Bazı hastalıklar var ki, hastalık olduğu bilinmezler. Daha doğrusu, bu tür illetlerle mâlûl olanlar, kendilerinin amansız bir hastalığa yakalanmış olduğunu kabul etmezler.
Meselâ: Lâfızperestler, üslûpperestler, kafiyeperestler, hayalperestler, bu noktalarda cidden hasta oldukları halde, bunu asla kabullenmezler. Hatta, haklı olduklarını hararetle savunmaya bile çalışırlar.
Öyle ki, bir kafiyeperest şâir, nikâhlısı olan Safiye’yi bile kafiyeye fedâ edebiliyor. (Bkz: Sözler, Lemeât’ın Mukaddimesi)
Kezâ, söz konusu maraz ile alâkalı olarak, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ında (S. 79) şu ifadeler zikrediliyor: “Eğer istersen, Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör. O dâhiye-i edep nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümûne-i imtisâl olmuştur. Onun için, koca Abdülkahir, bu hastalığı tedâvi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.”
* * *
Bazı Alzheimer (alzaymır) hastaları gibi, “çene ishali”ne tutulmuş bazı nezaketsizler de hasta olduklarını kabul etmezler. Öyle ki, bunlardan birine “Lütfen yapmayı, etmeyin” diye ikaz etsen, ya da “Geçmiş olsun” desen, seni kırıcı şekilde azarlama cihetine giderler. Hatta “Ben iyiyim! Sana ne be! Sen kendine bak!” diye terslemekten bile çekinmezler.
Bu tip kimselerin zararı sadece kendilerine dokunsa, başkasına sirayet etmezse, sen de bunu dert etmezsin.
Ne var ki, katmerlenmiş bu tür hastalıklar, umuma yönelik ders ve sohbetlerin yapıldığı yerde de nüksederek oradaki mânevî havayı öylesine bulandırıp germeye başlıyor ki, artık katlanıp dayanmak imkânsız hale geliyor.
Cidden nefret uyandıran bu müdahale alışkanlığı ve çenebazlık hali, bir, iki, üç, beş, on değil, hemen her derste ve dersin hemen her safhasında, sıtma nöbetinden beter şekilde kendini gösterdiğine, erkekler arasında bizzat kendim şahit olduğum gibi, hanımlar cenahından da benzer şikâyetlere birçok yerde muhatap olmaktayız.
Belli ki, bu acip maraz-ı acibeden hemen herkes bîzâr olmuş durumda.
Lâkin, bu derdin devâsı zor ve çaresi pek müşkil görünüyor. Çünkü, mâlûl kişi, hastalığı kabul etmediği gibi, ihtarları, ikazları, hatta tekdirleri bile dinlemiyor. Her şeye rağmen, kendi bildiğini okumaya devam ediyor. O kötü alışkanlığından bir türlü vazgeçmiyor.
Ama, yine de bu hastalığın zarar vermesini engellemek ve umuma sirayet etmesine mani olmak gerekir. Başka türlü olmaz. Zira, müdahaleden usanan insanların bir kısmı, artık ikrah getirip o dersleri tek etme, katılmama ve uzak durma cihetine gidebilirler.
Böyle bir duruma sebebiyet vermeye ise, kimsenin hakkı olmadığı gibi haddi de olmamalı.
Ne diyor, Ziya Paşa:
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Ya da, “Sadâkat Kahramanı” Zübeyir’in Süleymaniye Asmalı Mescit Sokağındaki derslere yakasına “parti rozeti” takarak gelenlere karşı uygulamış olduğu tarzda tedbirler alma cihetine gitmeli: “Lütfen kardeşim, senin lokal gibi, kahvehane gibi başka yerlere gidip dinî sohbetlerde bulunman daha hayırlı.”
* * *
Sırf kendi hissiyatını tatmin için derse-sohbete müdahale eden hastalar, bazen kendilerini şöyle de müdafaa ederler: “Yahu kardeşim, ben âyet-hadis okuyorum. Bunlardan rahatsız olunur mu? Hem, ben başka yere gitsem, beni el üstünde tutarlar, biliyor musunuz?”
Abiciğim, ablacığım, kusura bakma ama, âyet ve hadis, mü’minde önce usûl, âdap, erkân, nezaket ister. Sen bunlara aykırı hareket etmekle, âyet ve hadislere en büyük hürmetsizliği yapıyorsun.
Hem, Risâle-i Nurlar, baştan sona zaten âyet ve hadis metinleri, yorumları, mânâ ve mesajlarından ibarettir. Dolayısıyla, okunan eserlerde bir eksiklik olmadığı gibi, senin sabırlarla birlikte bardağı taşırmana da hiç ihtiyaç yoktur.
* * *
Birçok yerde yaşanılan ve son derece rahatsızlık veren lüzumsuz müdahalelere ve müdahalecilere itirazen, bu konuda sizlerin hissiyat ve fikriyatına tercüman olmak maksadıyla, son olarak şöyle bir hitabede bulunmak istiyoruz:
Aziz kardeşim, abiciğim, ablacığım...
Allah aşkına, neden edebinle oturup da dersi dinlemiyorsun?
Neden ikide bir araya girip konuya müdahale ediyorsun?
Niçin dersi yapanın, okuyanın habire sözünü keserek şevkini kırıp moralini bozuyorsun?
Dersi okuyanın, sohbeti yapanın iflâhını kesecek, onu strese sokacak, ona illallah dedirtecek derecede lâfa karışmaya ne hakkın var?
Neden o ortamdaki herkesin nefretini üzerine çekecek derecede ileri gidiyorsun?
* * *
@abdilyildirim’dan:
YAKIN TARİHİM
Ne sırlar saklıyor yakın tarihim
İçini dökerdi, dili olsaydı
Vatan haini kim, vatanperver kim?
İşaret ederdi, eli olsaydı
* * *
RUZNÂME - 5 Aralık 1755
Nuruosmaniye Camii
Mimarî tarzı itibarıyla barok (Batı Avrupa dillerinde "Barucca") stilde inşa edilen Nuruosmaniye Camii, külliyesi ve müştemilâtıyla birlikte hizmete açıldı.
Bu cami, Osmanlı'nın barok sisteminde inşa ettirdiği ilk mâbed olması itibariyle de dikkat çekici.
Bilâhare, başka camiler ve binalar da aynı tarz üzere inşa edildi.
Böylelikle, asırlardır kendi klasik mimarî tarzını sürdüren Osmanlı, bu tarihten itibaren Avrupaî mimarî üslûbun etkisi altına girmiş oldu.