Bilindiği gibi balta, ağaç kesmeye yaradığı gibi; silâhların icadından önce çok defa, Türk ordusunda yakın muharebe silâhı olarak da kullanılırdı. Eski savaşlarda, bilhassa boğaz boğaza gelindiği, baltadan çok faydalanılırdı.
“Balta asmak” ise, bundan çok farklı bir durum. Balta asmak, “silâh çatmak” ya da “kılıcı kınına koymak” deyiminde olduğu gibi, işin bitmesi mânâsına gelmiyor. Tam tersine, baltanın asılış maksadı burada sulhü, barışı değil; cidali yani kavgayı ifade ediyor sanki.
“Balta asmak,” yeniçerilerin, temeli yükselen binalarla limana gelen gemilere birer tahta asmak suretiyle inşaat ve gemi sahiplerinden para koparmalarını ifade eden bir tabirdir.
Yeniçeriler, yani ücretle çalışan Osmanlı askerleri, gemi azıya aldıkları; itaatsizliğe ve şiddete başladıkları o dönemde, esnafın hemen hepsini haraca bağladıkları sırada menfaat sağlamak için çeşitli vesileler üretmeye koyulmuşlardı. İnşaat sahiplerinden ve çalıştırdıkları ameleden kendileri için birer hisse almak da o zorbalıklardan biriydi.
Yeniçeriler her nerede bir bina yapılmaya başladığını haber alsalar, dülger, nakkaş, sıvacı ve sair çalışanlar için birer “nişan tahtası” getirirler ve ebniye mahalline yani inşaat alanına asarlardı. Bu nişan, inşaat sahibinin istediği gibi eleman kullanamayacağını ifade ettiği gibi, bu yolla çalışanların gündeliklerinden birer hisse almanın vesilesiydi.
Bazen de, neccarların, bugünkü adıyla dülgerlerin çivi çakmak ve sağlam meşe keresteleri yontmak için kullandıkları baltaları yeniçeriler ellerinden alıp, orada bir çiviye asarak inşaatı paydos ederler; “Haddin varsa asılan baltayı al, tekrar işe başla” demek isterlerdi. Baltayı asılı olduğu yerden alıp inşaata tekrar başlamak, her yiğidin kârı olmadığı için, zorbaların gönlü hoş edilinceye kadar balta, asılı olduğu yerde dururdu.
İstanbul’a mal getiren gemiler limana yanaşınca kalyoncular yani savaş gemisi askerleri veya yeniçeriler geminin baş tarafına bir balta asarlar, böylece ticaretin bir kısmına hissedar olurlardı. Gerek inşaatlarda ve gerekse gemilerde balta asıp haraç almak 1826 yılına, yeniçeriliğn kaldırılmasına kadar devam etmiş, 1826’dan sonra ise tarihe karışmıştır.
Osmanlılar döneminde vapurda ve trende bir yerin işgali için paket, şemsiye, tesbih ve sair şeyler konulur ve bunlardan birinin bulunduğu yere saraylıdan başka kimse oturamazdı. Saray ıstılâhında, saray deyiminde buna, “balta” denirdi. Nişan tahtasına da “balta” denmesi bu anlayışın uzantısı, bir başka uygulaması ve bu manadan esinlenme hâli olsa gerektir. Demek balta, sadece keresteyi değil, insanı da soyabiliyormuş!
Evet, o gün, soygun baltayla yapılıyor ya da yapılan soyguna, “balta asmak” deniyormuş; ama bugün, adını sanını sıralamanın mümkün olmadığı çokluktaki ve nevinin içinde bulunan kalemlerdeki soygunlara bakınca insanın, o güne rahmet okuyası geliyor.
Ne diyelim; yakamız, soyguncunun elinde…
Haksızlık ölümdür; hak, yaşamaktır,
Sürünüp yaşayan millet alçaktır.
Gözünü aç, oğul, düşman allâktır.
Devletli, kapıya “balta” asmasın.
Rıza Tevfik