işitecek kulakların sağırlaştırıldığı, “zerre kadar kötülük yapanın karşılığını göreceği” ikazının duyurulamadığı, ‘makara’ muhabbetleriyle mukaddesatın çiğnendiği topraklar oldu ülkemiz. Geçtiğimiz hafta yaşadığımız hunharca bir katl sonrası idam çığlıkları atanların farkında olmadan hangi idam fermanlarına imza attıklarını bilemedikleri bir ülke burası. Asr-ı Saadet’ten uzaklaştıkça vahşileşen topraklar burası.
Adını kim nereden bilebilirdi? Özgecan’dı. Yaşanası bir hayatı, bir kalbe sığmayacak sevdaları, bir ömre yetmeyecek hayalleri vardı, kim bilir? Ortaçağ karanlıklarında kaldığını düşündüğümüz, son günlerde Ortadoğu’da insanlığımıza isyan ettiren görüntülerle tanıştığımız ‘en vahşet’lerin, en canice olanının bizim içimizde de olabileceğini aklımızdan bile geçirmezken duyuverdik haberini. Yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi, anne kuzusu Özgecan, canını emanet ederek bindiği bir minibüsün aklı, ruhu, vicdanı, kokuşmuş şoförü tarafından katledilmişti. Vahşi dünyanın vahşet sayfasına hunharca bir cinayet daha eklenivermişti. Cinayetler üzerine kurulan modern dünyanın son marifetlerinden biriydi.
Özgecan masumdu, vahşetengiz sahralardan kurtulup bostan-ı cinana gitti. Vicdanları yaralayan bu elim hadise sonrasında ne söylenebilir ki? Allah mekânını cennet eylesin, ailesine sabr-ı cemil niyaz eylesin; ama…
Bir gazete haberinin ötesinde irdelenmeyi gerektiren bir ‘ama’ ile karşı karşıyayız. Bu vahşet sonrası “Bizim Özgecanlarımız ne olacak?” diye sormak, endişelenmek hakkımız değil midir çivisi çıkmış bu dünyada? Sevmeye, koklamaya doyamadığımız, her şeyden ve herkesten sakındığımız yavrularımız ne olacak? Ahlaksızlığın ödüllendirildiği, masum dimağların ‘sefileler’e kurban edildiği, uyuşturulan beyin ve kalplerin etrafımızı sardıkça sardığı bir memlekette biz çocuklarımızı nereye kadar koruyabileceğiz? Şefkat, merhamet, hürmet ve muhabbet yerine enjekte edilen nefret, gaddarlık, şehvet gibi zehirlerin özendirildiği bir toplumda yavrularımızı nasıl muhafaza edebileceğiz? İnsanlığımızı unuttuğumuz yerlerde çocuklarımızı nasıl bulacağız? Eşikte kalan nesillerimizi selamet sahillerine nasıl ulaştırabileceğiz?
Özgecan’ın katilleri yakalanmış. Büyük tehditler kapımızdayken bu yakalama işi yürekleri çok da fazla soğutamaz. Canlar cananını yitirdikten sonra… Katiller üreten bir sistemi pohpohlamaya devam ettikçe hepimizin canı daha şiddetli yanmaya devam edecek. Gövdenin içine giren kurtçuklar bizi idam-ı ebedi tehlikesinden masun kılacak değerlerimizi kemirdikçe manevi yaralarımız azmaya, Özgecan cinayetleri artmaya başlayacak.
‘Allah korkusu’ dalga geçilen bir olgu. Sevgi, para karşısında tedavülden kalkmış. Dünyalık hedefler manaları silmiş süpürmüş. Anlamlar anlamsızlaşmış, hayat çukura düşürülmüş. Televizyonlar, vur patlasın çal oynasınlarda. Devlet erkanı paralel evrende, ulema başka âlemde. Muallimler müellim, mekteplerde ortaoyunu. Eriyoruz, bitiyoruz. Yalnız bu dünyamızı değil, ahiretimizi yiyoruz.
İdam çığlıklarını duyuyoruz, savaş tamtamları gibi. ‘İdam-ı ebedi’ ile hiç ilgilenmeyenler üç beş caninin kanına girseler ne olacak? Dünya için dini rüşvet verip dünyayı da kazanamayanların kurduğu düzende kaybetmeye devam ediyoruz. Allah korkusunun silindiği kirli vicdanlarla yaşamaya devam ediyoruz. Bugün bir Özgecan, yarın milyonlarca canan… Merhametine sığınıyoruz Allah’ım! Masumların hakkı için, Sen koru Allah’ım!