Amerika’da 2004’te verilen “Yahudi Cesaret Ödülü”nün üzerinden 12 yıllık bir zaman silindiri geçti. Davos’taki “One Minute”in üzerinden de 6 yıllık bir zaman makinası geçti.
Bu zaman zarfında, dağlara çok kar yağdı; köprülerin altından da bozbulanık çok sular akıp gitti.
Gele gele, nihayet şu noktaya kadar gelinmiş oldu: “İsrail Devleti ile halkı, Türkiye’nin dostudur. Türkiye de İsrail’e dost bir ülkedir. İki ülkenin de birbirine ihtiyacı var. ...Yahudi Lobileriyle anlaştık. ...Dünyadaki Yahudi temsilcilerini (52 Siyonist) Saray’da bir güzel ağırladık. Onlarla samimi bir dostluk ve beraberlik içinde olduğumuzu da CESARET’le ortaya koyduk.”
(ARA NOTU: 1- Davos’ta sergilenen “One Minute” çıkışı, aslında moderatöre karşı yapıldı. Bu realite, üstelik hemen oracıkta ikrar da edildi. Fakat, ne hikmetse, sanki İsrail Cumhurbaşkanına karşı bir efelenme yapılmış gibi algılandı. Müthiş bir “algı operasyonu” sayesinde. 2- “Yahudi Cesaret Ödülü”nün iade edileceği, miting meydanında ve alkışlar eşliğinde söylendiği halde, ne hikmetse bunun da gereği yapılmadı.)
Niçin sus-pus haldeler?
Biliyorsunuz, “Yahudiler” denilince, yahut “İsrail”den söz açılınca, hemen küplere binip tüyleri diken diken konuşan dengesiz mi dengesiz bazı tipler var.
Neredeyse bütün ömürleri “Yahudi düşmanlığı”nı körüklemek ve “Kahrolsun İsrail! Zalim, terörist İsrail” sloganlarını nidâ etmekle geçti.
Peki, bu vicdan ve muhakeme yoksunu fanatikler şimdi neredeler? Neden sesleri-solukları kesildi? Niçin sus-pus haldeler?
Acaba, olup bitenlerin farkında değiller mi? Kabine üyelerinin o muhteşem (!) açıklamalarını duymuyorlar mı? O ihtişamlı Saray’da misafir edilen Yahudi temsilcilerini görmüyorlar mı?
Mümkün değil. Herkesin duyduğunu ve gördüğünü mutlaka onlar da duyuyor ve görüyorlar. Ama, ne hikmetse duymazdan ve görmezden geliyorlar.
Peki, bu tavır “Dilsiz şeytan” durumuna düşmek değil midir?
Canları istediği, işlerine geldiği zaman en küçük bir haberi, en basit bir görüntüyü dahi abarta-kabarta gazetelerden ve tv ekranlarından habire ortalığa boca edip duranlar, ne tuhaf ki son zamanlarda Yahudiler ve İsrail ile ilgili en kral haber ve görüntülerden bile sarf-ı nazar etme cihetine gittiler.
Bu garip tutup ve davranış, acaba ne anlama geliyor?
En saldırganca tavırlarıyla meşhûr olmuş bu kesimin medyatörleri, neden bu konuda “üç maymun”u oynama gereğini duydular?
Allah muhafaza, şayet S. Demirel’in döneminde böylesi durumlar söz konusu olsaydı, eminim, bu çığırtkanlar avazı çıktığı kadar bağıracak, ortalığı velveleye verecek, belki bir kızılca kıyâmeti koparacaklardı.
Peki, şimdilerde ses çıkaran, olup bitenlere itiraz edenler hiç mi yok?
Var. Görüyoruz. Farkındayız. Lâkin, itirazlar alabildiğine zayıf, cılız ve de etkisiz. Öyle ki, “Dostlar alış-verişte görsün” kadar bile değil...
Hakikaten, yer yer hayret, hatta dehşet verici bir zamandayız.
Ne mutlu, işin vahâmetini görüp fark ederek kendini hatt-ı mustakîm üzere muhafaza edebilenlere...
GÜNÜN TARİHİ 15 Şubat 1989
Düşmanı defettiler; iç barışı sağlayamadılar
Uzun yıllar Afgan topraklarını kana bulayan Sovyet Kızılordu'suna ait son birlikler, 15 Şubat 1989 günü çekilmeye başladı. Tam 9 yıl devam eden Sovyet işgali, böylelikle sona ermiş oldu.
1979 yılı Aralık ayı sonlarında başlayan bu 9 yıllık savaş esnasında 15 bin civarında Kızılordu'ya mensup Rus askeri öldü. Buna mukabil, Müslüman Afganlıların kaybı ise, bir milyonun da üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Rus işgal ve istilâsı esnasında, milyonlarca Afganlı muhaceret ile çeşitli ülkelere göç ettiler. Bunların önemli bir kısmı, işgalden sonra tekrar ülkelerine geri döndüler.
* * *
Kızılordu'ya mensup askerlerin çoğunluğunu "ailesi belirsiz" kimseler teşkil ediyordu. Fuhşiyat, devlet eliyle işlendiğinden, nesebi belirsiz kişilerin sayısı günden güne artıyordu. Yetiştirme Yurtlarına alınan bu çocuklar, büyüdüklerinde orduya alınıyordu. Ordudaki en ahlâksız ve en acımasız askerler, bu kesimin içinden çıkıyordu. İşte, bu Kızılordu, zaman içinde bölge ve dünya için büyük bir tehdit ve tehlike haline geldi.
Fakat, dünyaya korku ve dehşet salan bu kuvvet, 1979 yılı sonlarında başlayan Afganistan işgaliyle birlikte çatır çatır yıkılmaya yüz tuttu.
O tarihlerde nüfusu 17 milyon civarında olan Afgan halkı, en ağır silâhlarla havadan ve karadan saldırıya geçen Kızılordu'ya karşı, şanlı bir direniş hareketi sergiledi.
Çeşit çeşit etnik unsurdan gelen Afganlılar, ölümden korkmadılar. Haricî saldırıya karşı nisbeten birleştiler ve birlik halinde mücadele ettiler.
Silâhları ilkel, mühimmatları azdı. Ancak, azimliydiler, dirayetliydiler. Topraklarını da, nâmuslarını da çiğnetmediler, Kızıllara.
Sonunda, mücadeleyi başardılar. Kızılordunun dişini, pençesini kırdılar Afganistan dağlarında.
Afganistan'da atılan bu geri adım, aynı zamanda Kızılordu için sonun başlangıcı oldu.
Dolayısıyla, Afganistan işgalinin sonuna doğru SSCB'nin de sonu geldi. Kızılordu ile birlikte siyasî anlamdaki komünizm de çöktü.
İşin en acıklı ve düşündürücü bir tarafı ise şudur: İşgalden kurtulan Afgan halkı, kendi içinde ihtilâfa düşüp birbirini kırmaya yöneldi. İhtilâfı devam ettirmeleri ve ittihadı sağlayamamaları sebebiyle, kader-i İlâhi, onları bu kez ABD tarafından yeni bir işgal musîbetiyle karşı karşıya getirdi.
Afganistan'ın kurtuluşu, hür ve bağımsız bir hale gelmesi, şüphe yok ki onların İslâm kardeşliği içinde birlik, beraberlik hali yaşamasına bağlı.