Bediüzzaman, “tek şahıs yönetimi”nin İslâmın temel referanslarına uymadığını, asıl olanın Meclis/ şûrâ sistemi olduğunu misallerle beyân eder.
“Hâkimiyet-i milleti” temsil eden, “Yani efkâr-ı âmmenin misâl-i mücessemi (âdeta cisimleşmiş hali) olan Meclis yerine “rey-i vâhid-i istibdat” diye tanımladığı, “milletten suâlin ve meşveretin olmadığı “tek kişilik yönetimler”in sakınca ve risklerine dikkat çeker. (Münâzarât, 41-42)
Zira “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdat hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak” ifadeleriyle yaptığı “rey-i vahid” değerlendirmeleriyle kayıt koyar.
“Ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olan; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk eden, Hamidiye Camii’nde her Cuma günü bulunan, şeâir-i İslâmiyeye (İslâmın esas ve alâmetlerine elden geldiği kadar mürâât eden (uyan), dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi bulunan ve çok hasenâtı (iyilikleri, hayırları) için, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğine kanaat ettiği” Sultan II. Abdülhamid için söyler. (Münâzarât, 150-151, Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul)
Bu bakımdan, “fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır” diyen Bediüzzaman’ın, “Ümmü’l-ağavat (bütün ağalıkların anası) olan Yıldız’da ebu’l-ağavat (bütün ağalıkların babası) olan Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti; nerede kaldı başka sivrisinekler!” sözleri anlamlıdır. (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 195)
Bediüzzaman’ın ikazı, “tek kişi”nin dindar, iyi ve faziletli olmasına değil, “tek kişilik yönetim”in zâfiyeti ve yetersiz- liğinedir. Bunun için, Meclis’in etkisiz hale getirildiği, denge–denetim ve frenleme meka- nizmasının bulunmadığı vartada baskılara direnemeyeceğini; şaşırtmalara ve şantajlara direnemeyeceğini vurgular.
“HÂKİMİYET-İ MİLLETİN MİSÂL-İ MÜCESSEMİ MECLİS’TİR”
Bediüzzaman, 31 Mart Hâdisesi sonrasında çıkarıldığı Divân-ı Harb-i Örfi’de (sıkıyönetim mahkemesinde), evvelâ “Meşrûtiyet ve kanun-u esasi işittiğiniz mesele ise; hakikî adâlet ve meşveret-i şer’iyyeden (dinin emrettiği meşveretten) ibârettir” der.
“Mütehakkimâne (baskıcı-otoriter) istibdadın Şeriatla (dinle) bir münâsebeti olmadığını” beyân edip, kendi tâbiriyle “Şeriatın (dinin) ve müsemmâ-yı meşrutiyetin (meşrûtiyet diye isimlendirilen esasların) münâsebet-i hakikiyesini (gerçek ilgisini) izâh ve teşrih eder (anlaşılır şekilde açıklar.)” “Hüsn-ü telâkki ediniz (doğru anlayınız), muhâfazasına çalışınız; zira dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir ve istibdattan herkesten ziyâde biz zarardîdeyiz” tembihinde bulunur. (Divân-ı Harb-i Örfi, 21)
Keza “Ey meb’usan!” hitabıyla “Yaşasın Kur’ân’ın Kanun-u Esasîleri!” başlığı altında, “cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrûtiyet ve kanun-u esâsî (anayasa) denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvetle (kuvvetin kanunda olmasıyla) meşrûtiyeti ve cumhuriyeti bir esâs-ı metine (güçlü dayanaklara) istinad ettiren (dayandıran), istikbâlimizi tekeffül eden (teminat altına alandır)” tesbitini yapar. (Divân-ı Harb-i Örfi, 69-728)
“İSTİBDAT, ZULÜM VE TAHAKKÜMDÜR, MEŞRÛTİYET, ADÂLET VE ŞERİATTIR”!
Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “ruh-u meşrûtiyet (meşrûtiyetin ruhu) ve hayatı şeriattandır (dindendir.)” Bunun içindir ki, Ayasofya, Bayezid, Fatih, Süleymaniye camilerinde umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla onları “Avrupa’nın zünun-u fâsidesi (ifsad eden bozuk kötü zanları)”yla “İslâmiyetin istibdada müsait olduğu” yanlışından kurtarmaya çalışır.
Bunun içindir ki, “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” ikazıyla, “Meşrûtiyeti (demokrasiyi) herkesten ziyade Şeriat (din) nâmına alkışladığını, şer’i delillerle kabul ettiğini, hakaik-i Meşrûtiyet’in sarahaten (açıkça) ve zımnen (imâ ve işâretle) ve iznen, dört mezhepten istihrâcı (çıkarılması) mümkün olduğunu dâvâ ettiği”ni ve başka “medeniyetçiler” gibi taklîdî ve dine aykırı telâkki etmediğini kaydeder. (Divân-ı Harb-i Örfi, 21-25)
“MECLİS HÂKİMDİR, HÜKÛMET HİZMETKÂRDIR…”
“Rey-i vâhid, muâmele-i keyfiyedir” diyen Bediüzzaman’a göre, “Meşrûtiyet hükûmete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle uyandırır. Her nevide, her tâifede onun sanatına âit bir nevi meşrûtiyeti tevlid eder (ortaya çıkarır)” diyerek, ulemâda (âlimlerde), medâriste (okullarda), talebede bir nevi meşrûtiyeti intâc eder (netice verir)” deyip, eğitimin demokra- tikleşmesinin gereğini, milletin her tâifesinde, her ferdinde bir nevi kendine uygun bir meşrûtiyetle bir teceddüdün-yenilenme irâdesinin oluşacağını bildirir. (Münâzarât, 31-32)
Bir asır öncesinden Kur’ân’ın istişâreyi emreden âyetlerini nazara veren Bedüzzaman, “Eskide rey-i vâhid idi, milletten suâl yok idi; şimdi meşverettir, milletten suâl edilir. Millet, ’Ne için?’ der; ona, ’Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar” sualiyle meşrutiyetin mânâsını tazammun ettiğini (içine aldığını) bildirir. (Münâzarât, 22-23; Sünûhat, 51-52)
Ve bu mânânın ancak demok- ratik parlamenter sistemin esası olan, “mebusânın (milletvekillerinin) hür olup hiçbir tesir altında kalmadığı”, “hâkimiyet-i milletin, yani efkâr-ı âmmenin misâl-i mücessemi (cisimleşmiş hali) olan Meclis-i Mebusân’ın (Millet Meclisi’nin) hâkim olduğu” ve Meclis’in içinden çıkan “hükûmetin “hâdim ve hizmetkâr olduğu” demokratik hürriyetçi sistemi açıklar. (Münâzarât, 41-42)