Sürü psikolojisinin hâkim olduğu yerlerde sorgulama yapılamaz, muhakeme yürütülemez; sarf edilen sözler mihenge vurulamaz.
Her şey, her söz tahkiksiz, sorgusuz-suâlsiz şekilde kabul edilir.
Kabul etmeyenler için, önceden tasarlanmış dârağaçları, engizisyon sehpaları var.
Despotlar veya despotik yapılanmalar, muhalif hiçbir fikre tahammül göstermez. Yapıcı da olsa, eleştiriye fırsat tanımaz.
Despotlar ile onların tetikçi ve yalaka takımı, zaman içinde kendilerini çekiç gibi, balyoz gibi görmeye başlar. Kendilerini çekiç gibi zannedince de, karşılarındaki herkesi çivi gibi görmeye başlarlar.
Artık, varın gerisini siz düşünün...
Oysa, siyasî ve sosyal hiçbir dairede muhakemenin önüne engel konulmamalı, sorgulamaya yasak getirilmemeli. Tam aksine, insanî duygu ve kabiliyetleri terakkiye doğru kamçılayan bu hasletlere işlerlik kazandırılmalı.
Aksi halde, toplu yanılmalar, toptan şevksizlikler, moralsizlikler kaçınılmaz hale gelir.
* * *
Öte yandan, sürü psikolojisinin hâkim olduğu yerlerde de, zaman zaman maddî büyük eserlerin vücuda getirilmesi mümkündür.
Meselâ, komünist ve faşist hükümetlerin yapmış olduğu öyle ihtişamlı, debdebeli eserler var ki, seyredince hayret etmemek, bazen de hayran kalmamak elde değil.
Meselenin bu maddî tarafı, bahsimizden hariçtir.
Biz, daha ziyade işin zihnî, fikrî ve manevî anlayış cihetine dikkat nazarlarını çekmek istiyoruz.
Meselâ, şöyle ki: Kitle karşısında hata yapanların söz ve davranışları neden yerinde ve zamanında sorgulanmıyor? Kendi hatalarının binlerce hataya dönüştüğü—itiraflarla da—görüldüğü halde, aynı sorgusuzluk, aynı muhakemesizlik ve dahi aynı sorumsuzluk vaziyeti, niçin hâlâ devam edip gidiyor?
Bunları düşünmek, masaya yatırmak gerekmez mi? Vakti gelmedi mi hâlâ?
Şimdi değilse, ne zaman?
Üç-dört senede nereden nereye...
Bundan üç-dört sene önce, hem de mübarek Ramazan-ı Şerif ayında, memleket baştan başa referandum resimleriyle, afişleriyle, bayraklarıyla donatılmıştı.
2010 senesinin sıcak Ağustos ile oruçlu Eylül ayları, meydanlara çıkan siyasîlerin can sıkıcı düellolarıyla geçirildi.
Referanduma paket halinde sunulan kànunlar üzerinde, neredeyse söylenmedik lâf, yapılmadık kavga kalmadı.
Taraflar ve tarafgirler, “Evet” ile “Hayır”ın arasına dini, imanı, farzı, sünneti, vâcibi, hatta Cennetle Cehennemi koymaktan dahi çekinmediler: “Şöyle yapsan cennetlik, aksini yapsan cehennemliksin” der gibi yaptılar.
Bütün bunlar çok yakın zamanda yaşandığı için, hemen bütün deliller, kaynaklarıyla beraber arşivlerde duruyor.
“Allah’a inandığım gibi…”
Bugünlerde halka hitab ederken, referandum paketindeki HSYK maddesinde açıkça yanıldık, hata ettik diyen Sayın Başbakan, 2010 Eylül’ün inanılması zor, fevkalâde riskli sözler sarf etti.
Meselâ, 3 Eylül (2010) Cuma günkü Diyarbakır mitinginde söylemiş olduğu ve hemen bütün ajanslara, bütün gazete haberlerine yansıyan, kendim dahi bizzat canlı yayında gözümle görüp kulağımla duyduğum şu sözleri sarf etti: “12 Eylül halk oylaması için verdiğimiz demokrasi mücadelesi ve sizin vereceğiniz ‘Evet’ oyları boşa gitmeyecek; Allah'a inandığım gibi inanıyorum ki, boşa gitmeyecek.”
Bu sözleri duyduğum anda, hafif bir sarsıntı geçirdim. İrkildim. Biraz sükûnet bulduktan sonra da şu noktaları düşünmeye başladım:
1) Bir mü’min, siyasî bir mücadele, hatta boğuşma uğrunda neden dinini, imanını ortaya koyar?
2) Bir dünyevî mesele, nasıl olur da “Allah’a iman” gibi en yüksek bir kudsî hakikatle eşdeğer mânâda ve aynı cümle içinde ifade edilebilir?
3) Neticesi meçhûl ve meşkûk olan bir mesele, nasıl olur ki “Allah’a iman” hakikati ile birlikte aynı cümlede kullanılabiliyor?
4) Acaba diyorum, hakikaten “aşk-ı İslâmiyet”in yerini “aşk-ı siyaset” mi almaya başladı?
5) Kaldı ki, şu referandum meselesi, bir demokrasi mücadelesinden ziyade, bir siyasî ikbal ve menfaat mücadelesidir. Elde edilecek netice, siyasî güce tahvil edilecek.
Hocalar methiye yarışında
Şimdilerde bir çok kimsenin “O günlerde bir yanlışlık yaptık. Allah affetsin. Aşırı gittik. Hata ettik. Gayrımeşrû muhabbet besledik. Şimdi de bu yaptığımızın tokadını yiyoruz...” demesine mukabil, yine de 2010’daki 12 Eylül referandumundan evvel söylenmiş bazı sözleri derhatır etmekte fayda var.
Faydası, siyasî meselelerde hiç olmazsa bundan sonrası için daha dikkatli davranmayı öğretmesi, belki ezber etmesi yönünde...
Kayıtlarda var. Meselâ bir hocaefendi çıkıp âşikâr bir sûrette “Referandumda ‘Evet’ demenin insanî, vicdanî, İslâmî bir vecibe olduğunu” söyledi.
Kezâ, bir başka hoca, işi daha da ileri götürerek, “Evet” demeyi “İnsanî ve ahlâkî farz” derecesine çıkardı.
Hocaların bu tarz “fetvâ”lar verdiğini gören dindar Başbakan ne yaptı? Kampanyanın başını çektiği için olsa gerek, o da işin içine “Allah’a iman” meselesini karıştırmaktan alamadı kendini.
O tarihlerde, bütün bu aşırılıklara şahit olduktan sonra, kendi kendime “Eûzübillâhimineşşeytâni ve’r-referandum” dedim ve referandumla ilgili bir tek yazı yazmamayı tercih ettim.
Evet, arşivlerde konu hakkında yorum ve değerlendirme tarzında bir tek yazım yoktur, bulamazsınız.
Bunun bir başka sebebi de şudur: İnsanlarımız, hatta kardeşlerimiz, “evet-hayır” için gereksiz yere, haksız yere birbirini kırıp rencide ediyordu.
Bugünden geriye doğru baktığımızda daha iyi anlıyoruz ki, hakikaten birbirimizi kırmaya değmezdi.
Şimdilerde, kardeşini kırdığı için pişman olan olana, nedamet eden edene; aşırı gittiği için Allah’tan af dileyen dileyene...
İşte, bu çarpıcı gelişmeye bakarak da olsa, hiç olmazsa bugünlerde yeniden kızışmaya başlayan siyasî kavgalardan kendimizi muhafazaya çalışalım. Bir siyasî fikir veya tercih uğruna kardeşimizi, dostumuzu, ahbabımızı kırmaktan şiddetle kaçınalım.
Bu noktada hassasiyet göstermeyen, tarafgirane davranıp patavatsızlık eden kimse, ileride, belki de pek yakında mahcup düşmekten, yahut büyük vicdan azabı çekmekten kurtulamayacak.
Elhasıl: Selâmet-i kalp ve huzur isteyen, siyaset hatırına tarafgirlik yapmayacak, kardeşini, arkadaşını rencide etmekten uzak duracak, imtina edecek.